İnsan, yaz gelince kışın soğuğunu, kış gelince yazın sıcağını çarçabuk unutuverir ama her ikisi de geri döner, kendini hatırlatır.
Biri dağa, diğeri denize bakan iki pencere arasındaki esintiyi almak için yastıkları yatağın ayak ucuna taşıdım, ama esinti yok.
Dışarıdan içeriye ağustos böceklerinin sesinden başka bir şey girmiyor.
Perdeler, sokağa çıkmalarına izin verilmemiş çocuklar gibi omuzları düşük, somurtuyor.
Başımın altında üç yastık, kitap okuyorum. Terden ıslanınca yastığı ters çeviriyorum. Boynumda terden bir gerdanlık var, tişörtüm vücuduma yapışık.
Klimayı çalıştırabilirim ama klima veya serinlik verecek başka bir aygıtın bulunmadığı lise yıllarımdaki kitap okumalı sıcak yaz öğleden sonralarını yeniden yaşamak için açmıyorum.
Saat bir ile dört arasında Lefkoşa’da dükkânlar kapanır, herkes eve çekilir, yemekten sonra uykuya yatardı. Güneşin tecili olmayan bir sıcakla cezalandırdığı sokaklarda gölgeler duvar diplerine çekilir, asfalt yer yer erir, kediler, köpekler ortadan kaybolurdu.
Bitmeyen tek aşk, kavuşamayanların aşkı değil mi?
Ben uyumazdım, çünkü her uyuduğumda derin ve açıklaması olmayan bir depresyonla uyanırdım. Ev halkı uyurken kitap okurdum.
O öğleden sonraları okumalarından en iyi hatırladığım Aylak Adam’dır. Numan amcamın kitapları arasında bulmuştum, bugün Türk klasikleri arasında olan, lakayt yayınevlerinin bir sürü yazım hatasını vurdumduymazlıkla düzeltmeden basmaya devam ettiği bu kitabı.
Daha yaprakları kesilmemişti.
Loş odada, yatakta sırt üstü yatışımı, akşamüstünün yaklaşmasını, kırlangıçların keskin cıvıltısını, tellal Avrayimi’nin o akşam yazlık Halk Sineması’nda oynanacak filmleri bağırarak geçmesini, çok iyi hatırlıyorum.
Ondan önce de, sonra da hiçbir kitap tarafından bu kadar etkilenmedim.
Yusuf Atılgan’ın (1921-1989) Aylak Adam’ı o gün - o beyaz çarşaflı sert yatağın üstünde - beni içine aldı ve bir daha dışarı bırakmadı.
Birkaç yılda bir yeniden okurum. En az yirmi kez okumuşumdur; toplumun, tekrarın ve zamanın alt edemeyeceği bir aşkı, onunla paylaşacak kadını arayan C’nin öyküsünü.
O günlerde evlerde veya başka bir yerde sıcağı kovan aygıtlar yoktu. Yelpazeler vardı, hurma dalından ve yaprağından yapılmış. Sandalyelerin üstünde dururlardı. İsteyen alıp sallardı. Ziyaret günlerinde misafirlere sunulurdu. Yelpazeler sallanır, kahveler içilir, kayısı, ceviz macunları yenirken kadınlar yüksek pencerelerden gelecek bir esinti kırıntısını beklerdi.
O günleri hatırlamak sanki sıcağı arkadaşlaştırıyor. Ama o günleri fazla hatırlamaya gelmez, çünkü hemen hemen herkes suretini siyah beyaz fotoğraflarda bırakarak göçtü. Hisar içindeki birçok ev yıkıldı, ayakta kalanların içinde başka aileler yaşıyor, sokaklarında başka çocuklar oynuyor, başka aksanlar hatta dillerde konuşarak.
Yolculuk, erişmekten önemli olabilir mi?Varmak, başlangıç değil sondur, değil mi?
Aylak Adam hiç değişmedi ama. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış, yaşlanmadan ve ümitsizliğe kapılmadan bitmeyecek aşkı arıyor ve buluncaya kadar İstanbul’un sokaklarını arşınlayacak. Aile ve toplumun dışında, bir tek o yaşıyor, yabancılaşmış ve yalnız, bir tek o, bulunmaya değen tek şeyi arıyor.
Bir gün muhakkak “onu” bulacak, ama istediği iki kişilik dünyayı kurabilecekler mi?
Bitmeyen tek aşk, kavuşamayanların aşkı değil mi?
Yolculuk, erişmekten önemli olabilir mi?
Varmak, başlangıç değil sondur, değil mi?
Hiçbir zaman bilemeyeceğiz.