Lefkoşa
Andız’ın evinde öğle yemeğinden sonra kahvelerimizi yudumluyorduk.
Andız anılarını yazmaya başlamıştı, ama yavaş gidiyordu. On beş ayda, on beş sayfa yazmıştı. Bu hızla giderse 300 sayfalık bir kitap yazması için 25 yıl çalışması gerekecekti. Hızlanması için öneride bulunmamı istiyordu.
Meryem, eşi, kahvelerimizi getirdikten sonra salonun diğer ucundaki bir koltuğa ilişmiş, kitabına dönmüştü. Kalın bir kitaptı. Sağ taraftaki sayfaların inceliğinden sonuna yaklaştığı anlaşılıyordu.
Andız en eski arkadaşımdır. İlk karşılaşmamız Lefkoşa’daki Laleli Cami’ndeki anaokulunda oldu. İlkokulu ve liseyi beraber okuduk. Lisede Galfa da bize katıldı ve birbirinden ayrılmaz üç arkadaş olduk. Dura kalka bu günlere kadar geldik. İstediğim zaman Andız’ın Lefkoşa’daki evinde yemek için açık davetiyem var.
Meryem kitabını koltuğun üzerine bıraktı ve kalkıp önümdeki koltuğa geçti.
“Bu evde bir hayalet var,” dedi bana bakarak, “Biliyor muydun?”
Konunun değişmesi Andız’ın hoşuna gitmedi. “Nereden çıktı şimdi bu?” diye diklendi.
Meryem güldü.
Andız’a kitap yazmanın disiplin gerektirdiğini, sabah masaya oturduğunda telefonunu kapatması, internete girmekten vazgeçmesi gerektiğini anlatıyordum. Her gün, en az dört yüz kelime yazmalıydı. Bir süre sonra yazmadan yapamayacaktı.
Hayalet konusu daha ilginç geldi.
“Nasıl bir hayalet?” diye sordum.
“Damla da gördü,” dedi Meryem.
Damla, Andızların kızıdır.
“Geceleri Damla’nın odasının penceresinden içeri girip kapısından dışarı çıkıyordu. Aşağıda çıkardığı tıkırtıları duyuyorduk.”
Andız yarı alaycı, yarı kızgın bir tonla girişti: “Parkenin çıtırdamalarını hayalet zannediyor bunlar!”
Aldırmadık.
“Damla evlenip taşınınca duvarı yıktırıp yatak odasını büyüttüm. Aynı pencereden bizim odamıza girmeye başladı.”
“Nasıl bir şey?” diye sordum.
“Asık yüzlü, başı önüne eğik bir adam. Bir Rum. Şimdi bu sitenin olduğu yerde büyük çatışmalar oldu. Önce Rumlar Ortaköy’e kadar geldi. Sonra bizimkiler saldırıp onları geri itti. Burada ölüp burada kalmış olmalı. Ürkütücü biri değil. Damla da ondan korkmuyordu. Ben de korkmuyorum.”
Andız başını salladı; “Bu evde neler çektiğimi şimdi anlıyor musun?”
“Otur, konuşalım, bana derdini anlat demelisin ona bir gece,” dedim Meryem’e.
“Artık gelmiyor. İçeri girdiği pencerenin önüne bir Kuran koydum. Kuran konunca gelmezmiş.”
“Parke, parke!” dedi Andız sesini yükselterek.
Meryem oralı olmadı.
“Hayaletle konuşulabiliyor mu?” diye sordu. “Konuşulabiliyorsa Kuran’ı kaldırırım.”
“Bilmiyorum valla,” dedim. “Hiç denemedim. Bende yok.”
“Hımmm,” dedi Meryem. Gözlerinde Kuran’ı kaldırıp hayaletle konuşmayı tarttığını gördüm.
“Ben kalkıp romanımı bitireyim,” dedi ve koltuğuna geri döndü.
Meryem’le Andız ellinci evlilik yıldönümlerini birkaç ay önce kutladılar. Bir başkası hayalet konusunda Andız’ın söylediklerinde bir sertlik görebilirdi belki, ama ben onları iyi tanıdığım için ne olduğunu çok iyi anlıyordum: Elli yıldır evli olan, hâlâ aynı yatakta yatan ve birbirlerini çok seven iki insanın tatlı tatlı didişmesi.
Harika bir öğle yemeği yemiştik. Hellimli tarhana çorbası, zeytinyağlı taze börülce ve taze bakla, yoğurt, bol yağda kızartılmış bütün patates, siyah zeytin. Andız yemek bittikten sonra ekmek-zeytin yemezse doymazdı. Beni de alıştırmıştı. Meryem her yıl zeytin toplama mevsiminde yüz kilo zeytin alıp bastırırdı. Masadan kalkmadan önce stokunu biraz azalttık.
Şimdi evimdeyim. Mutfak penceresinden dışarı bakıyorum. Gökyüzü kapalı. Ara sıra yağmur serpiştiriyor. Kapalı kapının arkasında kedinin akşam yemeği için sabırsızlandığını hissediyorum.
Yağmur yağmadığı ve buzdolabının çalışmadığı anlarda derin bir sessizlik var.
Ev soğuk, ama ben sıcağım: Karnımda ve ruhumda öğle yemeğini Andız ve Meryem’le yemiş olmaktan gelen bir sıcaklık var.