03 Temmuz 2020

Oya ve ben

Oya ile yine beraberiz, o seksen, ben yetmiş dört yaşında iki yengeç olarak hem denizde hem karada yürümeye devam ediyoruz. Bundan sonra neler yapacağımızı kimse bilemez...

Oya’yı ilk gördüğüm günü çok iyi hatırlarım. Yirmi bir yaşındaydım, İstanbul Üniversitesi İngiliz Edebiyatı ve Dili bölümünde öğrencilik yapıyordum ve ufaktan sol düşünceye merak ve ilgi başlamıştı. Benden büyük erkek kardeşimin iktisat kitaplarına anlamasam da göz atar, Marks ve Engels adlarının sihirli büyüsüne kapılıp, Engels’in Marks’tan daha yakışıklı olduğunu düşünürdüm.

Erkek kardeşimin arkadaşları ile benim kız arkadaşlarım çoğu zaman birlikte gezer, büyük abilerin denetimi altında partilere, çay bahçelerine bazen de Bebek’teki Nazmi’de içkili masalara konuk olurduk. Bu masalarda bizden büyük olan, önemli kişiler de olurdu. Biz hiç konuşmadan onları dinler, anlamadığımız konuları anlarmış gibi yapardık.

Günlerden bir gün yine erkek kardeşimin İktisat Fakültesi'nden çok yakın bir arkadaşı beni koluna takıp çok bilinen ünlü bir iktisat profesörünün Ataköy’deki evinde verilen bir yemeğe götürdü. Evin denize bakan balkonunda yakışıklı bir genç adam ile ufak tefek, kısa saçlı, Fransızların "minyon" dedikleri bir kadın oturmuş rakı içiyorlardı. Ben de masaya iliştim, her zamanki gibi konuşmadan oturuyordum. Beni getiren arkadaş kulağıma fısıldadı, "Oya Baydar, yanındaki de kocası Muzaffer Sencer".

Oya Baydar benim dünyamda çok önemliydi. Notre Dame de Sion'da küçük yaşında yatılı okuyan annem, Fransızca çıkan romanları Tünel’deki ünlü Hachette kitabevinden alır ve okurdu. O günlerde Fransa’da Francoise Sagan adlı genç bir kadın yazar, genç kızlık aşklarını oldukça açık ve çarpıcı bir dilde yazarak ünlenmiş, kitapları en çok satanlar listesine girmiş ve bütün önemli ödüllere aday olmuştu. Françoise Sagan’ın ünlendiği günlerde, 1958 yılında, Türkiye’de ise Notre Dame de Sion lisesinde okuyan genç bir Türk kızının da Hürriyet gazetesinde tefrika şeklinde yayımlanan "Allah Çocukları Unuttu" adlı kitabı çok ses getirmiş, bu kitabı katı Katolik ahlakına sahip Notre Dame de Sion'da okuyan bir öğrencinin yazması bu seslerin daha da yükselmesine neden olmuştu. Annem, bu olayı çok heyecanla karşılamış ve Oya Baydar’a ve cesaretine olan hayranlığını "İşte bak, bu kız da Türkiye’nin Sagan’ı" diyerek belirtmişti.

İşte Ataköy’de balkonda oturan kadın da bu Oya Baydar’dı. Fazla bakmak ayıp olur, diye göz ucuyla inceliyordum. Bana şöyle bir bakıp fazla ilgilenmemiş, masada süren koyu sohbete katılmış, ben ise anlamadığım konuları anlarmış gibi yaparak oturduğum yerden dinlerken sanırım Muzaffer Sencer, bana dönerek "Siz ne yapıyorsunuz" diye sorunca birden çok şaşırmış ve ne diyeceğimi düşünürken, masada oturan sakallı bir adam tatlı ve muzip bir bakışla "İnsan bu kadar güzel olursa, hiç bir şey yapmasa da olur" deyivermişti. Ben de beni bu soruyu yanıtlamaktan kurtardığı için ona gülümsemiştim.

Bu ilk buluşmanın üzerinden birkaç yıl geçmişti. Bu kez de sanırım erkek kardeşimin evinde sol aydınların toplantısı yapılıyordu. O toplantı günü ben konuklara çay servisi yapıyordum ve Oya daha sonra bana "Seni ilk kez orada hatırlıyorum, süzülerek girmiştin odaya" diye anlatmıştı. O dönemde Oya Baydar İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde gerçek bir parlak yıldızdı, konuşmalarını dinlemek için salonlara tıkışırdık. Bu minyon kadının bu kadar güçlü bir hatip olması hepimizi şaşırtıyor, hayranlıkla onu izliyorduk. Erkeklerin hakim göründüğü konularda onlara fark atıyordu. Ayrıca hoştu, stil sahibiydi. Oya hepimizin idolü olmuş ve "Türkiye’de İşçi Sınıfı’nın Doğuşu" adlı doktora tezi üniversite tarafından iki kez reddedilince Türkiye’de bir ilk olarak bizler İstanbul Üniversitesi binasını işgal etmiştik.

Oya’nın akademik ve siyasi alanda çalışmalar yaptığı bu dönemde ben ise güzel burjuva kızı olmaktan sıyrılmak için uzun etekler giyip, başıma yemeni bağlayarak İstanbul’un hiç bilmediğim işçi semtlerinde işçi kadınları tanımaya, anlamaya çalışıyordum. Zamanın öğrenci örgütlenmesi olan Fikir Kulüpleri Federasyonu’na üye olup, iki yakın arkadaşımla bölüm temsilcisi oldum. Zaman hızla akıp geçti, Oya üniversiteden atıldı, Ankara’ya gitti ve bir sol düşünür olarak yaşamına devam etti, hapishaneye girdi. Ben ise kendimi Doğu Anadolu’nun uçsuz bucaksız dağlarının ortasında bir mezrada buldum.

Zor zamanlar yaşadık Oya da ben de. Birbirimizden ayrı mekânlarda, değişik zaman dilimlerinde... Yaralarımız oldu, ölümler, ayrılıklar, sürgünde yaşamlar... Ben 1974 yılında çıkan af ile Türkiye’ye ve yarım kalan üniversite hayatıma döndüm, mezun oldum ve ODTÜ’de İngilizce eğitim görevlisi oldum, Oya hâlâ siyasette ve gazetecilikte aktif olarak çalışıyordu. Ben Maocu kampta, o ise TKP'de olduğu için pek görüşmüyorduk. Ama ben onu hep izliyordum.

Arada ben evlendim, hem de "düşman" cephesinden, TKP’den birisiyle. 12 Eylül darbesi hepimizin üstüne koyu bir zift gibi çöktü. Oya o dönemde bir toplantı nedeniyle yurt dışında olduğu için geri dönemedi. Çocuğundan ayrıldı, yeniden zor günler ve sürgün başladı. Benim de bir oğlum olmuştu ama babası hapishanedeydi, ayrılıklar, işkenceler, hapishane kapılarında beklemeler, bitmeyen geceler... Oya, o dönemde yeniden yazarlığa döndü ve arka arkaya müthiş kitaplar çıkardı, ve ben hepsini okudum.* Çok usta bir yazar olduğunu ancak o zaman fark ettim. Daha önce siyasi düşünceleri ve yazılarıyla tanıdığım Oya’nın yerini bambaşka bir Oya aldı. Seven, âşık olan, acı çeken, mücadeleci bir kadın... Aramızdaki duvarlar yıkıldı, onu ilk gördüğümde boynuna sarılıp öpebilirdim artık.

Öyle de oldu. İstanbul’da bir toplantıda buluştuğumuzda sarıldık birbirimize. Geçen yıllar ikimizi de olgunlaştırmış, yüzümüzdeki kırışıklıklar daha bir belirgin olmuş, ama ruhlarımızı kurtarmıştık. Teslim olmamış, yola devam diyorduk. Çok yakın olduk, çok uzun konuşmalarımız oldu, farklı yaşamlarımızı bütünleştirip bir kitap yapalım fikri böylece ortaya çıktı. Tabii bu arada Aydın Engin’in bizim bu konuşmalarımızdan bunalıp, "Şu konuşmaları kayıt edin de bir işe yarasın" şeklindeki telkinlerinin de etkisi oldu. İki yıla yakın bir süre kitap üzerinde çalıştık, söylediklerimiz ve söylemediklerimiz de oldu, bütün bu yaşadıklarımızı bir gün Türkiye’de yayımlayabileceğimizi hiç düşünmemiştik. 2011 yılında kitap yayımlandı, "Bir Dönem İki Kadın / Birbirimizin Aynasında" adıyla ve çok okundu, çok konuşuldu. Türkiye ve yurt dışında sayısız toplantıya katıldık, eleştirenler de oldu övenler de. Önemli olan bir tabuyu yıkmış olmamızdı. Geçmişini konuşabilen bir Türkiye...

Bir Dönem İki Kadın: Film gibi iki hayat...

Bugün Oya’nın sekseninci yaş günü. Biliyorum çünkü ikimiz de Yengeç burcuyuz. Yengeç burcu kadınları hakkında çok konuşulur, hani derler ya ağzı olan konuşur! Yengeç, -karada yaşayan türleri de olan- kabuklu bir deniz hayvanıdır, gerektiğinde kabuğuna, evine sığınan, orada günlerce oturabilen ama aynı zamanda kaybettiği bir uzvunu, kolunu veya bacağını yeniden üretebilen, tehlikeyi sezebilen, ona göre davranabilen, sevdiklerine sonsuz verici ama sevmediklerine de gerektiğinde vurucu darbeler indirebilen bir canlıdır.

Oya ile yine beraberiz, o seksen , ben yetmiş dört yaşında iki yengeç olarak hem denizde hem karada yürümeye devam ediyoruz. Bundan sonra neler yapacağımızı kimse bilemez...

Uzun yürüyüşlerin olsun Oya’cığım...


* - Kedi Mektupları
- Elveda Alyoşa
- Hiçbir Yere Dönüş
- Sıcak Külleri Kaldı