Absürt hikâye, tam da Aziz Nesin’in “Yaşar ne yaşar, ne yaşamaz” hikâyesini andırıyordu. Tıpkı öyküdeki nüfus kayıtlarında ölü gözüken Yaşar’ın cismen varolduğu halde yaşadığını kanıtlayamadığı gibi, 70’lerindeki Aziz Karabatur bürokrasi koridorlarını arşınlıyor, varolan bir üzümün aslında olduğunu ispatlamaya çalışıyordu. Karabatur Sarafin şaraplarını üreten Nilkut şirketinin genel müdürüydü ve Sarafin bağlarına dikilecek Şiraz üzümü fidanlarını bir türlü ithal edemiyordu. Tarım Bakanlığı, “Üzüm kataloğumuza göre böyle bir üzüm yok… Önce böyle bir üzümün olduğunu ispatlayın, sonra ithalat iznini verelim” diyordu. Yıllar süren boğuşma sonunda Şiraz diye bir üzümün varlığı (dünyanın dört bir tarafında milyonlarca şişe şarabı yapıldığı halde!) ispatlanabildi ve fidanlar gelebildi…
Etiketinde Marsanne - Roussanne yazan şişeye bakarken 90’lı yıllardaki o tuhaf günleri hatırlıyorum. Neyse ki Aziz Bey gibi öncüler yılmadı da, bağcılık ve şarapçılıkla ilgili yönetmeliklerimiz esnedi, dünyanın önde gelen üzümleri de Türkiye’ye dikilebildi. Nitekim Fransa’nın Rhône bölgesinin bu iki ünlü beyaz üzümü bile Gelibolu bağlarında yetiştirildi, yeni bir çeşni olarak şarapçılığımızda yerini aldı.
Cabernet Sauvignon, Merlot, Öküzgözü, Kalecik Karası, Chardonnay ve Narince gibi “ana akım” üzümlere doyan şarapçılığımız, yeni arayışlar içinde yeni üzümlere de yatırım yaptı. Ve bunların bağları olgunlaştı, etiketinde bu üzümlerin isimlerini taşıyan ürünler raflarda yerlerini almaya başladı. Hatta unutulmuş, kaybolmaya yüz tutmuş üzümler de hatırlandı, bunların şaraba uygun olanları da canlandırıldı.
Mozart’ın hayran olduğu lezzet…
Canlandırılan yöresel üzümlerimizden biri, Mozart’ın bayıldığı, İtalya’daki Trentino bölgesinin Marzemino kırmızı şaraplarına hayat veren Merzifon Karası üzümü. Genetik araştırmalarla Marzemino’nun atası olduğu kanıtlanan Merzifon Karası, Tokat’taki son bağlarından çoğaltılan çubuklarla Antalya - Elmalı bağlarına dikildi ve burada iyi sonuçlar verdi. Koleksiyon bağcılığına önem veren ve gözüne kestirdiği deneme üzümlerini daha büyük oranlarda dikime geçen Likya Şarapları, Merzifon Karası’nın yanı sıra Antalya tepelerinin Acıkara üzümünü de hayata döndürdü. Yine yöreye ait Tilkikuyruğu üzümleri de, deneme aşamasında. Likya’cılar, yabancı üzümlerden şampanya bölgesi kökenli Pinot Meunier’yi de bölgeye adapte etmiş durumdalar.
Yerli üzümlere önem veren firmalardan biri de, Ankara’daki Vinkara, Vinkara da, Kalecik’teki bağlarında yörenin unutulmuş Hasandede üzümlerini canlandırdı. Hasandede üzümleri, çok iddialı olmasa da kadehlere kendine özgü farklı bir lezzet yansıtabildi.
Çanakkale - Eceabat bağlarında güzel sonuçlar veren yörenin bir zamanlar vasat sayılan beyaz üzümü Kınalı Yapıncak... Yine yöre üzümlerinden Karasakız… Trakya’nın bir zamanlar efsane olan, Osmanlı’nın son dönemlerinde Fransa’ya bile şarapları ihraç edilen Papaskarası… İzmir – Urla’ya dikilen Güneydoğu kökenli Boğazkere üzümlerinden yetişen “albino” asmaların “Beyazkere” diye adlandırıldığı bağlar… Tüm bunlar, son zamanlarda sıkı bir atak içinde olan bağcılığımızın canlandırdığı, yakında adlarını daha sık duyacağımız isimler.
Sadece onlar mı? Fransa’dan baharatlı Petit Verdot, meyvemsi ve aromatik Viognier, dengeli Marselan… İtalya’dan Sangiovese, İspanya’dan Albarino… Kaliforniya’dan Zinfandel… Kısacası, Anadolu ve Trakya topraklarındaki üzüm koleksiyonu zenginleşiyor. Bir yandan da üreticiler bu üzümlerin bağcılığında ve onları işlemede tecrübe kazanıyor, hatta kimilerini yerli üzümlerle kupajlıyor.
Kısacası, Türkiye bağcılığı bütün engellemelere ve son yılların doludan dona, küresel ısınmadan külleme hastalığına uzanan zor doğa koşullarına rağmen gelişiyor, dünya ile rekabete hazırlanıyor. En güzeli, tüketici de artık eskisi kadar tutucu değil. Masasına geçtiğinde en kolay telâffuz ettiği ve bildiği şarabı ısmarlamak yerine yeni tatlara yelken açıyor, maceraya atılmaktan korkmuyor. Bir de Fransa’da, İtalya’da, Şili’de olduğu gibi devlet desteği devreye girebilse, Türk bağcılık ve şarapçılığının şahlanacağına kesin gözüyle bakılıyor…