1800’lerin ikinci yarısında Londra’nın Thames nehri kıyısında bira imalathanesi işleten George Hodgson’un başı fena dertteydi. O günlerde İngiltere’nin sömürgesi olan Hindistan’daki İngiliz koloni memurlarına bira sevkiyatı yapıyor, her defasında da tomarla protesto telgrafı alıyordu: “Bunlar ne berbat biralar… Gurbetteki yurttaşlarınıza böyle bira göndermeye utanmıyor musunuz? Sizi hükümete şikâyet edecek, ruhsatınızı iptal ettireceğiz!”
Oysa zavallı adam Hindistan’a gidecek gemilere ürettiği en iyi biraları yüklüyordu. Doğruya doğru, iyi fiyata satıyordu ve ödemesini de hemen alıyordu. O yüzden hileye-hurdaya kaçması için de bir sebep yoktu.
Hodgson sonunda şikâyetlerden bıktı ve neler döndüğünü anlamak üzere biralarıyla birlikte Kalküta’ya giden bir gemiye bindi. O yıllarda Mısır’daki Süveyş kanalı devreye girmediğinden İngiltere’den Hindistan’a giden gemiler Afrika kıtasının en ucundaki Ümit Burnu’ndan dolaşıyor, neredeyse dünyayı yarılayan bu yolculuk en az üç ay sürüyordu. Dertli biracı külüstür bir şilepteki perişan bir yolculuktan sonra, limana indiğinde kendisini karşılayanlara “Hiçbir şey söylemeyin, ben ne yapacağımı biliyorum. Birkaç hafta dinlenip döndükten sonra size hayatınızda içeceğiniz en nefis biraları göndereceğim” dedi. Zira taş çatlasa 4-5 derece alkole sahip biralarının çektiği çileyi bizzat yaşamıştı. Bira fıçılarının istiflendiği ambarlar pisti, kol kadar sıçanlar geziyordu. Leş kokan tayfalar kirli gömleklerini dürüp büküp yastık yapıyor, fıçıların üzerine kıvrılıp uyuyorlardı. Biralar okyanusun sıcağını da, soğuğunu da içlerine çekiyor, tam anlamıyla işkence görüyorlardı. Haliyle de varış limanına gelinceye kadar bozulmuş oluyorlardı.
Hodsgon döndüğünde özel bir imalat yaptı, biranın alkolünü yükseltti. Koruyucu özellikteki şerbetçiotunu da her zamankinin birkaç katı ekledi. Bu yeni bira, artık en çileli yolculuklara bile dayanacaktı. Nitekim öyle oldu, Hindistan’daki İngilizler ağız tadıyla bira içer hale geldi. Uyanık biracının ardından diğer meslektaşları da aynı yolu izlediler, Hindistan için özel biralar ürettiler. Ve adına da, “India Pale Ale” (IPA) dediler…
Asırlık formül milyarlar kazandırıyor
Bu uzun girişi yapmamın sebebi, Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasının -ve bira üretimine de girmesinin- ardından uzun yıllar unutulan bu bira çeşidinin son yıllarda yeniden moda olması. Ve tüm dünyada bir IPA rüzgârı estirmesi… Zira son yirmi yılda bir çılgınlık halini alan “micro brewery”ler hızla kendilerini kanıtlama, büyük üreticileri bile geride bırakarak madalyaları boynuna dizecek biralar yapma hırsı içindeler. Bunun için çoğu kez de en uç lezzetlerdeki bira tiplerini tercih ediyorlar. Eski kitaplardan, defterlerden unutulmuş reçeteleri çıkarıyor, bir yandan da formülleri güncelliyorlar. Bu sayede Kanada’dan İrlanda’ya, Amerika’dan İskoçya’ya iddialı biraların üretildiği hemen her yerde IPA yapılıyor, normal biralardan daha acımsı ve yabanıl bir tada sahip olan bu biralar üreticilerine de büyük prestij kazandırıyor. O kadar ki, küçük bira üreticilerinin giderek arttığı ülkemizde dahi yedi çeşit yerli India Pale Ale yapılıyor. İngiltere ve İskoçya’dan ithal edilen bir düzineyi aşkın IPA da cabası…
“Hindistan birası”, her damak tadına göre değil… Önce bulanık turuncu rengiyle yadırgatıyor. Ardından, burunda aromatik şerbetçiotlarından gelen yoğun narenciye kokuları hissediliyor. Damakta hayli buruk, bira damağı gelişmiş olmayan biri içerken yüzünü buruşturabiliyor. Tiryakileri ise ondan vazgeçemiyor.
Türk yasaları, alkollü içkilerin markalarıyla tanıtımını yasaklıyor. Bu yazı da bu yasakları delmek ya da zorlamak amacıyla yazılmadı. Amacımız, lezzet dünyasında -ki buna içki de dahil- geleneklerin, eski tariflerin, unutulmuş reçetelerin yeniden canlandırılarak neler yapılabileceğini göstermek… Kuzu gerdanından yaptığı çorbaları, meyvelerle etleri birlikte pişirdiği yahnileri, lüfer, uskumru, sazan gibi balıklardan yaptığı dolmaları, sakızlı, tarçınlı rakılarını unutan bir ülkenin gastronomi dünyasına, eski defterlerini karıştırmayı hatırlatmak…