Fransa’nın zarif kırmızı şaraplarıyla ünlü Burgonya bölgesinin kalbi olan Beaune ilçesinde, iki katlı bir villa-restoran… Şık kıyafetli seçkin konuklar semirtilmiş kaz ciğerli ve sülün dolmalı kanepelerini atıştırırken, bir yandan da yıllanmış şampanyalarını yudumluyor. Babacan, yaşlı ev sahibi, orta yaşlı ama dinç bir konuğun yanına doğru gelerek soruyor:
- Söyle bakalım mösyö ambasadör… Hangi şarapları seversin?
Sorunun muhatabı karizmatik büyükelçi, dünyanın en değerli şaraplarını sıralamaya başlıyor:
- Elbette başta Burgonya, özellikle Côte d’Or… Bordo’dan Médoc Grand Cru’leri… Milezim şampanyalar, yine milezim Porto’lar…
Yaşlı kurt, listenin uzamasına fırsat vermeden sevimli bir edayla büyükelçinin sözünü kesiyor. Ve hafifçe parmağını sallıyor:
- Hayır mösyö ambasadör… Her şarabı sevmeli!
Ve kadehini konuğunun kadehiyle tokuşturup gülümsedikten sonra, diğer konuklarıyla ilgilenmeye yöneliyor.
Emekli Büyükelçi Şefik Fenmen, dünyanın en değerli şarabının üreticisi Romanée-Conti’nin sahibi Henri Leroy’la aralarında geçen bu anekdotu aktarırken, tıpkı bu hayat dersini tekrarlarcasına bana da bir “küçük” şarap ikram ediyor. Etiketini hoş bir kılıfla gizlediği “küçük şarap” nefis. Etiketi açınca ne mi görüyorum? Süpermarketlerde bolca satılan, hayli uygun fiyatlı bir Pamukkale şarabı… Bir hafta önceki öğle yemeğinde Burgonya’nın doruklarından La Tâche’ı yudumladıktan sonra, yine aynı masada sunulan bu şarap doğrusu hiç de aykırı ve basit gelmiyor. Sanırım şarabın içindeki lezzet kadar, ortamın ve sohbetin lezzeti de önemli. Galiba Henri Leroy’un dediği gibi, “Her şarabı sevmeli”… Ve her şeyden önce şarabı sevmeli.
Bu keyifli sohbetleri yaptığımız, sık sık konuğu olarak bilgeliğinden feyz aldığımız Türkiye’nin en büyük şarap koleksiyoneri Şefik Fenmen, geçtiğimiz hafta vefat etti. 95 yıllık hayatı, sadece şarap tutkunları için değil, hemen her uygar insan için derslerle doluydu.
Büyük trajedilerden geçmişti
Cumhuriyet’le yaşıt, 1923 doğumlu Büyükelçi Şefik Fenmen, Osmanlı’nın ilk reformcularından, ilk anayasayı yapan ve padişah Abdülhamid tarafından sürgüne gönderildiği Taif’te boğdurulan Mithat Paşa’nın torunuydu. Kardeşlerinden Mithat Fenmen ünlü bir besteci, Seniye Fenmen de ünlü bir seramik sanatçısıydı. Seniye Hanım’ın yaşlılık yıllarında evine giren bir hırsız tarafından öldürülmesi, hayatının büyük acılarından biri oldu.
Zaten sanki kader Şefik Fenmen’i acı olaylarla sınamıştı. Özel kalem müdür yardımcılığını yaptığı Başbakan Adnan Menderes’le birlikte 1959’da Londra dönüşü uçak kazası geçirmiş, Menderes’in ufak sıyrıklarla atlattığı kazadan kurtulurken pek çok dostunu burada kaybetmişti. Ardından “Duçar olduğu muameleyi hiç bir zaman içime sindiremeyeceğim” dediği başbakanının idamının acısını yaşadı.
Dışişleri’nde yükseldi, Protokol Daire Başkanlığı ve Kopenhag, Belgrad, Şam, Madrid, Lizbon, Oslo ve Tahran Büyükelçilikleri yaptı. Tahran’da görevliyken Asala militanlarının saldırısından sağ kurtuldu.
Unutulmaz şarap söyleşileri
Şefik Fenmen’le, 2004 yılında Uzan Şarapları’nın müzayedesi hazırlıkları sırasında tanıştık. Bir yandan TMSF’ye müzayede için danışmanlık yaptığım, bir yandan da Türkiye’nin ilk içki kültürü dergisi Gusto’yu çıkardığım o günlerde, bir gün telefonum çaldı. Zarif bir tonda konuşan yaşlı beyefendi, “Bu sayıdaki kapak konusu yaptığınız Romanée-Conti şarabını ben de pek severim, Arzu ederseniz bir gün misafirim olun, bu şaraplarla ilgili sohbet edelim, size koleksiyonumu tanıtayım” dedi.
Ardından eşimle birlikte konuğu olduğumuz öğlen buluşmaları başladı. Çiftehavuzlar’daki evinde yardımcısına öğrettiği Fransız mutfağından yemekler eşliğinde enfes şaraplar yudumladık, uzun ve hareketli hayatından damıttığı sohbetlerinden büyük keyif aldık. İlk ziyaretimizde buzlu beyaz bademler eşliğinde sunduğu 1966 Château d’Yquem’in karamelize meyvemsi bukelerinden ve damağı saran benzersiz yoğunluğundan öyle etkilenmiştim ki, “Tanrım, bana bu şaraptan ver, içeceğim bütün şarapları al!” demiştim. Ne yazık ki bir cevap alamamıştım…
Şefik Bey o buluşmalarımızda bir hüznünü de aktardı: Eşi Perihan Hanım’ı kaybettiğinden bu yana, onunla birlikte oluşturdukları koleksiyonun şaraplarını tadamıyordu. O yüzden Romanée-Conti’lerden La Tâche’lara, Richebourg’lardan Leroy’lara, Krug’lerden yıllanmış Dom Perignon’lara uzanan koleksiyonunun son kalan 100 küsur şişesini sembolik bir bedelle bize devretti, böylece şarap kulübümüz ve kurslarımıza da bu şaraplarla bir “maya” oluşturdu.
Kendisi ne mi içiyordu? Migros’a gidiyor, o sıralar gözde olan 30 çeşit şaraptan birer şişe alıyor, her gün birini tadarak fiyat ve kalite orantısında en beğendiğini seçiyordu. Sonra da o firmadan iki güne bir şişe hesabıyla 180 şişe şarap ısmarlıyordu. 1 yıl bunlara hiç el sürmüyor, ancak dinlendirdikten sonra yudumlamaya başlıyordu. “Yerli üreticilerin sermayeleri zayıf belli ki, şarapları dinlendiremeden satışa çıkarıyorlar. Biraz eskitmek, olgunlaştırmak lâzım” diyordu.
Şarap kadar zengin birer antik halı ve çini koleksiyonuna da sahip bu zarif ve bonkör beyefendi, yaşına göre de çok sağlıklıydı. Son buluşmalarımızdan birinde, 85 yaşında olduğu halde şarabı şişeyi dizlerinin arasına sıkıştırarak, eski usul bir tirbüşonla mantarı tek çekişte açmıştı.
Ünlü kalp doktoru Siyami Ersek’in zorla yaptığı bir muayene sonrası, “Üstad, delikanlı gibi kalbiniz var. Sırrınız ne?” diye sorduğunu gülerek anlatıyordu. “Her gün yarım şişe Burgonya içerim” cevabını verince, Prof. Ersek kahkahalarla gülmüş, “Şunu daha önce söylesenize azîzim! Muayeneye bile gerek kalmazdı” demişti.
Bu çağa ait olmayan, bir zarif, şövalye insan dünyadan geçti… Ne mutlu ki, geriye hâlâ söyleyip yazdığımız anılar, anekdotlar, güzel izler bıraktı. En güzel yere gittiğine, eminiz…