Bir Ankaralı olarak onunla ilişkim çok küçük yaşlarda başlamıştı. Kocaman cam şişede gelen kıvamlı sütünü, hayal meyal hatırlıyorum. Ama hafif yanıksı yoğun bir lezzetle damağımı ferahlatan kaymaklı dondurmasının tadı, kâğıttan kâsesini açmanın heyecanı, hâlâ hatırımda. Yine çocukluk yıllarında restoranına gittiğimizde yan masaların üzerinde dizi dizi gördüğüm ince uzun şişedeki Altınbaşak birasının başak deseni, bugün bile gözlerimin önünde.
İstanbul’a gelince, her Ankaralı’nın hayatında büyük yer tutan AOÇ, yani Atatürk Orman Çiftliği ile ilişkim azaldı. Ta ki, 1990’ların başında şaraba merak salmama ve Boğa Kanı şarabını keşfetmeme kadar… 1994 yılında Tekel’in o yıl tasarruf tedbirleri dolayısıyla yapamadığı Uluslararası Şarap Yarışması’nı, Şarap Dostları Derneği olarak üstlenmiştik. Yapılan bir sürü masrafı karşılamak için de, tadıma bolca gelen şaraplardan madalyalıları dernek üyelerine satışa sunmuştuk. O yıl gümüş madalya kazanan etiketsiz Boğa Kanı şaraplarından ben de bolca almış, tadlarına bayılmıştım. Ve ilk Ankara seyahatimde çiftliğin şarap tesisinin kapısına dayanmıştım.
Köhnemeye yüz tutmuş tesis aynı zamanda bürokrasiye boğulmuştu. Şarabı medenî yerlerde bulunmuyor, çiftlik yakınlarındaki bazı salaş büfelerde mola veren kamyoncular tarafından ayaküstü içiliyordu. Tesisin içinde ise bir mağaza yoktu. Israrla “Şişeyle satamayız beyim, ancak koliyle toptan verebiliriz” diyorlardı. Kavga gürültü 12 şişelik bir koli aldım, şişesi litrelik koladan ucuz olduğu için çok da homurdanmadım. Koliyle satmalarının faydasını ise, eve gelip de açtığım her iki şişeden birini dökünce anladım. Zira tesis o kadar ilkeldi ve şarap küçücük mantarlarla, içinde o kadar hava bırakılarak şişeleniyordu ki, yarısı sirkeleşiyordu. Kolinin hasbelkader düzgün çıkan diğer yarısından alınan keyif ise, lavaboya dökülenleri unutturuyordu.
“Boğa Kanı” adını Macarlar vermişti
Atatürk’ün “Bozkırı yeşertmek” idealiyle 1925’in çorak Ankara’sında kurduğu ve tek tek ağaçlarına kadar bizzat ilgilendiği Orman Çiftliği; zamanla süt, yoğurt, peynir, dondurma, bal, turşu, domates suyu, bira ve şarap gibi pek çok yiyecek ve içeceği üreten bir gıda kompleksi haline gelmişti. Atatürk’ün İnönü’yle arasının açılmasına yol açan bira fabrikası zamanla Tekel’e devredilmiş, şarap tesisi ise bugünlere kadar 2014’e kadar gelmişti. Tesisi Macarlar kurmuş, en özel rezerve de Macarların “Boğa Kanı” anlamına gelen ünlü Egri Bikaver şaraplarının adını vermişti. Çiftlik yıllarca Ankara Şarabı, Çiftlik Altını, Boğa Kanı, Narköy şaraplarını üretti; bir ara Kilis’teki bir şarap tesisini de devralıp Kilis şarabına da imza attı.
90’larda Manisa-Turgutlu yöresinin Carignan ve Alicante üzümlerinden yapılıp büyük meşe fıçılarda eskitildikten sonra piyasaya verilen Boğa Kanı madalyalar alıp yazılarımıza da konu olunca, bu dönem bir talep artışı oldu. Tesis şarap üretimini arttırdı, ambalajlarını düzeltti. İstanbul’un ilk spesifik şarap mağazası olan Cihangir’deki La Cave, bu şaraptan kamyon kamyon getirtip adeta gönüllü elçisi oldu, aydın çevrelerde bilinirliği arttırdı.
“Mayalandırma sanatları şubesi”
Boğa Kanı’nın peşinde sıklaşan AOÇ ziyaretlerimde, şarabın parasını muhasebeye ödeyince alındı makbuzunun yanında bir fiş daha verirler, onun da üzerinde “Verile emri” yazardı. Fişin üzerinde “Şarap Fabrikası” ibaresi de, bir süre sonra “Mayalandırma Sanatları Şubesi”ne dönüştü. Gide gele nihayet tanıştığımız gün tesisin müdiresine bu Öztürkçe tutkularından dolayı iltifat edecek oldum. Ziraat mühendisi müdire hanım “Öztürkçe merakından mı sandınız?” diyerek bir gülme krizine tutuldu. Sakinleşince de işin aslını açıkladı:
“Öztürkçe ile ilgisi yok… Tesiste ufak tefek tadilat zorunlulukları doğuyor, bunlar için belediye encümeninden izin almamız gerekiyordu. Ama Melih Gökçek’in bürokratları antetli kâğıdımızın üzerindeki şarap kelimesini okur okumaz imzalamaktan korkuyor, yazıyı sümen altına atıyorlardı. Taleplerimiz bir türlü encümenden çıkmıyordu. Bunu fark edince tesisin adını değiştirmeyi akıl ettik. Yanlış da değil hani, şarabın yanında sirke ve turşu da yapıyoruz, sonuçta onlar da mayalı ürünler… Bu yeni isimle ne göndersek haftasına onaylanıyor.!”
Oğuz Atay’ın deyimiyle “acıklı güldürü” kıvamındaki bu tür manevraların ardından tesis 2000’lerde atağa kalktı, bir sonraki müdür eski beton havuzları paslanmaz çelik tanklarla yeniledi. Ve 2010’da Boğa Kanı’nı daha prestijli Cabernet Sauvignon üzümlerinden yaptı. Ne var ki, 2014’te şarap üretimi durduruldu ve şarap tesisi çiftliğin müze ve sergi salonuna dönüştürüldü.
Boğa Kanı’ndan “köpek öldüren”e…
Atatürk pek şarap sevmese, akşam sofralarında rakıyı, bazı gündüzleri birayı tercih etse de, kurduğu ve adını verdiği çiftliğin şarabı olduğu için “Atatürk’ün şarabı” diyebileceğimiz şarapların akıbeti ise, pek parlak olmadı… Tesis şarapların bir kısmını kendi dükkânında satabilse dahi, elde 68 ton şarap kaldı ve bunların da 28 tonu sirkeleşti. Sayıştay’ın denetim raporu için inceleme yapan Ankara Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü, “Kalan Şarapların yüzde 40’ı da okside oldu ya da geçkinleşti. Geriye kalan yüzde 60’ı da içim özelliğini kaybetmek üzere, piyasadaki en ucuz şaraplar fiyatına ancak elden çıkarılabilir. Bunların da bozulmaması için bir an önce de elden çıkarılmalıdır” görüşünü bildirdi.
Bir zamanlar madalyaları beşibiryerde gibi boyunlarına dizen Atatürk şaraplarının sonu, pek hazin oldu. Tıpkı Atatürk’ün adını taşıyan pek çok şeyde olduğu gibi…