09 Temmuz 2017

Ah Beyoğlu, vah Beyoğlu…

Beyoğlu, Türkiye’nin batıya dönük yüzüydü

1980’lere damgasını vuran düzeyli dergilerden Şehir’de, bazı ünlülerle “Neden İstanbul’da yaşıyorsunuz?” başlıklı bir dizi söyleşi yapılmıştı. Konuşulanlardan biri de iktisat profesörü Asaf Savaş Akat’tı.  Akat, “İstanbul’da yaşamamın sebebi Anayasa’nın 20. maddesidir” demişti. Acar muhabir de soruyu patlatmıştı:

“Nasıl yani? Anayasa’nın 20. maddesi ‘Asaf Savaş Akat İstanbul’da oturacaktır’ mı diyor?”

Karşılıklı gülüşmeler arasında Asaf Hoca açıklamıştı: “Bu madde özel hayatın gizliliğini ve dokunulmazlığını güvence altına alır. Orada öyle yazar ama taşrada, kasabalarda, küçük şehirlerde bu özgürlüğü hissedemezsiniz. İstanbul’da ise birey olmanın keyfini çıkarır, özgürlüğünüzü tadar, ‘etraf ne der?’ demeden dilediğinizi yapabilirsiniz. İşte bu yüzden burada yaşıyorum…”

30 yıl öncenin bu tatlı diyaloğunu geçen hafta Hürriyet gazetesinin gündeme taşıdığı Beyoğlu tartışmaları dolayısıyla hatırladım. Hürriyet eklerinin enerjik yöneticisi Çınar Oskay ile ekibi, günler boyu Beyoğlu’nun nereye gittiğini tartışmaya açtılar, art arda röportajlar yayınladılar. Ama tüm yazılıp söylenenlerde bazı şeyler de eksik kaldı. Mesela Asaf Savaş’ın hatırlattığı bu Anayasa maddesine pek değinilmedi. Bu yazı da, o eksik boyutu tamamlamak için yazıldı…

2000'lerde restore edilerek yeniden açılan Pera Palas, şıklığıyla bugünün Beyoğlu'sunda tuhaf bir sinema dekoru gibi...

Özgürlükler adası yok edilmek isteniyor

 

Günler süren Beyoğlu röportajlarında pek çok şey söylendi. Ama en az temas edilen, Beyoğlu’nun Asaf Hoca’nın İstanbul için söylediği “Özgürlükler adası” özelliği ve onun boğulmak istenmesiydi. 40 yıla yakındır Beyoğlu’nun müdavimi, son 20 yılında da Beyoğlu “sakini” bir yazar olarak bizzat gördüğüm, Beyoğlu’nda bir “negatif toplum mühendisliği” uygulandığı… AKP henüz iktidara gelmediği, sadece belediyelere egemen olduğu günlerde Beyoğlu’nu da bu kervana katmış, ancak sadece Beyoğlu’nun değil, Türkiye’nin de vitrini olan İstiklal Caddesi’ne dokunmamıştı. Bu yıllarda sadece ilçenin Kasımpaşa, Piyalepaşa gibi semtlerine bolca kaynak aktarıyor, İstiklal ve Cihangir’de yoğunlaşan ilerici ve aydın kesimi ürkütmüyordu. Bu kıvam iktidarın ilk yıllarında da devam etti, 2010 yılında ise Tayyip Erdoğan’ın barları dolduran insanların sokaklara taştığı bir akşam Beyoğlu’ndan geçmesiyle sona erdi. Ertesi gün sokaklardaki masalar hoyratça toplandı, mekânların dışarıya masa koymaları yasaklandı. O günlerde yazdığım Milliyet’te bunu şiddetle eleştirmiş, akşamında da Başkan Misbah Demircan’ın telefonuna yakalanmıştım. Başkan yarım saat bin dereden su getirmesine rağmen, anlamlı bir argüman ileri sürememiş, uygulamayı da bir türlü tam savunamamıştı.

2000'lerin başındaki Çiçek Pasajı. Şimdilerde döküntü vaziyette...

O günden başlayan Beyoğlu’nun bir yandan baskılanması, bir yandan da değiştirilme çabası, Gezi direnişinin ardından katlanarak artıp bugünlere geldi. Caddedeki 400 ağacın sökülmesi, İstiklal’in gündüzlerini bir kamyon ve otomobil terörüne teslim etti. Sinemalar, kitapçılar ve eğitim kurumları azaldı, yerlerini yabancı sermayeli giyim mağazaları aldı. Bir yandan tapındığı kâr tanrısından başka bir şey görmeyen vahşi kapitalizm, bir yandan caddenin özgürlükçü kimliğini söndürmeye çalışan iktidar, Beyoğlu’nu örseledikçe örseledi. Bir dönem biber gazı, Toma ve plastik mermi Beyoğlu hafta sonlarının adeta olmazsa olmazıydı. Gık çıkaranın tepesine binildi, turistik bir merkez dünyada eşi görülmedik biçimde şiddet dolu görüntülere sahne oldu. Yetmeyince eli palalı “öfkeli gençler” piyasaya sürüldü. Aydınların, solcuların, marjinallerin kaynaştığı Beyoğlu’ndan bu insanları kaçıracak her şey yapıldı. Kaliteli işletmelerin müşterileri beyaz yakalılar da korkutulup küstürülünce, “kötü para iyi parayı kovdu” ve Beyoğlu varoş gençlerine ve Arap turistlere kaldı.

Ücra sokaklardaki eğlence yerlerine bile masa koydurulmazken birbiri ardına açılan baklavacılara Taksim’in göbeğinde sokağa masa çıkarma izni verildi. Böylece barlar kapandı, pilavcılar, künefeciler çoğaldı.

Terkedilmiş Markiz Pastanesi şimdi toz toprak içinde...

Beyoğlu Türkiye’nin batıya dönük yüzüydü

 

Oysa Beyoğlu İstanbul’un en batılı semtiydi. Orada oturmasa bile birçok insan haftada bir “Beyoğlu’na çıkar”, bir İstiklal turu atar, pek çok yeniliği ilk kez orada görürdü. Bir gastronomi yazarı olarak ben de pek çok ilki Beyoğlu’nda yaşamıştım. Kestaneli, hindili pilavı Hacı Abdullah’ta, ördek yahnisini Rejans’ta tatmış, ilk profiterolümü İnci Pastanesi’nde yemiştim. Büfelerinde karşıma çıkan çikolatalı tosta bayılmış, sabaha karşı koltuk meyhanelerinden taşan sarhoşlar için ızgara edilen sırf yağdan şiş kebaplara bayılmıştım. Dönemin en zengin yerlerinden Talimhane’de yedek parçacıların seyyar satıcılardan yedikleri biftekli sandviçlere imrenmiştim. Ama en çok Tarkovski gibi yönetmenleri keşfettiğim sinema günlerinden, dolup taşan tiyatrolarından, sabaha kadar açık kitapçılarından, Bilsak gibi kültür merkezlerinden gıdalanmıştım.

Markiz Pastanesi 2000'lerin başında yeniden açıldığında, vitrininde inci gibi makaronlar diziliydi.

Beyoğlu tarih boyu zengin gayrimüslimlerin ince yaşam tarzına batakhanelerin, fuhuş ve kumarın bir kol boyu mesafede olmasıyla ünlenmişti. Hiçbir zaman steril ve elit olmamıştı. Dönemlerden, krizlerden, göçlerden tabiî ki etkilenmiş, bazen inmiş, bazen de çıkmıştı. Ama hiçbir zaman da bugünkü gibi söndürülmeye, öldürülmeye çalışılmamış, böyle bir toplum mühendisliği çabasıyla doğası iğdiş edilmemişti.

Ülkenin üzerindeki kaynağı bilinen siyasî basınç kalkmadıkça, Beyoğlu da rahat bırakılmayacak. Ama “devran döndüğünde”, eminim ki kendi rengine tekrar kavuşacak.

Büyük usta Refik Halid Karay, “Şu Boğaziçi’nin hali ne olacak?” diye konuşulan 1950’lerde “Fazla lâf, çok keser sesi istemez. Perileri kaçırmayalım!” diyordu.

Beyoğlu’nu orasını burasını çekişirip “kurtarmaya” sıvananlara da, kurtarayım derken öldürmemeleri için “Gölge etmeyin, başka ihsan istemez!” demeli…

Yazarın Diğer Yazıları

Fındıkağacı malikânesi

İskoçya'nın bir numaralı malt viski üreticisinin miras bıraktığı paha biçilmez fıçılar şişelendi, Türkiye'ye kadar geldi…

İçki dünyasından bir Levent Kömür geçti

İçki dünyamızın en büyük şirketi Mey Diageo’yu 7 yıl boyunca yöneten, görevini soranlara “Yeni Rakı’nın genel müdürüyüm” diyen sıradışı bir insanın serüveni…

“Ramazan'ın gülü” giderek soluyor…

Güllaçlarda gül tadının “eser miktarlara” indiği, gül reçelinin hepten unutulduğu, gül likörünün anılarda kaldığı günlerde, sitemli bir Ramazan yazısı…