Küba füze krizi çıktığında altı yaşındaydım ve doğal olarak ne Küba'dan haberim vardı, ne füzeden, ne de üçüncü bir dünya savaşının eşiğinden dönüldüğünden.
İlkokula yeni başlamıştım ve Fenerbahçe'den başka takımları tutabilen çocukların da olduğunu öğrenmek beni hayretler içinde bırakmıştı.
Küba krizi, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonrasının iki nükleer gücü SSCB ile ABD'nin kafa kafaya tokuşmasına ramak kala, füzeler ateşlenmeden sonuçlanmıştı.
O gün insanların yaşadığı dehşetin büyüklüğünün, iki kutuplu dünyada yumuşama (detend) döneminin başlamasına neden olduğunu 13 sene sonra siyasi tarih okurken öğrenecektim.
Trump'ın kimsenin beklemediği bir anda İranlı general ve Iraklı milis gücü komutanını öldürtmesi ve ardından İran'ın Irak'taki bazı ABD hedeflerini vurmasının ardından dün bütün gün bu konu tartışıldı: Yeni bir dünya savaşının eşiğinde miyiz?
Haber kanallarına filan baktım, maşallah ne kadar çok askeri stratejiste sahibiz!
Bunların onda biri TSK'da çalışıyorsa, her orduyu ezer geçeriz, kesin bilgi, istiyorsanız yayabilirsiniz.
İkinci Dünya Savaşı ile ilgili olarak bilinmeyen bir şey kalmadı. Kitap okumayı sevmeyenler de televizyon dizilerinden duruma vakıf oldular.
Büyük stratejist olmaya gerek yok: İkinci Dünya Savaşı'nın öncesindeki dünya ile bugünkü dünya aynı değil.
Eski kıtada, Avrupa'da savaşa hevesli görünen kimse yok. Savaşarak elde edilebilecek büyük çıkar gören de...
Avrupa'nın savaş çıkarma ve sürdürme kapasitesine sahip büyükleri, dünyayı zaten ekonomik olarak ele geçirmiş durumdalar, dengesiz ticaret nedeniyle cepleri dolu.
Kapitalist sistemin doğası nedeniyle elbette sorunlar yaşıyorlar ama bu sorunları çözmek için savaş çıkarmaya kalkışmak pek olacak şey değil.
Rusya ve Çin gibi iki büyük güç, şu anda kendilerini 'sıkışmış' hissetmiyor.
Rusya, yakın geçmişte hayal edemeyeceği bir konumda, büyük oyuncu olarak yeniden sahada.
Çin'in görünür vadedeki çıkarları da 'itidalin ve ticaretin' devamında yatıyor, savaşta değil.
İran, Irak'taki ABD üslerini vurdu ve ruhani lideri "bunun daha başlangıç olduğunu" söylüyor ama savaş kapasitesi sınırlı bir ülke.
ABD ile savaşı tırmandırmanın, İran'ı bölgeden silmek isteyenlerin aradığı fırsat olduğunu bilecek bir devlet aklına sahip olduklarını da var saymalıyız.
Yani Üçüncü Dünya Savaşı çıkacak diye endişelenmeyin.
Endişelenmemiz gereken çok daha önemli sorunlarımız var:
* İdlib'den kaçan cihatçı teröristlerin Türkiye'ye sızmalarını nasıl engelleyeceğiz?
* Yakın bir gelecekte işsiz kalacak ÖSO'yu ne yapacağız?
* Libya'da bütün paramızı tek bir karta basarak oynadığımız kumarı kaybetme olasılığı nedir?
Cehaletin ve altı boş kibrin yön verdiği dış politikamız duvara toslamış durumda. Bölgede Katar'dan başka dostumuz yok!
Halk olarak endişelenmemiz gereken şey bir Üçüncü Dünya Savaşı olasılığı değil.
Önemli kurumları çökertilmiş, sistemini kaybetmiş, iki kampa bölünmüş, kendisini büyük oyuncu zanneden ama taşra politikacısı çapında bir tek adamın yönetiminde rüzgarda savrulan bir gemideyiz.
Gemi doğuya da dönse, batıya da dönse biliyoruz ki rüzgar ve akıntı döndürüyor, kaptan değil!
İkinci Dünya savaşı başlarken Türkiye, böyle yönetiliyor olsaydı, acaba halimiz nice olurdu?
* * *
Davutoğlu'nun özeleştirisi
Bir saray darbesiyle istifaya zorlanan eski Başbakan Ahmet Davutoğlu, partisini kurdu.
Arkadaşımız Murat Sabuncu, parti kurulurken Davutoğlu'nun da bir özeleştiri yapması gerektiğini T24'te yazmıştı.
Davutoğlu, genel bir özeleştiriyi Murat Sabuncu ile gerçekleştirdiği sohbetinde yaptı. Dün okumamış olanlar, Sabuncu'nun T24'teki haberini buradan okuyabilirler.
Bizde özeleştiri daha çok kendini aklama anlamına geliyor.
"O vakit şöyle olmuştu ama ben de öyle olmaması için çalışmıştım" gibi bir yaklaşım oluyor.
Bizim toplumsal kültürümüzde 'günah çıkarma' geleneği yok.
Onun için özeleştiriler de deyim yerindeyse "günahını" itiraf edip, bunu neden bir daha yapmayacağını açıklamak şeklinde olmuyor.
"O gün şu olay karşısında şöyle düşünmüştüm, ama şimdi şu nedenle bu tutumumun yanlış olduğunu gördüm" gibi bir özeleştiriye rastlamak mümkün olamıyor.
Mesela Davutoğlu, Barış Bildirisi imzacısı akademisyenler için 14 Ocak 2016 günü şöyle konuşmuştu:
"Bildiriye yansıyan provokatif dil, fikir özgürlüğü olarak değerlendirilemez. Bildiriye imza atanlar bir kez daha kendilerini muhasebeye çekmeliler."
Dün de Murat Sabuncu'ya şunu söyledi:
"Barış Akademisyenleri bildirisi yayımlandı. Eleştirilerim oldu, diline, ifade tarzına. Ama sonuçta fikir özgürlüğü idi. Tayyip Bey beni davet etti. Gittim. Bana 'Bu bildiriye karşı niye daha sert tavır almıyorsun, adeta teröristleri savunuyorsun' diye çıkıştı. Ben de bu akademisyenlerin terörist olarak tanımlanamayacağını, esas onun yaptığının fikri ifade özgürlüğüne karşı bir tavır olduğunu söyledim. O adalet mekanizmasını işin içine sokmak istedi, ne yazık ki soktu da. Önünde bir liste vardı. 'Sizin de kurulmasında katkısı olduğunuz Şehir Üniversitesi'nden isimler de var' dedi. Ben de bunun onların doğal hakkı olduğunu söyledim."
Ancak şunu da eklemeliyim: Kimsenin burnundan kıl aldırmadığı, özür dilemenin bile nadir rastlanan tutum olduğu bir toplumsal kültürde, bu kadarının bile önemli olduğunun da farkındayım.
Yeter ki bundan sonra bu sözleriyle tutarlı davranabilsin.
* * *
İl başkanlarını tek tek atayan, tek adam
AKP Genel Başkanı, partisinin yönetimini topladı.
Yardımcısı Erkan Kandemir, yeni atanan il başkanları ile ilgili sunumu sırasında her biri için "Sayın Cumhurbaşkanımızın onayıyla atanmıştır" diyerek açıklayınca, Recep Tayyip Erdoğan espri yapmış:
"Niye bana yıkıyorsun, tek başına mı atıyorum ben il başkanlarını? Sen benim önüme getiriyorsun, ben çoğunu tanımıyorum bile. İstişare yapıp atıyoruz. Kılıçdaroğlu gibi bana 'tek adam' mı diyorsun yani?"
Gördüğünüz gibi sözünü ettiğimiz 'şey' bir siyasi parti. 17 yıldır iktidarda.
Ve il başkanları hâlâ atamayla gelip, atamayla gidiyor.
Parti demokrasisi 'istişare' ile sınırlı. Konuşmasından anladığımız kadarıyla istişare edenler de genel başkan ile yardımcısı.
Belki o aşamaya gelmeden önce genel başkan yardımcısı da daha alt düzeyde istişarelerde bulunmuş olabilir ama adı üzerinde 'istişare'.
Tüm üyelerin iradelerini ortaya koymayı hedefleyen seçim değil.
Ve parti içi demokrasi anlayışı istişare ile sınırlı olan genel başkan, espri yapıyor: "Bana tek adam mı diyorsun?"
Erkan Bey belli ki açıkça söylemeye çekinmiş ama daha nasıl anlatsın?