Bundan birkaç yıl önce 3. sınıf öğrencilerimden biri yanıma gelip o sıralar çalıştığım üniversitenin hocalarından birinin derste anlattıklarından şikâyet etmişti. Söylediğine göre bu zat, Yunanları anlatırken sözü dönüp dolaştırıp “tükürsek boğarız şerefsizleri!” noktasında bitirmiş. Öğrencim, “Hocam zaten bütün lise yıllarını bunun gibi düşmanca ifadelerle geçirdik, üniversiteye geldik bilimsel bir şeyler öğrenelim diye, burada da aynı kafa devam ediyor! Ben bu şekilde eğitim almak istemiyorum!” diyerek bana içini dökmüştü.
Sistemin bu tür öğretim üyeleriyle oluştuğu bir ülkede, öğrenciler de elbette üç aşağı beş yukarı belli bir çerçeve içinde kalarak eğitilebiliyorlar. Bunun senesinin ne kadar uzun olduğu, kesintili mi kesintisiz mi olduğu elbette önemli. Ancak bunlardan daha önemli sorunları var bugünkü eğitim sistemimizin. Neler mi?
Örneğin öğrencilerimin birçoğu lise yıllarında evrensel anlamda hiçbir eğitim almadıklarından bizzat kendileri yakınır. Birinci sınıflar üniversiteye geldiklerinde tam anlamıyla bomboşturlar. Korkunç bir sınav sistemiyle kafaları tamamen ambale olmuştur, bilimsel verileri ancak test sistemiyle algılar hale gelmişlerdir. O yüzden de herhangi bir bilgiyi bir diğeriyle sentezleme yeteneği diye bir becerileri kalmamıştır; ancak ezberledikleri sorulara ezberledikleri şekliyle cevap verebilir, soruyu farklı bir biçimde sorduğunuzda apışıp kalırlar. Ne kültür, ne edebiyat, ne coğrafya, ne uzak ne de yakın tarih konularında birçoğunun en ufak bir bilgisi yoktur. Bazıları 12 Eylül Darbesini bile derste öğrenir. Yabancı edebiyattan geçtim, yerli edebiyatı bile uzaktan duymuştur bir kısmı. Sınavlarda kendilerini ifade edebilecek bir Türkçe dilbilgisine bile sahip değillerdir. Sorarsınız; birçoğu aslında Siyaset bilimi ya da Uluslararası ilişkiler yerine başka konular okumak istemiş, ama aileleri tarafından iyi bir iş bulsunlar diye bu bölümde okumaya zorlanmıştır. Dolayısıyla da durumu ya derslere gelmemek, ya da gelip de sınıfta dinlememek şeklinde telafi etme yolunu tercih ederler. Bu bir tür protesto mudur yoksa kaçış mı, orası ayrı bir tartışma konusu. Ama bu çocuklar, Türkiye’deki mevcut eğitim sistemi yüzünden okudukları bölümleri sevmeden, zoraki mezun olurlar. Birçoğunun daha okurken bile mezun olunca iyi bir iş bulma umudu kalmamıştır. Onları yüksek lisans yapmak konusunda cesaretlendirmeye çalışırız. Bir kısmı zaten baba işini devam ettirecektir, ona sadece duvara asacağı afili bir diploma gerekmektedir, herhangi bir şey öğrenmeden de mezun olsa olur yani! Ki o da öyle yapar zaten.
Bu öğrencilere verilen ders programı genelde bir takım sübjektif kriterlere göre belirlenir. Her okulun kendi kriterleridir bunlar, okulun ne tür bir üniversite olmak istediğine bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Bazen durum tamamen ideolojik bir yön bile alabilir. Bu yüzden de, örneğin Siyaset Bilimine Giriş dersinde okutulacak Aristo, Eflatun, Rousseau, Voltaire, Macchiavelli gibi teorisyenlerin arasında Kaşgarlı Mahmut’u da bulabilirsiniz! Ne alakası var siyaset bilimiyle demeyin, programı yapan zihniyettir bu “bilimsel” çizgiyi belirleyen.
Devlet üniversiteleri bir yana, özel üniversitelerde öğretim üyelerine sadece doldurmaları zorunlu olan haftada şu kadar saat öğretim değil, türlü sekreterlik, okul tanıtımı, okul reklamı, öğrenci kayıtları gibi işler de yaptırıldığı için, yayın zorunluluğu getirmeyen okullarda senede bir kez bile yayın yapan hoca bulmakta zorlanırsınız. Yayın yapan öğretim üyelerinin büyük kısmı da bu yayınlarını Türkçe yapar, zira pek çoğunun bırakın yayın yapacak kadarını, yabancı yayınları izleyecek kadar bile yabancı dil bilgisi yoktur. O yüzden de YÖK’ün Doçentlik Sınavına girmeden önce, olur da size bu tür bir öğretim üyesi çıkarsa diye, “aman mutlaka bir Türkçe yayının olsun, sana çıkacak jüri Türkçe yayının olmazsa terslenebilir” diye uyarılırsınız, sanki yabancı dilde bütün dünyanın okuyabileceği yayınlar yapmış olmanız bir kabahatmiş gibi!
Durum bu olunca elbette yabancı dil bilmeyen, hiçbir yayını takip etmeyen, her fırsatta TV programlarında boy göstermeyi makbul akademisyenlik ve evrensel biliminsanlığı kriterlerine ulaşmak sanan bir “öğretim üyesi” profili oluşur. Bunlar her konunun “bilirkişisi”dirler, fasulyenin faydalarını da anlatabilirler, nükleer enerjinin yararlarını da! Eh tabii bunca önemli meşguliyet arasında, kendilerini dünyadaki meslektaşlarıyla aynı rekabet alanında tutacak yayınları takip edip iki kitap okuyacak vakitleri kalmaz! İşte bu tür öğretim üyelerinin yetiştirdiği öğrenciler ise “TBMM’ye başka hangi isim verilir?” diye sorulduğunda “Yüce Divan” diye cevap verir. Burada kabahat kesinlikle o öğrencide değildir, bunun altını özellikle çizmek isterim. Sadece diploma kaygısıyla güdümlü bir öğretim sistemi oluşturup, sorgulamayan, bilim üretemeyen, ezbere dayalı bir sistemde koyunlaştırılan bireyler yetiştirme yoluna giderseniz, sonu bundan farklı olamaz elbette. Bugün artık Türkiye’de, ister lise ister üniversite olsun, ortalama bir öğrenci profili dediğinizde kitap okumaktan hoşlanmayan, bırakın dünya tarihini, “millî” kısmının dışında kendi yakın tarihini bile bilmeyen, Türkiye’nin coğrafyasını yarım yamalak öğrenip, dünya coğrafyası hakkında en ufak bir fikri olmayan (niye olsun ki? Türkiye zaten dünyanın merkezi değil mi?!!), tartışma kültürünün yakınından dahi geçmemiş, hiçbir eleştiriye tahammül edemeyip, en rezil olduğu durumlarda bile cehaletini, “büyüklerinden” gördüğü örneğiyle Atatürk’ün manevi varlığına sarılarak savunmaya kalkan şuur özürlü cahil kitleler söz konusudur. Ancak bunun daha da kötüsü var ki bu zavallı gençler, adı Üniversite ama içeriği kötü bir lise eğitiminden bile beter olan, özellikle son yıllarda mantar gibi türemiş bu “eğitim kurumları”na gittikleri için kendilerini bir şeyler bilir sanmaya başlar. 12 Eylül dönemi sonrası bol keseden dağıtılan Profesörlük unvanlarıyla, intihallerle dolu özgeçmişlerinden utanmayıp bütün TV kanallarında arz-ı endam eyleyerek ahkâm kesen, ne kadar cahil oldukları ancak gerçek biliminsanlarıyla karşılaştıklarında ortaya çıkan hocaların olduğu bir sistemde, bu gençlerin de kendilerini bilgili sanmalarından daha normal bir şey yoktur.
Ancak işte bu sistem böyle devam ettikçe, ister 4+4+4, ister 3+5+8 yapın, eğitimin içeriği böyle boş, böyle kalitesiz kaldıkça, siyaset, sosyal yapı ve hatta din de ona göre şekillenecektir. Bu yüzden de öğrencimin bunca şikâyet ettiği o “tükürsek boğarız” kafasını birgün her nasılsa Profesör olmuş bir “öğretim üyesi”nden, başka bir gün ise, bizzat hizmet etmekle yükümlü olduğu kendi vatandaşlarını hedef gösteren bir İçişleri Bakanı’ndan duymaya devam edersiniz. Bu kafalar böyledir zira; kendilerini hâkim ulus olarak gördükleri için, diğerlerini de onlara biat etmekle yükümlü zavallı fâniler olarak algılayan bir kibirden muzdariptirler. Bu ister kendi vatandaşı olsun, ister öğrencimin örneğinde olduğu gibi başka bir ülkenin halkı! Militarist zihniyet her yerde kendi düşmanını yaratır. O düşman imgesiyle politika yapmaya devam etmek için de buna biat edecek cahil kitlelere ihtiyacı vardır. İşte bu yüzden önemli olan, bu sisteme “yeter artık” diyebilecek, bunu dönüştürebilecek, evrensel anlamda eğitimli genç kitleler yetiştirebilmektir. Bu da eğitimin niceliğinden ziyade, niteliğini değiştirmekle mümkün olabilir ancak!