15 Nisan 2020

Ayy evlere sığamıyoruz

İnsan kendiyle mutsuz ise başkalarıyla mutlu olma ya da başkalarını mutlu etme şansı aslında pek yoktur

Yaklaşık bir aydır gözle göremediğimiz, elle bulaşabilen ve nefesimizi kesme ihtimali yüksek bir virüsle mücadele ediyoruz. Daha doğrusu malum virüsten kaçmaya çalışıyoruz. Gerçi bu kaçma işleri aniden alınan sokağa çıkma yasakları, zorunlu çalıştırılma ile ancak bazılarımızın bir "lüksü" olarak yaşanıyor. Lüksü diyorum çünkü evde kalabilmek aslında önemli bir ayrıcalık. Çünkü yüz binlerce insan eğer patronuna "Ben evde kalmak istiyorum" derse işten kovulacağı için çalışmaya devam ediyor. Sabahın erken vakti kalkıyor, maskesini takıyor. Otobüse biniyor, koltuğa "otursam mı" diye düşünüyor. Yan tarafta biri öksürse içi gidiyor. Akşam karanlığına kadar çalışıp aynı yolları aynı kaygılarla geri dönüyor. Bazıları hizmet sektöründe olduğu için her gün yüzlerce insanla temas ediyor. Evinin kapısından her içeri girdiğinde yakınlarına "uzak durun" diyor.

Hemen hemen her gün "Bugün eve virüs getirmiş olabilir miyim" kaygısı yaşayan insanlar varken bazılarımız da "Ayyy evlere sığamıyoruz". Ekmek yapıyoruz olmuyor, dizi izliyoruz kesmiyor, oyun oynuyoruz yetmiyor, mesaj atıyoruz bitmiyor, canlı yayınlar yapıyoruz yetişmiyor. Can sıkıntımız, iç bunaltımız, mutsuzluğumuz geçmiyor da geçmiyor. İrili ufaklı, geniş, dar evlere bir türlü sığamıyoruz. Hasta değiliz, bir yakınımız hasta değil. Hastaneden haber bekleyenler var mesela ama ayy biz evlere sığamıyoruz.

Sabah penceremizin camını açabiliyoruz, şansımız varsa kuş sesleri bile duyuyoruz. Ağaçlar çiçeklendi. Evet insan hüzünlenmiyor değil fakat kurşun sesi duymuyoruz, bomba da. Oysa çok değil birkaç yıl evvel Cizre’de Diyarbakır’da, Şırnak’ta sokaklar ateş altındaydı. Çocuklar bakır tele adını yazıyordu "yakılırsak adımız bilinsin" diye. Bebeklerin ölüsü buzlukta anaların cesetleri günlerce sokakta kalmıştı. Ayy evlere nasıl da sığmıştık o zamanlar… Nasıl da görmezden gelmiştik bekleyen cenazeleri. Ateş altındaki sokakları… Can pazarını…

İki ay önce göçmenler sınır kapılarına yüklenmişti aç biilaç. Su bulamıyorlardı içmeye… Bir taraf "gidin" diyordu diğer taraf "gelmeyin" diye ateş açıyordu. Nasıl da soğuktu havalar. Açık olan fırınlardan ekmek alacak paraları yoktu. Ayy biz nasıl da sığdık o vakit evlere. Hem de yüreğimiz hiç sızlamadan... Sıcak sıcak evlerimizden "savaşsınlar efendim" dedik. Bir gün sadece 48 saatliğine kapanan marketlere hücum edeceğimizi aklımızdan hiç geçirmedik.

Kaz Dağları’ında binlerce ağaç kesilirken, Hasankeyf sular altında kalırken ayy nasıl da evlere sığmıştık oysa. Gezi’de üç beş ağaç için isyan edenlere ayy nasıl da kızmıştık. Cerattepe için mücadele eden köylülere nasıl da yaban yaban bakmıştık.

"Ayy evlere sığamıyoruz. 1 ay oldu yahu çok sıkıcı." Hapishanelerde yüzlerce hasta tutuklu var. Ölüme gün sayıyorlar. Aylardır, hatta yılladır tutuklu, mahkemeye bile çıkarılmayan siyasetçiler, gazeteciler var. Ayy biz evlere sığamazken onlar üç metrekare hücreye sığıyor. Akıllı telefonlarımızla Instagram paylaşımları yaparken "görüldü" damgalı mektup bekliyorlar.

"Ayy evlere sığamıyoruz. Otur otur bıktık…" Bu arada çalıştığı işyeri kapatıldığı için işsiz kalan, günübirlik işlerde çalıştığı için şimdi işsiz olan ve aç kalan on binler var. Neyi neye katık edip yediklerini bilmiyoruz. Çocuklarının karnını nasıl doyuruyorlar, faturaları nasıl ödeyecekler, biz evde yoksunluk duygusuyla baş edemezken, onlar yoksullukla nasıl baş ediyorlar bilmiyoruz.

"Çocuk ödevini yapsın diye odasından çıkamıyoruz. Ayy bu uzaktan eğitim çok fena." Geçtiğimiz aylarda yapılan bir araştırmaya göre İstanbul’daki çocukların yüzde 42’sinin günlük ayakkabısı dışında başka ayakkabısı yok, yüzde 44,4’ü maddi imkânsızlıklar nedeniyle yeterince ısınamıyor. Çocukların yüzde 27’sinin bir odası yok. Bilgisayarı ve interneti de... Yani İstanbul’daki çocukların en az yüzde 20’sinin Mart başı itibarıyla bir eğitim hayatı yok.

Tarkovski'nin sosyal medyada binlerce kez tekrarlanan bir sözü vardır. "Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacağınız şekilde yetiştirin" der. İnsan kendiyle mutsuz ise başkalarıyla mutlu olma ya da başkalarını mutlu etme şansı aslında pek yoktur. Elbette bilirkişi değilim lakin kendine yetemeyen, kendiyle geçinemeyen bir insan başkasıyla da zor geçinir gibi geliyor.

Elbette zor günler yaşıyoruz. Elbette kaygıyız. Fakat bu kaygıyı milyonlarca insanla birlikte yaşıyoruz. Bu sadece bir kaçımızın başına gelen bir felaket değil. Söylenirken, sızlanırken sağlığımız için gönüllü girdiğimiz karantinaya girme lüksü olmayanları hatırlayalım. Sokakta yaşayanları, kağıt toplayanları, dilenerek yaşamak zorunda olanları, göçmenleri ve elbette her koşulda çalışmak zorunda olanları…

Başımızı sokacak bir evimiz, yiyecek ekmeğimiz, bütün bunlar sona erdiğinde çıkacağımız sokaklar var. Hazır evdeyken düşünecek çok şeyimiz var oysa. Mesela dünya bu hale gelirken evlerimizde niye sakin sakin oturduğumuz gibi. Seçtiğimiz politikacılar dereleri kurutup, ağaçları kesme talimatları verirken neden sustuğumuz gibi. Bundan sonra nelere dikkat etmemiz gerektiğini düşünebiliriz. Bundan gayrı hayatın sadece tüketmekten ibaret olmadığını, paranın satın alamadığı, alamayacağı şeyler olduğunu hatırlayabiliriz. Ezcümle mızmızlanmayı, söylenmeyi, şımarmayı bir nebze de olsun bırakıp hayata, sevdiklerimize, doğaya gerçekten baksak ne güzel ederiz.

Çizin: Selçuk Demirel

Yazarın Diğer Yazıları

Tekli koltuk

Hanımlar, beyler! O koltuklardan kalkıp aramıza katılın. Katılın ki neler söylediğimizi, neler yaşadığımızı, ne istediğimizi, neyi savunduğumuzu ve ne yapabileceğimizi görüp duyun. Tartışın, konuşun, birlikte karar verin yani çoğalın. Çünkü birlik olmak tek olmaktan büyüktür. Ne kadar rahat olursa olsun, tekli koltuk kanepeden hep küçüktür

Makul isyandan makus tarih çıkar

Ülkenin batısında bir yerlerde bir yıkım, yangın adaletsizlik olduğunda avazı kadar çıkan sesimiz doğusunda yaşandığında içimize kaçıyorsa hak ve adalet meselesi ile ilgili derin çelişkimiz var demektir...

Sokak güzeldir

Kayboluyoruz… Küçük hesaplarımızla didişirken o büyük bir denizin ortasında kayboluyoruz. Ve bunun için bir fırtına olması da gerekmiyor. Çünkü hayat insanı fırtınadan daha şiddetli savuran bir şey

"
"