Hepimizin hemfikir olduğu bir şey varsa o da zor bir ülkede yaşadığımızdır. Çok uzağa gitmeden son bir haftayı bile hatırladığımızda buna ikna olmamız yeterli.
Ekonomik olarak zordur, politik olarak zordur, sosyolojik olarak zordur ve bütün bunlar bir araya geldiği için psikolojik olarak da zordur. Hepimizin ortaklaşa bildiği ve hem fikir olduğu başka bir konu da kapitalist bir ülkede yaşıyor olduğumuzdur ki kapitalizm de insanı öğüten bir sistemdir. Değerlerini, iddialarını, ideallerini çürütür.
Hepimizin ortak olmadığı ama doğru olan bir konu da yaşadığımız her şeyin politik olduğudur. Hayattaki her şey politiktir. Çünkü sistemler politiktir. Ve o sistemlerin içinde çalışan, nefes alan insanlar olarak yaptığımız her şey de doğal olarak politiktir. Yani aman her şeye politikayı karıştırıyorsunuz sözü de dahil olmak üzere her şey politiktir. Ve bunu politizmi oy verdiğimiz partiler üzerinden değerlendirmek yanlış ve büyük bir çaresizliktir… Her şeyin politik olduğu ve hayat dediğimiz, çalıştığımız, uyuduğumuz, uyandığımız, sevdiğimiz, kahrettiğimiz, kızdığımız, kırıldığımız bu zaman dilimi içinde her birimizin de politik bir görüşü ve duruşu oluyor haliyle. Çünkü insan dediğimiz canlı yemek, içmek ve boşaltım sistemini kullanmak dışında da arzuları, beklentileri, düşleri, hırsları, idealleri olan bir canlı. Hem de kapitalizm hepimizin sürü halinde yaşamasını bunca arzulamasına rağmen… Çünkü insan dediğimiz canlı, yalnızca hayatta kalmaya değil, aynı zamanda anlam arayışına da ihtiyaç duyar. Zorluklar ne kadar büyük olursa olsun, yaşama tutunmanın, direnmenin, mücadele etmenin bir yolunu bulur. Kimi bunu bireysel başarılarla, kimi kolektif bilinçle, kimileri de sanatı, edebiyatı, müziği, dayanışmayı kucaklayarak yapar. Küçük bir mahallenin dayanışma ağı, bir işçinin emeğine sahip çıkışı, bir sanatçının eseri, bir gazetecinin haberi… Bütün bunlar, sistemin öğütme çarklarına karşı insanın var olma mücadelesinin küçük ama güçlü ifadeleridir. Farkında olsak da olmasak da yaşadığımız ülke, dünya hepimizin ortak hikâyesiyle şekilleniyor. Nerede ne yaptığımız, ne kadar sustuğumuz ve neyi nasıl konuştuğumuzla…
Birileri “Beni ilgilendirmez” diyebilir, “Ben sadece kendim için yaşarım” diye düşünebilir ama gerçek şu ki, sistem hepimizi bir şekilde içine çeker. Her şeyin kirli olduğu bir yer de temiz kalma ihtimaliniz yoktur. Toz illaki sizi de bulur. Yine de insanların sosyal medyada yaptığı bir paylaşımın, yaptığı bir haberin, söylediği bir sözün bedelinin gözaltı/ hapishane olabildiği bir yerde suskunlaşmasının sebebi anlaşılabilir. Burada unutmamamız gereken şey ise birinin yaşadığı adaletsizliğe sessiz kalmak diğerlerinin de geleceğini etkileyeceğidir. Hadi bunu da anladık; hepimizin kendi küçük dünyalarında var olma mücadelesini vermesini, yerini koruma kaygısının sosyal, ekonomik, psikolojik nedenleri var diyelim. Kendimize kadar konforlu alanlarımızdan mahrum kalmamak için gözümüzün ucuyla okuyor, kısık sesle konuşmayı tercih ediyoruz diyelim. Sıranın bize gelmemesi için elimizden geleni yapıyoruz diyelim ve kendimizi saklayalım…
İnsanların konforlarından vazgeçmek istememesi eleştirilebilir lakin aynı zamanda anlaşılabilir. Ve fakat konforlarından vazgeçmek istemeyen insanların başkalarını konforlarından vazgeçebildikleri için eleştirmesine dünyanın her yerinde ya edepsizlik ya da aymazlık denir. Barış Pehlivan gözaltına alındıktan hemen sonra Fatih Portakal’ın haber sunduğu ekrandan ‘gazetecilik etiği’ dersi vermeye kalkışmasını tanımlayacak en berrak ifade bu. İşin kötü yanı Portakal bunu tek başına yaşamıyor. Ona bu cüreti veren toplumsal çürüme. Bir gazetecinin apar topar gözaltına alınmasını hem de ‘muhalif’ olarak adlandırılan bir medya kurumundan böyle iştahla savunmayı başka türlü açıklamak ne yazık ki mümkün değil.
Çürüme bir gün gelir öyle bir derinleşir ki daha önce söylemeye utanacağın şeyleri milyonların duyacağı şekilde hiç yüzün kızarmadan deyiverirsin. Çünkü konfor alanın kıymetlidir ve böyle bir alanın neden nasıl bırakıldığını anlamadığın gibi bunu bırakmayı tercih edenlere de sinirlenme hakkını kendinde bulursun. Bununla da kalmaz ahkam kesersin. Oysa bundan birkaç yıl önce bir gazeteci yaptığı haber nedeniyle gözaltına alındığında tepki gösterebilen bir ülkeydik. Toplumsal çürüme dediğimiz şey tam da budur işte: Önce gerçekleri unutturmak, sonra bu unutuluşun bir parçası olmayı normalleştirip “Türkiye şartlarında” tanımlaması yapmak ve sonunda da her şeyin en başından beri böyle olduğunu kabullenmek.
Bir ülkenin şartlarına göre çalışmak, yaşamak, konuşmak diye bir şey yoktur. Rağmen yaşamak, konuşmak, ısrar etmek diye bir şey vardır.
Konforumuzdan vazgeçmeyi istemiyorsak en azından edemizle susmayı bilmeyi becerebilsek iyi olur.
Bugün sinema sektöründeki tekelleşmeyi, gazeteciliğin geldiği noktayı, iş cinayetlerini, emek sömürüsünü, yoksulluğu, yolsuzluğu, üniversitelerde akademik özgürlüğün yok edilişini konuşmazsak, yarın bunlar tamamen yok olduğunda şaşırmak yerine “şartlar böyle” deriz.
“Bu ülkede her şey olabilirsiniz ama rezil olmazsınız” demişti Murathan Mungan. Geldiğimiz nokta itibarıyla “rezil” olunmuyor “meşhur” olunuyor. O yüzden ne kadar tepki gösterilirse gösterilsin Portakal o medya kanalında yine ahkam kesmeye devam edecek. Kendini muhalif olarak tanımlayan kesim de onu izlemeye, izlerken baş sallamaya devam edecek. Ne acı değil mi? Ama şartlar böyle…