Burçak Bingöl *
Yedi yıl önce sadece bir süre için diye geldiğim İstanbul’a yerleşip, üç yıl önce şu an hâlâ yaşadığım evime taşındım. Taşındıktan birkaç ay sonra yaşadığım küçük bir olay, kafamda büyük etkiler yaratacak, komşuluğun, birlikte yaşama deneyiminin kültürel değişkenliği, içinde yaşadığım topluma dair önemli bir içgörü yaratacaktı.
Bu olayı anlatmadan önce, daha eskiye ve daha uzağa giderek, New York’ta yaşadığım, kafamı meşgul eden asıl hikâyeyi de daha anlamlı kılacak bir başka anımı anlatarak başlamak isterim.
Ayağının altındaki halı çekilmiş, taze bir eski akademisyen olarak Ankara’daki yaşamıma ara verip, 2009 yılını Brooklyn’deki üç katlı, hafif yana yatmış eski bir evin üçüncü katındaki iki odasından birinde geçirdim. Şimdi orayı anımsadığımda, beş kişiyle paylaştığım, kirasına kendimce küçük bir servet ödediğim, kendini zar zor ayakta tutan bu evin bizimle yaşayan altıncı kişi gibi olduğunu düşünüyorum.
Odasını kiraladığım arkadaşım Eric kendi kişisel eşyalarını toparlarken bir makine gösterip “Bunu ister misin?” diye sormuştu. En yakın tahminle bir narenciye sıkacağı olabileceğini düşündüğüm bu şeyin ne olduğunu bir türlü anlayamamıştım. Makine bir “Noise Device” idi. “Gürültü yapıyor,” dedi Eric, “uyurken gürültü çıkarıyor.” Kafam karışmıştı. “Nasıl yani? Sen uyurken gürültü çıkaran bir makine mi? Neden?” diye sordum. Aldığım cevaplara rağmen durumu ve cihazın ne işe yaradığını bir türlü kavrayamamıştım. İnsanın uyurken bir gürültüye ihtiyaç duyabileceği fikri son derece yabancı ve anlaşılmazdı. Sorarken bile kulağa garip gelen sorularımı sıralarken kat arkadaşım Matthew bu alete çoktan talip olup sevinçle odasına götürmüştü bile…
Bu makinenin tam olarak ne işe yaradığını aylar sonra bir gece sabaha karşı anlayacaktım.
O gece, Hispanik mahallesiyle komşu, “hipster”ların yavaştan biriktiği bölgedeki evimize bir partiden artık zar zor yürüyebildiğim topuklu ayakkabılarımla yalpalayarak dönerken, anahtarlarım Meserole Sokağı’ndaki evimizin kilidini açmayacaktı. Belli ki evin içinden birisi çevrilmemesi gereken mandalı çevirmiş, anahtarı kimsede olmayan bu kilidi dışarıdan açılamayacak şekilde kilitlemişti. Kapıyı çalıp birini uyandırmaktan başka çare yoktu. Çekingen tık-tıklarla başlayan kapı çalışlarım yavaş yavaş hızlanmış, yaklaşık yarım saatin sonunda gümbürtülü yumruklara dönüşmüştü. Ama o kapı o gece hiç açılmadı.
Evi paylaştığım beş ev arkadaşımdan hiçbiri o gece uyanmadı. Çünkü hepsinin başucunda onları dünyadan, dışarıda olup bitenden koparacak bir “gürültü makinesi” vardı. Bu makine, her dalga boyundan yaydığı sürekli cızırtıyla dışarıdan gelen sesi kendi içinde eritip yok ediyordu. Benim kapıyı parçalarcasına vurarak çıkardığım her boydan ses dağılıyor, bu makineden çıkan özdeş dalgayla bütünleşip sonsuz dalga denizinde fark edilmez bir etki yaratıyordu.
İçeride uyuyanların başucundaki gürültü sürerken, benim için dışarıdaki sessizlik büyüyordu. Gidecek bir yer yoktu. Gece karanlığında kapının önünde beklerken, daha birkaç gün önce bir kapkaççının yanımdan rüzgâr gibi koşarak kaçtığı bu mahallede zihnim de boş durmuyor, türlü felaket senaryolarıyla olası tehlikeleri çaresizliğime ekliyordu.
Sonrası ise bugün hatırladıkça nasıl olup da girişebildiğimi hâlâ aklımın almadığı, senaryosunu hemen oracıkta yazıp oynadığım bir macera filmi olarak gelişti. Zira o eve girmek zorundaydım.
Topuklu ayakkabılarla, yarı sarhoş, telle örtülü demir kapının üzerinden aşarak binanın arka bahçesine geçmiş, ara katlardaki pencerelerin demirlerinden kendimi yukarı çekerek yarı teras gibi olan çatıya tırmanmıştım. Buraya açılan ve hiç kilitlemediğimiz üçüncü kattaki pencereye ulaşınca sonunda odama girmeyi gerçekten becerebilmiştim.
Yüksek topuklarımı vura vura yürüyerek girdiğim odamda –nasılsa kimse uyanmıyordu ve uyanmayacaktı– hemen bir not yazmaya giriştim. Sonra da onu en az ev kadar eski buzdolabımıza iliştirdim. Ertesi gün olup da notu herkes gördüğünde ev ahalisi haliyle şaşırdı ve çok da üzüldü, ama o gece o kilidi kimin çevirdiğini de hiçbir zaman öğrenemedik…
İlerleyen günlerde, atıldığım bu küçük maceradan ziyade bir gürültüyle huzur aramanın ironisi zihnimi günlerce meşgul etti. Bireyselci bir yaşam kültüründe kutsallaşan kişisel alanı ve bu yalnızlaştırarak koruyan alanın erişilmezliğini ilk elden tecrübe ediyordum. Benim için yabancı ve garipti. Bu, refah düzeyi yüksek Batı toplumlarında kendi kozasına giren insana ve bireyselciliğine pazarın sunduğu cazip oyuncaklar, alışkanlıklar ile farklı bir yaşam tarzıydı.
Bu olay birbirimizle kurduğumuz ilişkiler ve bunun kültürel bağlamda ne kadar farklılaşabileceği ile ilgili bambaşka bir bakış açısı yaratıyordu. Sonrasında, zihnimin kenarındaki bir göz olan biteni hep bu aralıktan gözlemleyecek, çevrede olanları ve bunları nasıl yorumladığımızı, nasıl tepkiler verdiğimizi gözetlemeye, sürekli tartmaya başlayacaktı. Gerçek politika da, kalıplaşmış söylemlerin ötesinde, tam da en yakınındakiyle kurduğun ilişkide değil miydi zaten? Adımını kapından dışarı attığın anda karşılaştığın ilk kişiyle kurduğun ilişkinin özünde...
2010’da başlayan İstanbul hayatım, beni düzenli ve içine kapalı Ankara’dan Tarlabaşı’nın hiç uyumayan, dışarıdan bakanlar için oldukça tekinsiz sayılabilecek ara sokaklarına taşıdı. Bir başka “Meserole Street”. Drama dozu oldukça yüksek Kalyoncu Kulluğu Sokak’ta hayat hiçbir yerde olmadığı kadar karmaşık ama düzenli, döküntü ama gerçekti. Birkaç yıl sonra, sadece birkaç yüz metre ötede olmasına rağmen çok daha sakin ve güvenli olan Aynalı Çeşme’de, halen yaşadığım evime taşındığımda ise çoktan –İstanbulluların çoğu gibi– fazla yoğun bir hayatın içine yuvarlanmıştım bile. Adeta bir ipin üzerinde düşmeden ilerlemeye çalışan bir cambaz gibi, uç uca eklenen iş seyahatleri arasında, yapılması gerekenleri atlamamaya, aralıksız çalışarak yeni hayatımı bir düzene oturtmaya, buraya her anlamda alışmaya çalışıyordum.
Taşındıktan kısa süre sonra, Aralık ayında bir akşam, bir yurtdışı seyahatimden döndüğümde kapıdaki sarı kâğıdı görecek ve elektrik faturasını yatırmayı yine unuttuğumu bıkkınlık ve hayal kırıklığıyla fark edecektim. Mutluluk biraz da küçük şeylere, evin ısısına, bir temiz duş alabilmeye veya dolapta yiyecek bir şeyler bulabilmeye bağlıydı işte…
Kâğıdı alıp eve girdiğimde, elektriğin olmadığından emin halde uzandığım düğme ışıkla yanıt verince kafa karışıklığı ve merakla sarı kâğıda geri dönmüş, bu kâğıdın acaba başka ne olabileceğini düşünerek solgun, resmi yazılarını taramaya başlamıştım.
Kâğıdın arkasına elyazısıyla, hiç tanışmadığım komşumun düştüğü not evdeki ışığı açıklıyordu:
“Burçak Hanım
Elektiriğiniz kesilecekti
Ben 3 no’lu daireden Sadık
Faturanızı yatırdım sonra verirsiniz
Veya eşime bırakırsınız.”
Nihayetinde bana şu yazıyı yazdıran duygu ve düşünce yoğunluğuyla birkaç dakika, yanımda bavulum ve tepemde yanan ışığımla, sonrasında aylarca çalışma odamın duvarında yapışık halde duracak olan elimdeki sarı kâğıda bakakaldığımı hatırlıyorum.
Beni hiç tanımayan komşum, görevlinin elektriğimi kestiğini görmüş ve inisiyatif alarak, ödemeyi unuttuğum faturamı benim yerime cezasıyla yatırmıştı. Bu o anda benim için yapılmış çok büyük bir iyilikti. Hem çok şaşırmış hem de çok duygulanmıştım. Beni ruhen İstanbullu yapan şey de tam olarak, gündelik hayatın koşturmacası ve stresi içinde zaman zaman göremez olduğumuz, yaşama sinmiş olan bu dayanışmanın doğallığı oldu. Bu hareket, gücünü bu toplumda derin kökleri olan mahalle ve komşuluk geleneğinden alıyordu.
Bu nedenle bu kişisel hikâyenin asıl konusu olan ödenmemiş fatura tebliği, sadece bir not değil, birlikte yaşama kültürü, birbirine gösterilen –zaman zaman boğabilen– bir ilgi, alaka ve merak, bu ilişkiler ağını kristalize eden bir temsiliyet aynı zamanda. Bu yüzden önemli ve özenle saklanan kıymetli bir belge.
Sonrasında Sadık Bey’i sadece birkaç kere gördüm. Eşini de notu aldıktan hemen sonra borcum ve minnetim için götürdüğüm para ve çikolatayı vermek için gittiğimde kapıdan görmüş oldum ama sonra pek karşılaşmadık. O günden beri yoğunluğum hiç değişmediği gibi daha da arttı.
Kafamın içindeki telaş, karmaşa ve gürültü, komşularıma çoğu zaman salt sessizlik olarak yansıyor. Onlara göre sessiz, kendi halinde biriyim. Bu beni iyi bir komşu yapıyor mu yoksa –çoğunlukla apartmanda yaşandığı gibi– kapı aralığında onlarla uzun sohbetler etsem veya misafirliğe gidecek vaktim olsa onlara daha iyi bir komşu mu olurdum bilemiyorum.
Kimbilir, yapılacak işlerin ve projelerin zihnimde yarattığı kargaşa ve telaş belki de benim kendi “noise device”ımdır…
*Bu yazı 15. İstanbul Bienali kapsamında yayınlanan “Hikayeler” kitabından alınmıştır.
İyi bir komşu her pazartesi T24'te
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 16 Eylül-12 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek 15. İstanbul Bienali, “iyi bir komşu” başlığını taşıyor.
Mahallelerin ve ev içi yaşantılarının dünyanın her yerinde geçirdiği köklü değişimler, bir arada var olma şekillerimizin uğradığı değişimleri konuşmayı da zorunlu kılıyor. “iyi bir komşu”nun kim olduğu, aynı zamanda kendimizin “iyi bir komşu” olup olmadığı sorusunu soran İstanbul Bienali, T24 işbirliğiyle internet ortamında bir sohbet başlatıyor.
Bienal başlayana dek her pazartesi sürpriz bir yazar, sanatçı, akademisyen, mimar, psikanalist veya gazeteci T24’te “iyi bir komşu” hakkında yazıyor.
15. İstanbul Bienali
İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın 1987 yılından bu yana düzenlediği İstanbul Bienali’nin 15'incisi, 16 Eylül-12 Kasım tarihleri arasında sanatçı ikilisi Elmgreen & Dragset’in küratörlüğünde, “iyi bir komşu” başlığıyla gerçekleştirilecek. Koç Holding sponsorluğunda düzenlenecek ve iki ay boyunca ücretsiz olarak gezilebilecek 15. İstanbul Bienali’nde, birbirine komşu mekânlarda yer alacak serginin yanı sıra bir dizi performans ve konuşma da düzenlenecek.
|