14 Aralık 2017

Kutsal çarşamba

Hepimizi “bir” kılan şeyin yalan bir resmi tarih olduğunu anlamam için epey bir yaş almam gerekti

Figen Şakacı

Ben çocukken günleri istediğim gibi keser, biçer, uzatır kısaltırdım. Hiçbir gün birbirine benzemez, zaman elimde oyuncak olurdu. Benim için en eğlenceli gün çarşambaydı. Koltukların üzerindeki sakız gibi beyaz örtüler o gün kalkar, kat kaloriferi o güne özel o odada da yakılır, ortadaki sehpada burnu kopmuş palyaço kül tablalarına o  gün çeşit çeşit sigara paketleri konur, birkaç sigaranın ucu da ikram için dışarı çıkarılırdı. Bizi zengin  göstersin diye alınmış şıkırtılı avizemizin kırmızı camdan taşları, koca memeli kadınlar birer birer gelmeye başladı mı zangır zangır titrerdi. İki gün önceden yapılan zeytinyağlılara hiçbir babayiğit elini süremez, o kutsal günün gelmesini bekleyerek avunurdu.

Çarşambaları annemin günüydü. Bunu sadece bizim apartmandakiler değil nerdeyse yavru vatandakiler bile zamanla duyar hale gelmişti. Her hafta çarşamba öğleden sonra terlik, örgü, dantel torbalarıyla gelinir, kapının önüne bırakmak ayıp sayıldığından herkes kendi getirdiği torbaya ayakkabısını koyar, terliğini giyer, misafir odasına doğru yollanırdı. Birbirini her gün görenlerin o ilk karşılaşmalarındaki şaşkınlık nidaları tuhafıma gitse de söyleyemezdim.  Çarşambaları bizim için de halk günüydü. Kapı zili durmadan çaldığı ve en önce ben koştuğum için annem çözümü kapıyı açık bırakmakta bulmuştu. Apartmanın en azılı kedisi karaoğlan içeri girecek de bana tırmık atacak korkusuyla o tarafa yanaşamaz, mutfağa saklanırdım.  Abartısız ve rakamla 30 tam sayıya ulaşıldığında servise geçilirdi.

On iki daireli apartmanımızda çoğunluk Ermenilerdi. “Azınlık” olan bizdik. Ne ki tabağındakini bitirmeyen Ançaloz Teyze’ye, “gâvur ol yemezsen” diye yemin billah ısrar edilir, ortalık biraz karıştı mı “Muhacir evine döndü burası” diye söylenilirdi. Havaya saçılan bu lafların onların hafızasında nereye saplandığıyla kimse ilgilenmez, onlar ince bir gülüş ve suskunlukla geçiştirdikleri bu sıfatları üzerlerine almaz görünürlerdi. Apartmanda yaşamanın tek ortak paydası kimin kim olduğu değil herkesin birbiriyle komşu olduğuydu. Paskalyalarda yumurtalar, Muharrem ayında aşureler kapı kapı dolaştırılır, mevlütlere davet için Marina Teyze’nin kapısı en önce çalınırdı.  Kevork’la ne zaman seksek oynasak mızıkan ben olurdum da o gıkını çıkarmazdı. Hepimizi “bir” kılan şeyin yalan bir resmi tarih olduğunu anlamam için epey bir yaş almam gerekti. Öyle ya biz onların bu korkulu suskunluğunu arsızca sevmiştik de onlar kimseye bir kez olsun “Biliyor musunuz bizim Türk komşularımız var, affedersiniz Türkler de şöyle böyle” demedi!

Okuma yazma öğrenmeye, boyum posta kutularına erişmeye başladığı zaman Avadis yazılı zarfları görüp bir gün sordum. “Niye dedim” anne, “bize gelen faturaların üstünde Avadis bilmem kim yazıyor?” Annem dudağını büktü, “Bu apartmanı o yapmış ya,  baban daha elektriği falan üzerimize geçirmedi herhalde ondan” dedi. Üzerimize neler neler geçirdiğimizi anlamam için de daha vakit vardı. Sonra sonra Sayın Avadis diye başlayan hitaplar kalktı zarfların üzerinden, Sayın Zuhurat Baba yazmaya başladı. Bugüne kadar ödediğimiz faturaların, borçlarımızın tamamını asla kapatamayacağı o zarfların üzerindeki isim değişikliğinden belliydi oysa.

Kadınların kutsal çarşambaları yaptığı dedikodular, yaşlarını almış olmanın rahatlığıyla anlattıkları açık seçik fıkralar, en okkalısından küfürler, kahkahalar, eve gelecek beyleri çekiştirmeler, hiç gelmeyecek olanları anmalar, sessiz sessiz burun çekmeler, ardından kesilen pastalar, gülerken göbek üzerinde hoplayan tabaklar, çayların açık, limonlu, demli, çocuklara paşası, hastalara şekersizi derken havanın ne zaman karardığı fark edilmezdi. Akşamı komşularla karşılamanın huzuru, onları evimizde kusursuz ağırlamanın gururu çökerdi odaya…

Derken bir nara kopardı sokaktan. Herkes bilirdi o sesin kimden geldiğini. “Yine içmiş benimki” diyen Marina teyze sarhoş oğlunu eve nasıl sokacağını düşünerek kaygılanırken bütün kadınlar birden küheylan kesilir, ona destek için terlikleriyle aşağı koşarlardı. Çocuktum anlamazdım naralardan kopan ah’ı… Sahi o sarhoş oğlanın gerçek ismi neydi, onu da hiçbir zaman öğrenemedim.

Bir Kürt’le ilk karşılaşmam da apartmanın giriş katına taşındıkları bir sonbahar günü olmuştu. Diğerlerinin diline alışmıştım da onların cümleleri daha bir gırtlaktan geliyor, yerine ulaşana kadar ağızlarında bir hayli yuvarlanıyordu. Bir gün kocaman bahçemizin henüz otopark olmamış arka tarafında tebeşirle dairelerin içine sayıları yazar, seksek için şöyle yağ gibi kayacak taş ararken bizi uzaktan izleyen Zeyno’yu da oyuna katmak istedim. Omzunu silkti, yanaşmadı yanımıza, naz değildi onunki, gel beni al demekti. Salak kafam uzun süre anlamadı onun dilini… Sonraları azar azar yakınlaştık birbirimize, ben iki adım, Zeyno’nunki parmak ucunda birkaç hamle… Apartmanda “azınlık” sokakta çoğunluk olmanın verdiği arsız cesaretiyle çektim aldım Zeyno’yu yanıma. Büyüklerimden gördüğüm de bu değil miydi zaten? Kendime benzetmek için orasından burasından çekiştirip durmak! O günden sonra en yakın arkadaşım oldu Zeyno. O okuma yazmayı benden önce sökmüştü de, ben onun dilini hiçbir zaman öğrenemedim, onun kadim yalnızlığına asla merhem olamadım. Ne zaman ki karşı dairelerine albayla karısı taşındı, bir günde göçtü Zeynogiller. Kim bilir nereye?

Çarşambaların gelişini bekleme hevesi ve heyecanı bir gün ansızın havaya uçtu. Yok, şıpınişi bir benzetme yapmak için söylemiyorum. Gerçekten havaya uçtu. Benim güzel annem, yukardaki mazot deposuna yaklaşırken, “Al abla, depo dolmuş mu bir de sen bak” diye eline çakmak tutuşturan aklıevvelin aklına uyup saçını başını tutuşturunca çarşambaların kutsallığı, şükür duası, kaşa göze yoğurt çalma merasimi, diş macunuyla el ovma, zeytinyağıyla pansuman yapma seanslarına döndü. Bu kez çay-pasta- sulu yemek servisi yapma sırası Keloğlan’a dönmüş annemin başından ayrılmayan komşularımızdaydı. Ben artık kaşı çatılmayan, sinirlenince saçları diken diken olmayan, içlenince kirpiğinin ucunda gözyaşı birikmeyen anneme alışana kadar komşularımız beni de annemi de hiç yalnız bırakmadı. Artık bana her gün çarşamba, hasta yatağından ütülmüş tavuk gibi cıldır cıldır bakan annemin ağzından komşularına hayır duaları düşmez olmuştu.

“Ay, çocuk annesini böyle görünce travma geçirdi” diyen kim varsa yanımdan bir dakika ayrılmıyordu. Travma kelimesiyle de onlardan çok çok sonra karşılaşmıştım ama benim için pek de fena bir şey değildi hani, öyle ya servis şahane, şefkat, ilgi gırlaydı. Şu travma dedikleri her neyse hemencecik atlatmaya hiç niyetim yoktu. Hem annem de kel mel ama hayattaydı!

Çarşambaların yavaş yavaş irtifa kaybettiği yetmiyormuş gibi bir pazar günü yine bir gümbürtü koptu. Apartmandakiler değişmez bir refleksle camlara üşüşünce gördüklerinden utanıp perdelerle yüzlerini örttüler. Karşı apartman üstümüze toz bulutlarını saça saça yıkıldı; içinde yaşayan “sakinler” başka evlere geçici olarak aktarıldıkları için herkesin içi rahattı da, bu boyu boyumuza, huyu huyumuza denk yapının yerini alacak olan ne menem bir şeydi, kimsenin en ufak bir fikri yoktu. Neyse ki üzerinde çokca tartışılacak kadar uzun zaman geçmedi. Hepi topu iki ayda müteahhit biraz daha sıksa gökdelen olacak bir yapıyı burnumuzun dibine dayadı, aradaki duvarı, üzerinde tebeşir lekesi olan taşları söke söke kaldırdı. Her bahar pembiş pembiş çiçek açan kiraz ağacımızı o hengâmede kesmiş, toprağa çoktan beton dökmüşlerdi.

O koca memeli kadınlarının göğsünde azıcık süt kaldıysa herhalde o sıralar çekilmiş, çarşambalar takvimden o zaman düşmüştür. Sonra göçler başladı bir bir… Zeynolar gidince derin bir oh çeken albay bey ve karısı, evinin manzarası bozuldu diye kesilen o ağaç için çok söylendi ya nafile. Buldozerler salyalarını akıta akıta çalışmaya devam etti.  Karlı günlerde okuldan sonra leğenle koruya doğru hurrra kaydığımız yokuşu düzleyip bir başka apartmanı daha alnımızın tam ortasına diktiler. Topumuz kaçınca altına girdiğimiz arabaların sayısı hızla arttı, üstüne tırmandığımız ağaçların sayısı hızla azaldı. Önce Zeynolar, sonra Kevorklar, sonra Marinalar, sonra Ançolozlar… Gidenlerin yerine albayın akrabaları doluştu. Zildeki isimler silindi ilk iş. Başta “azınlık” olan biz, az kalınca kendimizi çoğunluk sanıp etrafımızı çeviren dört duvara razı olduk… Her birimizin adı sanı belliydi de ne olmuştu, yüzyıllar içinde sıfatlarımız failden tanıklığa, utançtan rızaya, rızadan arsızlığa evrilmişti de hangimizin sesi çıkmıştı? Gidenler gitmişti işte. Sıcacık evlerimiz vardı da tadımız tuzumuz yoktu artık. Bunu deliler bile anladı. Ağaçların kesildiği o günden sonra akıl hastanesinden kaçıp da koruya sığınamayacaklarını fark edince akıllandılar mı ne, çocuklara da bulaşmaz oldular.

Komşular gitmiş, bahçeler talan edilmiş, kapı önleri sohbetleri solmuş, pazar arabalarından sarkan pırasaların boynu bükülmüştü. Yeni taşınanlarla merdivenlerden inip çıkarken birbirimize değmemek, selam vermemek için duvara yapışıyor, yüzümüzü yerden kaldırmıyorduk artık. Değişen sadece apartman hayatı değil, bizdik. Aklım ermeye başlayınca apartmana gelen bütün mektuplara tek tek bakar oldum. Her birimizin adı ve bizzat memleketimizin nesebi mühür gibi duruyordu zarfların üzerinde. Ne ki kimse aradığı kişiye artık ulaşamıyor, daha sonra da bunu tekrar denemiyordu. Takvimde bir günün eksilmesi artık kimin umurundaydı ki?

Hayırlı cumalar hepimize!

İyi bir komşu her pazartesi T24'te

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 16 Eylül-12 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek 15. İstanbul Bienali, “iyi bir komşu” başlığını taşıyor. 

Mahallelerin ve ev içi yaşantılarının dünyanın her yerinde geçirdiği köklü değişimler, bir arada var olma şekillerimizin uğradığı değişimleri konuşmayı da zorunlu kılıyor. “iyi bir komşu”nun kim olduğu, aynı zamanda kendimizin “iyi bir komşu” olup olmadığı sorusunu soran İstanbul Bienali, T24 işbirliğiyle internet ortamında bir sohbet başlatıyor.

Bienal başlayana dek her pazartesi sürpriz bir yazar, sanatçı, akademisyen, mimar, psikanalist veya gazeteci T24’te “iyi bir komşu” hakkında yazıyor.

15. İstanbul Bienali

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın 1987 yılından bu yana düzenlediği İstanbul Bienali’nin 15'incisi, 16 Eylül-12 Kasım tarihleri arasında sanatçı ikilisi Elmgreen & Dragset’in küratörlüğünde, “iyi bir komşu” başlığıyla gerçekleştirilecek. Koç Holding sponsorluğunda düzenlenecek ve iki ay boyunca ücretsiz olarak gezilebilecek 15. İstanbul Bienali’nde, birbirine komşu mekânlarda yer alacak serginin yanı sıra bir dizi performans ve konuşma da düzenlenecek.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Korku ruhu kemirir

"İyi bir komşu korkmadığınız bir yabancı mıdır?"

Bizimkiler’de işler her zaman yoluna girer

Bizimkiler’de pahalı tatiller, havalı arabalar, uğruna ölünesi aşklar yok belki ama...

Ödenmemiş Fatura

Kimbilir, yapılacak işlerin ve projelerin zihnimde yarattığı kargaşa ve telaş belki de benim kendi “noise device”ımdır…