Aslında bu resmin altına uzun uzun yazı yazmak, Picasso’ya “Şu yaptığın resmi bir de yazarak anlatsana” demeye benzer.
Fakat o kadar uzun zamandır siz “değerli okuyucularımdan” ayrı kaldım ki günler sonra ilk buluşmamızda bir “sanat eseri”nin bu heyecanı öldürmesine izin veremem.
“Değerli okuyuculardan ayrı kalmak”… Çocukluğumdan beri bu lafla nerede karşılaşsam yazan adına yerin dibine girer, oturduğum yerde kıpkırmızı olurdum.
Büyüdüm ama pek bir şey değişmedi.
Türkiye’deki “değerli okur, değerli yazar” sarmalının kaosundan kurtulmak mümkün olmadı, onun için ben de kendimi herkesle birlikte bu “değerli” uçuruma bırakıyorum.
Hem sıfırlanması gereken o kadar çok konu birikti ki, Bilal ve babasından da yardım alamayacağıma göre, eşsiz tespitlerimden kamuoyunu daha fazla mahrum bırakmak, özellikle birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu şu “Köşk günleri”nde bana yakışmaz.
Türkiye 30 Mart’takinden de sert bir seçim sürecinde uzun zamandır. Kader anı denilen şey yaklaşıyor. Belki bu hafta sonu belki birkaç hafta sonu sonra ülkenin yeni cumhurbaşkanı ya da başkanı belli olacak.
30 Mart da çok önemliydi fakat artık işin rejim değişikliğine kadar dayandığı bu kritik dönemeçte üç adayımız bulunuyor.
En güçlü aday Başbakan Erdoğan…
Sanırım kendisi bu yarışa bir anlam veremiyor. Diğer adaylara karşı kullandığı dile bakılırsa zaten kendisine ait bir şeyi koruyormuş gibi bir hali var. Bütün ahlak kurallarını yerle bir ederek rakiplerine karşı sarf ettiği sözleri, ona ait olduğunu zannettiği Köşk’e göz koyan kim varsa rakip değil de düşman bellemesi, bu yarışın onun gözünde anlamsız, zaman kaybettiren bir teferruat olduğunu düşündürüyor.
Dini yerle bir ettiği gibi ahlakı da bitirdi Başbakan.
Erdoğan’ın başkan olma tutkusu da ilginç aslında. Tamam, yaptığı tüm hukuksuzluklardan kurtulabilmesinin tek yolu Köşk’e çıkıp başkan olmaktan geçiyor ama şu anda bile bir başkandan daha fazlası gibi davranan birinin gerçekten de o unvana bu kadar ihtiyacı var mı?
Ne istiyor da yapamıyor ki? Hangi yasayı ayaklar altına almıyor ki?
Hukuk sisteminin çalıştığı bir ülkede adaylığını açıkladıktan sonra Başbakanlık’tan istifa etmesi gerekirdi ama o, “Bunu gerektiren bir durum yok” diyerek işin içinden çıkabiliyor.
Zaten uzun zamandır hukuka pek aldırdığı da yok.
Mahkeme, Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Başbakanlık binasına durdurma kararı veriyor, “Sıkıysa durdursunlar” diyebiliyor. Üstüne üstlük bir de oraya havaalanı yaptırıyor.
“Yargıya müdahale etmek suçtur” diyerek Anayasa’nın 138. Maddesi'ni hatırlatıyor, ardından gözaltına alınacakların bir isimlerini vermediği kalıyor, meydanlarda operasyonların devam edeceğinin haykırıyor, milletvekilleri hakkında soruşturma başlattırıyor.
“MİT TIR’ları gıda ve ilaç yardımı taşıyor, TIR’ları durdurmak vatan hainliğidir” diyor, durdurulan TIR’lar ağzına kadar silahla dolu çıkıyor. Karşılığında ise o, TIR’ları durduran savcıyı tehdit ediyor, TIR olayından başlayan hukuksuz bir kıyıma girişiyor.
Örnekleri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz…
Eğer başarırsa, bu yaptıklarını anayasaya aykırı bir şekilde yasal hale getirecek o kadar. Biz de bıçak “milli irade”nin cebine dayanana kadar bu kabusa katlanmaya devam edeceğiz.
Diğer aday Ekmeleddin İhsanoğlu…
Arada sırada çaresizlikten ümitlendiğim zamanlar “çatı aday”ın Köşk için bir şansı olduğunu düşünüyorum ama ardından o seçim sloganı kulaklarımda tekrar tekrar çınlıyor: “Ekmek için Ekmeleddin”.
Cumhurbaşkanlığı değil de Fırıncılar Odası Başkanlığı seçimi için hazırlanmış gibi. İnsanın bağış kampanyasına çuval çuval un gönderesi geliyor.
İddia ediyorum açık ara favori olsanız bile bu çağda hiçbir seçimi bu sloganla kazanma şansınız yok.
Zorlama ses oyununu bir kenara bırakırsak, bir defa bu ülkenin insanlarının öncelikli sorunu ekmek değil şu sırada. Tamamen Erdoğan’a yarayan bir sloganla yola çıkmak şanssız bir tercih oldu bana kalırsa.
Çünkü konuyu ekmekten açarsan o kapmaya çalıştığın AKP oyları döner dolaşır yine Erdoğan’a gider.
Yine de konuşmasıyla, duruşuyla, aldığı eğitimle, Erdoğan’ın kendisine yönelik hakaretlerine karşı takındığı tavırla, eleştirilere verdiği cevaplarla ve Köşk sürecinde vaat ettikleriyle cumhurbaşkanlığına Erdoğan’dan daha çok yakıştığı bir gerçek.
Örneğin, Başbakan, kendisinin üç dil bilmesini, “Tercüman mı arıyoruz?” diyerek küçümsemeye çalışsa da İhsanoğlu Erdoğan’a bu konuda bir cevap vermedi.
“Evet, belki Köşk için tercüman aramıyoruz ama tercüman aramadığımız gibi hırsız da aramıyoruz. Polislere gencecik çocukları öldür emri veren, göz göre göre yargının başına geçen bir diktatör de aramıyoruz, terör örgütlerine silah taşıyan, o terör örgütlerinin 49 vatandaşımızı kaçırmasına vesile olan birini de aramıyoruz” diyebilirdi ama demedi.
Veya Başbakan kendisine, “Sen babana ihanet ettin” dediğinde “Peki ya sen? Ağzından kötü bir söz çıktığında faturasını çok ağır ödettiğini söylediğin baban (bkz: Babam çok otoriter bir babaydı…) senin şu meydanlarda yaptığın konuşmaları duysa ne der? Bu yolsuzlukları görse ‘Sen ne yaptın oğlum” demez mi?” diye de sorabilirdi ama uğraşmadı.
(Önemli uyarı: Linke tıklayıp, çocukken, köylülerin babasına bıraktığı paraların hesabını Erdoğan’ın tuttuğunu okuduğunuzda ufak çapta bir şaşkınlık yaşayıp, babası ve köylüler adına ister istemez endişeleneceksiniz.)
Yine de “Ekmek için Ekmeleddin”, karşısındaki rakip göz önüne alındığında mutlaka şans tanınması gereken bir isim.
Ve Selahattin Demirtaş…
Onu diğer iki adaydan ayrı tutmak isterim tabii ki fakat her ne kadar gönlüm bu seçimlerde kendisinden yana olsa da, gelin itiraf edelim, Demirtaş büyük bir sürpriz yaparak Çankaya’yı kazansa bile bu ülkede gerekirse Köşk’ün yakılıp yıkılacağını, gerekirse Cumhurbaşkanlığı makamının kaldırılacağını ama Demirtaş’ın oraya çıkamayacağını öngörebilen herhalde sadece ben değilimdir.
Ümitli, hevesli ama aynı zamanda gerçekçi de olalım.
Tıpkı Beyaz Saray’a “çikolata renkli” bir siyasetçinin çıkması gibi Çankaya Köşk’üne de bir Kürt siyasetçinin oturması belki de tüm sorunların yavaş yavaş ortadan kalkması için eşsiz bir başlangıç olabilirdi fakat dediğim gibi gerçekçi olmakta her zaman fayda var.
TRT’yi TRT’de rezil etmesiyle, gelemeyeceğini bildiği halde “kof kabadayı”yı her fırsatta canlı yayına davet etmesiyle, sorduğu kritik sorularla, Gezi’de yaptığı açıklamalarla, 17 ve 25 Aralık yolsuzluk sürecindeki çıkışlarıyla, talep ettikleriyle, heveslendirdikleriyle, mizah yeteneğiyle, içtenliğiyle hep hatırlanacak ama bu macera ne yazık ki Demirtaş için unutulmaz bir yaz aşkından öteye gidemeyecek.
Şunun şurasında bir haftadan az bir süre kaldı dananın kuyruğunun kopmasına…
Ertuğrul Günay’ın ve birçoklarının da öngördüğü gibi bu ülke “ya felakete ya da selamete gidecek”.
Söylemek zor ve ne anlamı var bilmiyorum ama büyük olasılıkla da felakete doğru gideceğiz gibi görünüyor.
Çünkü Erdoğan’ın, yaptığı onca şeyden sonra yegane kurtuluşu bu ülkenin felaketinde yatıyor.
Ya bu ülke batacak ya da Erdoğan hukukun denetimine girecek.
Şimdilik kendisi hukukun denetimine girmeye niyetli gözükmüyor ve asıl önemlisi ne yazık ki çoğunluk da, “devlet benim” diyen bir adam için kendileriyle birlikte tüm ülkeyi feda etmeye kararlı gibi duruyor.
Fakat burası Türkiye… Her zaman bir mucize yaşayabilen bir ülke…
Eskilerin dediği gibi; “Çıkmayan candan ümit kesilmez.”
Not: Yazının neresine yedireceğimi bilemedim, acemiliğime verin ama söz etmeden de geçemeyeceğim. Biliyorsunuz Başbakan, öldüğü zaman İstanbul’a gömülmeyi vasiyet etti. Benim önerim, kendisinin Gezi Parkı’na gömülmesi. Böylece daha önce de gömüldüğü parkta ağaçların altında, huzurla ebedi uykusunun tadını çıkartır.