Başbakan’ın bayram performansı haziran ayını aratmadı ne yazık ki…
Hem Süleymaniye Camii’ndeki bayram namazı sonrası yaptığı açıklamalar, hem de ardından partisinin bayramlaşma töreninde söyledikleri kendisine tabii ki çok yakıştı ama yine de duyanların tüylerini diken diken etmeye yetti.
En azından duyanların bir kısmının.
İlk önce Süleymaniye Camii’nin çıkışına gidelim.
Başbakan, kendisine uzatılan mikrofonlara Ergenekon davasıyla ilgili genel geçer birkaç şey söyledikten sonra eylül ayında yapılacağı duyumu alınan yeni Gezi eylemleriyle ilgili bir “hatırlatmaya” şu cevabı verdi: “Bu yola tevessül edenlere bu ülke tüm güvenlik güçleriyle gereken cevap neyse, haddini bilmeyenlere hadlerini bildirir. Neyiniz eksik? A’dan Z’ye temel hak ve özgürlükler noktasında cumhuriyet tarihi noktasında verilmemiş olan hakları Ak Parti iktidarı vermiştir. Görülmemiş noktaları yakalamıştır. Bütün bunlar açık net ortada. Bütün bunların karşısında bir yanlış yapılması halinde gereken neyse onu yaparız.”
Özgürlükler konusunda Cumhuriyet tarihi boyunca yapılmamış reformların AKP iktidarı tarafından yapıldığı kısmen doğru olsa da başbakanın Gezi olaylarının çıkış noktasının, temel hak ve özgürlüklerdeki eksikliklerle ilgili olduğunu görememesinin ve vatandaşlarını tehdit ederek “Neyiniz eksik?” diye sormasının, son zamanlarda kendi iç aleminde fazla “yükselmesiyle” ilgili olduğunu düşünüyorum. Polisin beş kişiyi öldürdüğü eylemlerin tekrarlanması durumunda başbakanın aynı acıları tekrar “zevkle” yaşatacağı konusundaki “teminatı”, kendinden emin ve Ergenekon tutuklularının geçmişteki tavırlarına benzer tavrı aklıma başka bir ihtimali getirmiyor.
Bu tehditkar sözlerin, ibadetini henüz yerine getirmiş, “yaratılanı yaratandan ötürü” seven bir dindarın ağzından çıkmasını da Tanrı’nın bizlere bir şeyler anlatma çabası olarak mı yorumlamalı bilmiyorum, fakat eğer böyle bir şey söz konusuysa bu andan itibaren her gün Tanrı’ya bu konuda bize daha net davranması için dua edeceğim.
Başbakan bir süre sonra da partisinin bayramlaşma törenine katıldı ve şu mesajı verdi “halkına”: “Hiçbir mesele çözümsüz değildir. Dargınlıkların bu bayramda son bulmasını, dostluğun, kardeşliğin kalıcı olarak kalmasını diliyorum. Bu kısacık hayatı gönülleri fethederek geçirmek asli emelimiz olmalıdır. Göçüp gittiğimizde bir çift güzel söz söylenmesi en büyük kazancımız olacaktır. Her meselemizde, atığımız her adımda hayır duaları kazanmak ayırt edici vasfımız olacaktır.”
Telekinezi cami çıkışında mı devreye girdi yoksa bayramlaşma töreninde mi etkisini hissettirmeye başladı orası meçhul. “Had bildiren” başbakan gitmiş yerine “balkonların efendisi” başbakan gelmişti sanki. İnsanın ayaklarını yerden kesen bu “efendi” sözlere kimsenin bir itirazı olacağını düşünmesem de başbakanın konuşmasının devamındaki performansı soğuk duş etkisi yaratıp insanın ayaklarının tekrar yere basmasını sağlıyor.
Bu seferlik “kimselere silah dayatmadığı” için nankörlük etmeyi bırakıp sevinçten havalara uçmamızı bekleyen Başbakan, konuşmasının devamında “en doğal hakkını” kullanıp annelerden üç çocuk istedi ve bu çocukları millete “hibe etmelerini” talep etti. Ama çok şükür ki “kimselere silah dayatmadan”.
Artık “analar ağlamayacak” diye söz veren bir başbakan neden annelerden çocuklarını “hibe etmesini” ister anlamak pek kolay değil. Ne yapacak devlet o “hibe edilen” çocukları? Çocukların devlete “hibe edildiği” sağlıklı bir toplum var mı yeryüzünde?
Sonra başbakan yeniden balkon moduna geçerek 76 milyonu kucakladı, hukukun üstünlüğünden dem vurdu ve sanki başka birisinden bahsediyormuş gibi kimsenin bu ülkenin sahibi olmadığını, böyle düşünmenin özgürlüğü ve saygıyı ortadan kaldıracağını söyledi.
Nobel konusuna girmiyorum bile. Başbakanın Nobel Barış Ödülleri’yle ilgili o sözlerini ödüle karar verenler kadar ciddiye almayı tercih ediyorum.
Bir gün içinde yapılan bu kadar çelişkili açıklamaların anlamı ne, bilen var mı?
Halkına haddini bildirmek isteyen, gerekirse insanların yeniden öldürülebileceğinin teminatını veren mi yoksa hukukun üstünlüğünü dilinden düşürmeyen, yeri geldiğinde 76 milyonunu kucaklayan mı bizim başbakanımız?
İnsanlardan çocuklarını millete hibe etmesini isteyen mi yoksa “göçüp gittiğinde bir güzel çift söz bekleyen” mi bizim başbakan?
Bizim başbakan gerçekten “yaratılanı yaratandan ötürü seven” biri mi yoksa yaratılanı gözünü kırpmadan yok edebilecek, yok olmasına izin verebilecek biri mi?
Böyle kutsal bir günde bir dindarın sözleriyle Tanrı bize bir şey mi anlatmak istiyor?
Eğer öyleyse, lütfen net ol Tanrım. Benim gibilerin kafası gittikçe daha çok karışıyor çünkü.
Yaşa Fenerbahçe
Daha doğrusu “Yaşasın bağzı Fenerbahçeliler”.
Bir gün herhangi bir yerde Fenerbahçe ya da Fenerbahçeli taraftarlarla ilgili övgü dolu sözler söyleyebileceğimi hiç düşünmezdim.
Ama boşuna “büyük lokma ye, büyük söz söyleme” dememişler. Çünkü hayat bir gün sana o lafları bir güzel yediriyor.
Bu, “özeleştiri” ve “beklenmedik” övgülerin nedeni Fenerbahçeli taraftarların bir kısmının Kadıköy’de oynanan Salzburg maçındaki gurur verici “itaatsizliği”.
Bilindiği gibi hükümet “ileri demokrasi” adına önemli bir adım atarak spor sahalarında veya salonlarında “siyasi slogan” atmayı yasaklayan bir karar almıştı.
Üç büyük kulübün bazı taraftar grupları da bu kararı desteklemiş, “sporu siyasete alet ettirmeyiz” gibi kendilerinin bile inandığını düşünmediğim laflar etmişlerdi.
Yanlış anlaşılmasın, sporda siyasetin işi olmalı demiyorum fakat ülkemizde yıllardır sporun siyasete alet olduğu onlarca olaya ses çıkarmayan hem siyasetçilerin hem de taraftarların, demokrasiden uzak bu uygulama konusundaki hassasiyeti bana pek inandırıcı gelmiyor.
Onları bir yana bırakıp Salzburg maçının 80. dakikasından sonra gittikçe artmaya başlayan “protestolar” için “bağzı Fenerbahçeli taraftarları” kardeşçe bir sevgiyle selamlıyorum. Umarım devamı gelir, diğer taraftar grupları da kendilerini yalnız bırakmaz ve hükümete bu anti-demokratik uygulamanın bir sonuç vermeyeceği ve buna hakkı olmadığı mesajı daha yüksek sesle verilir.