Uzun süredir ha açıklandı ha açılanacak denen Yüzyılın Anlaşması İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun da hazır bulunduğu hatta başrolde olduğu bir toplantı ile, ABD Başkanı Donald Trump tarafından açıklandı. Planın açıklandığı salonda Filistin Yönetimi’nden kimsenin bulunmaması kadar Bahreyn, Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Washington büyükelçilerinin salonda hazır bulunması bir hayli dikkatleri çekmişti.
Bahreyn’de gerçekleşen ekonomik zirveden de açıkça görüldüğü gibi, Trump planının gerçek anlamda işlemesi için Arap ülkelerine güveniyor. Konuşmasında Netanyahu’ya dönerek "komşularından ve ötesinden destek göreceksin," derken de bu inancını dile getiriyordu. Bu nedenle bu üç ülkenin o salonda olmasının sembolik değeri bir hayli yüksek. Bu ülkelerin varlığı aynı zamanda Arap ülkelerinin eskiden olduğu gibi tek vücut halinde Filistinlilerin arkasında olmayabileceğini de göstermesi açısından önem teşkil ediyor.
Bilindiği üzere Filistin konusu İslam dünyasının ortak mücadelesi olarak tanımlanan, Arap ülkelerini ve Müslüman ağırlıklı nüfusu bulunan Türkiye dahil bir çok ülkeyi birleştirebilen ve İsrail karşıtı kampa koyabilen çok güçlü bir araç. Özellikle İsrail ile 1949 yılından beri diplomatik ilişkileri bulunan Türkiye’yi düşündüğümüzde ve iki ülkenin yıllardır süregelen çalkantılı ilişkisine baktığımızda, Filistin konusunun ikili ilişkilerin tam ortasında yer aldığını rahatlıkla teslim edebiliriz.
Ancak, Arap Baharı ile başlayan süreçte Orta Doğu daha da istikrarsızlaşırken, iç savaşlarla boğuşan, kendi iç sorunlarına yönelen Arap ülkeleri ve İran tehdidi karşısında Körfez ülkeleri Filistin konusunu bir kenara bırakmışlardı. İran tehdidi aynı zamanda İsrail için bir şans penceresi açmış ve bir çok Körfez ülkesi ile ilişkilerini geliştirebileceği bir ortam sunmuştu.
Trump planının başarılı olabilmesi için Arap ülkelerine güveniyor dedik ancak hiçbir Arap ülkesinin Yüzyılın Anlaşması’nı açık bir şekilde desteklemediğini de söylemek gerek. Kimi ülkeler daha sert tepki verdi, kimi ise daha dikkatli. Mısır, Suudi Arabistan gibi ABD’nin müttefiki ülkeler daha dikkatli bir şekilde tepki verirken, Trump’ı fazla kızdırmadan, onun liderliğindeki ABD ile ilişkilerini devam ettirecek bir şekilde yorum yapmaya çalıştılar.
2 Mart’ta seçim kazanma telaşında olan Netanyahu daha sonra geri adım atmak zorunda kaldığı ilhak çağrıları yaparken, 1 Şubat’ta Kahire’de gerçekleşen Arap Birliği toplantısında Filistin Yönetimi Lideri Mahmud Abbas diplomatik bir zafer kazandı. Toplantıdan çıkan kararda Arap Birliği'nin bu planın uygulamasında ABD ile işbirliği yapmayacağı ve planın güç kullanarak tek taraflı uygulanmaması gerektiği vurgulandı.
Yüzyılın Anlaşması'na en sert tepki veren ülkelerin başında ise Ürdün geliyor. Nüfusunun önemli bir bölümü Filistinli olan ve Suriye savaşı ile birlikte nüfusuna oranla çok büyük mülteci topluluğuna ev sahipliği yapan Ürdün, aynı zamanda Mescid-i Aksa’yı da kapsayan Kudüs’teki vakıfları himayesinde bulunduruyor. Filistin konusu, halkının hassasiyetinin yanı sıra, bu konuda dini ve tarihi sorumluluğu bulunan Ürdün kraliyet ailesinin de meşruiyetini garanti ettiğinden hayati bir öneme sahip. Bu da Ürdün’ün her zaman Filistin konusunda bir arabulucu ve barış süreçlerinde önemli bir rol oynamasına sebep oldu.
Şimdiye kadar…
Trump’ın Ürdün’ün bu geleneksel rolünü göz ardı ettiğini anlaşma hazırlanırken krallığa danışılmamasından görüyoruz. Salonda Ürdün’ü temsilen de kimse yok. Trump ise konuşmasında Ürdün’den bir kez bahsediyor o da İsrail’in harika bir adamla, Ürdün kralı ile birlikte çalışacağını ve Harem-ül Şerif’deki mevcut durumun korunacağını söylerken.
Ürdün Kralı II. Abdullah’ın, planın açıklanmasından hemen önce Fransız kanalı 24 TV’ye verdiği röportajdan, Yüzyılın Anlaşması’nın hazırlık aşamasında karanlıkta kalan tek tarafın Filistinliler olmadığını, anlaşmayı hazırlayan ekibin Ürdünlülerle son bir yıl içinde pek görüşmediğinden emin oluyoruz. İlginç bir detay, Kral bu röportajda İsrail ile ikili ilişkilerde yaşanan sıkıntıları ve ilhak söylemlerini İsrail’de bir yılı aşkın süredir devam eden seçimlere bağlıyor. İsrail’in Batı Şeria’da atacağı ilhak adımlarının ciddi sonuçları olacağından bahsederken, bölgenin istikrarının yapı taşı olarak adlandırdığı Ürdün-İsrail barış anlaşmasına sadık kaldıklarını belirtiyor. Trump’ın açıklamasından sonra ise Ürdün Dışişleri Bakanı Ayman Safadi, Arap ülkelerinin ortak hareket etmesi gerektiğini, Ürdün’ün Kudüs’ü ve orada bulunan dini yerleri koruyacağını, uluslararası hukuka uygun gerçek barışı desteklediklerini vurguladı.
Ancak her şeye rağmen Ürdün’ün yapabilecekleri bir hayli sınırlı. Ekonomik sıkıntılarla boğuşan, sosyal bir krizi ve halk protestolarını ancak mali destek ile aşabilen Ürdün ülkede istikrarı sağlayabilmek için dış desteğe muhtaç. Bu durum da en önemli sponsorları olan ABD, İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne karşı gelmesini zorlaştırıyor. ABD’nin bir baskısı sallantıda olan ekonomisini içinden çıkılamaz bir krize sürükler ve bu da geçen sene zor bela durdurabildiği halk protestolarını yeniden alevlendirebilir.
Doğal kaynak konusunda komşuları kadar şanslı olmayan Ürdün’ün demografik yapısı ise en büyük baskıyı oluşturuyor. Filisin konusundaki hassasiyet özellikle İsrail’in Batı Şeria’da ilhak adımları atması ile birlikte kralın üzerindeki baskıyı arttırabilir ve halkın çoğunluğu tarafından kabul görmeyen ancak devletin hayati önemde gördüğü İsrail ile imzalanan barış anlaşmasından çekilmeye zorlayabilir. Bunun İsrail’in yanı sıra ABD ile ilişkilerini de zora sokacağı aşikar.
Batı Şeria’da bir Filistin Devleti kurulmasına karşı çıkan İsrail’in sağcıları ise "Ürdün eşittir Filistin" söylemini yeniden canlandırarak Amman’ın daha fazla sayıda Filistinliyi absorbe etmesini talep edilebilir. Bahreyn konferansında Filistinlilerin yanı sıra Ürdün’e yapılan mali desteğin arttırılacağının söylenmesi krallığın bu konudaki kuşkularını yeniden canlandırmıştı.
Şimdilik konu olmasa da, Suudilerin Ürdün’ün elinden Kudüs vakıflarının idaresini almak isteği ve böylece Müslümanlar için kutsal kabul edilen her yerin himayesine sahip olma arzusu ise Ürdün’ü rahatsız etmeye devam ediyor.
İsrail ile Ürdün’ün ilişkileri ise uzun bir zamandır bir hayli kötü. Bir süre elçi bulundurmayan iki ülke, metal detektör krizinden, Bakura ve Gamr (Naharayim ve Tzofar) bölgelerinin kira sözleşmelerinin yenilenmemesine kadar bir çok sıkıntı yaşadılar. İlişkilerin soğukluğu, geçen sene barış anlaşmasının 25. yıldönümünün sönüklüğünde de kendini belli etmişti.
Öte yandan, Ürdün’ün tüm bu zayıflıklarına rağmen Amman’ı sıkıştırmak ABD’nin de İsrail’in de işine gelmeyecektir. Ürdün’ün güvenilir bir müttefik olduğunu kabul eden her iki ülke, bir yaptırım uygulanmasının hem Haşimi krallığının sonunu getirebileceğinin hem de Katar örneğinde olduğu gibi ülkeyi İran’ın kucağına atacağının farkındalar.
İsrail’in güvenlik talebini, Filistinlilerin de devlet kurma isteğini yerine getirdiğini iddia eden Yüzyılın Anlaşması, sorunu çözmek için yeni bir yaklaşım getireceği iddiasıyla Oslo parametrelerinden Suudi Arap Barış inisiyatifine kadar kabul gören ve İsrail ile Filistinliler arasındaki görüşmelere temel olan anlayışı değiştirdi. Ancak bu değişimin taraflar arasında yakın zamanda bir barış görüşmesinin başlamasını sağlayamayacağını söyleyebiliriz. Öte yandan onlarca yıldır var olan söylemin de sorunun çözümünde bir milim ilerleme sağlamadığını da kabul etmek gerekir.
Bundan sonra ne olacağı ise çok net değil. Filistinliler kendi aralarında anlaşamazken, İsrailliler bir yıldır başbakan seçemezken, Arap ülkeleri bu konuda bölünmüşken, planın mimarları Trump ve Netanyahu ülkelerinde benzer bir azil süreci yaşar ve kritik seçimlere hazırlanırlarken, her an her şeyin değişebildiği Orta Doğu’da yapılacak en iyi şey bekleyip görmek olacak.