Geçtiğimiz hafta medya zirvesi için İsrail'deydim. Birçok farklı ülkeden yüz kadar gazetecinin bir araya geldiği zirvenin programı bir hayli yoğundu. İsrail'in dış politikasına yönelik İran tehdidi ve İbrahim Anlaşmaları gibi konuları karar alma mekanizmasının içindeki isimlerden ve bu politikayı sürdüren yetkililerden dinlemek bir hayli bilgilendiriciydi. İsrail'in toplumu, kurumları ve bu kurumların işleyişi birçok gezi ve söyleşiyle bizlere anlatıldı.
Ancak tüm bu zengin içeriğe rağmen, her konu eninde sonunda İsrail'de son yapılan ve yeniden Binyamin Netanyahu'yu başbakanlık koltuğuna oturtacak olan seçim sonuçlarına kilitlendi. İsrail tarihinin en sağ koalisyonunun üyeleri kendi aralarında bakanlık kavgası yaparken, verdikleri demeçler ve basına sızan vaatleri, kritik bir dönemde gerçekleşen bu zirvenin ana konusunu oluşturdu.
Hem konuşmacıların, hem de katılımcı gazetecilerin dönüp dolaşıp geldiği ana konu, koalisyonun yeni üyeleri ve İsrail'in geleceğinin nasıl şekilleneceği oldu. Kendisini "Start-up Nation" olarak tanımlayan İsrail'de, Ultra-Ortodoks toplumunun devam ettiği okullarda seküler eğitim konuları olarak tanımlanabilecek matematik, İngilizcenin kaldırılması veya haftalık ders saatlerinin azaltılmak istenmesi, dünya Yahudilerine İsrail'e göç etme ve vatandaşlık hakkı tanıyan Geri Dönüş Yasasında kısıtlamalara gidilmek istenmesi, tartışmaların odağındaydı. Ayrıca Dini Siyonizm partisinin talep olduğu kritik bakanlıklar da tartışma yarattı.
Üç partinin birleşiminden oluşan ve liderleri radikal, aşırı sağ ve homofobik olarak hali hazırda meşruiyet sorunu yaşayan Dini Siyonizm partisi ile kurulan koalisyonda bakanlıklar için süregelen pazarlıkların gizli sürdürülmesi ve istedikleri pozisyonları elde edememeleri Netanyahu'nun Likud partisinden Dani Danon, Israel Katz, Yuli Edelstein, David Amsalem ve David Bitan gibi bir çok nüfuzlu ismin tepkisini çekti. Bazı analistler Likud içinde bir bölünme olabileceğini belirtirken, şimdilik bunun ciddi bir emaresi görülmüyor.
Öte yandan devlet başkanlığı ve başbakanlıktan sonra ülkedeki en önemli üçüncü pozisyon olan meclis başkanlığına açık bir şekilde gey olduğunu belirten Amir Ohana'nın seçilmiş olması, özellikle Avi Maoz ve Bezalel Smotrich gibi eşcinsel haklarına karşı olanların şimşeklerini çekmeye yetiyor. Mecliste hangi konuların görüşüleceğine, hangi önerilerin kanun olacağına karar veren bir makama gelen Ohana, aynı zamanda devlet başkanı vekili olarak görev alacak. Bu durum da Knesset'te gerilimin eksik olmayacağını gösteriyor.
Tüm bu tartışmalar sürerken, Netanyahu'nun rüşvet, yolsuzluk ve görevi kötüye kullanma davaları pek konuşulmuyor. Ancak yeni koalisyonun çıkan yasaların anayasaya uygunluğunu denetleyen Yüksek Mahkemenin yetkilerini kısıtlama hedefi bir hayli tartışma yaratıyor.
Tüm bu gelişmeler İsrail'in Yahudi, demokratik, seküler bir devlet olarak sorgulanması için ortam oluştururken, İsrail'in dış politikasının nasıl etkileneceği de merak ediliyor. Netanyahu daha önceki birçok başbakan gibi dışişlerini pek ilgili bakanlığa bırakmaz. Dolayısıyla daha önceki politikalarının devam edeceğini var sayabiliriz. Ancak önemli bir değişim onun yokluğunda Türkiye-İsrail ilişkileri arasında meydana geldi.
2022 yılının Türk dış politikası için en önemli gelişmesi, sorun yaşadığı ülkelerle bir açılıma gitmesi, ilişkilerde normalleşme çabalarını hızlandırmasıydı. Bu ülkelerin başında İsrail geliyor. Hatta diğer Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerin normalleşmesine bakıldığında en hızlı gelişenin İsrail olduğunu söylemek mümkün. Bunda her iki tarafın istekli olması ve çaba harcaması en önemli sebep.
Türkiye'nin dış politika açılımının yanı sıra, İsrail'de Yitzhak Herzog'un devlet başkanı olması ikili ilişkilerin yeniden raya oturmasının en önemli itici gücü. Bu açıdan Herzog'un Mart 2022'de üst düzey protokolle karşılandığı Ankara ziyaretini bir milat kabul edebiliriz. Erdoğan-Herzog görüşmesinin en önemli çıktısı her iki tarafın her konuda anlaşamayacaklarını kabul etmiş olmaları. Sorunların olabileceğini, bu sorunların diyalog yoluyla çözülmesine karar verilmesi bu nedenle kritik öneme sahip. Böylece eskiden sıkça sosyal medyada rastladığımız karşılıklı suçlamaların yerine, serinkanlı, diplomatik bir dilin gelişmesinin önü açılmış oldu.
Bir yandan "anlaşmamakta anlaşırlarken" bir yandan da ilişkilerin liderler aracılığıyla değil kurumlar üzerinden ilerletilmesi ve sorunlar karşısında bir mekanizma oluşturulmasına karar verildi. Erdoğan'ın Herzog'u kendisine muhatap kabul etmesi, son yıllarda ardı ardına genel seçimler yaşayan İsrail'de başbakan kim olursa olsun en azından 7 sene için sabit bir liderin varlığını garanti etmiş oldu. Bu da Ankara için ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişmesi için önemli bir koşul.
Veda etmeye hazırlanan Bennett-Lapid hükümetinin Ankara'ya karşı mesafeli duruşunu olumlu anlamda değiştiren, İran'ın İstanbul'da İsrailli hedeflere yönelik terör saldırısı hazırlıklarının Türkiye tarafında ortaya çıkarılması olmuştu. Göreve gelmeye hazırlanan Netanyahu ile Erdoğan'ın yıldızının pek barışık olmadığı malum. Ancak onlar da iyi bir başlangıç yaptılar ve her iki ülkenin ortak çıkarları, ortak tehdit algıları, bölgesel istikrara verdikleri önem ve uluslararası krizlerde takındıkları benzer pozisyonlar düşünüldüğünde, işbirliklerini geliştirmelerinin önünde –siyasi irade devam ettikçe- bir engel gözükmüyor. Öte yandan her iki tarafın hassasiyetlerine ve var olan stratejik ilişkilerine saygı gösterilmesi de bir o kadar önemli.
İsrail'de seçimler (şimdilik) bitti. Artık Türkiye seçimlere hazırlanırken, Türkiye-İsrail ilişkileri yeni kritik bir eşiğe yaklaşıyor. Daha önceleri tanık olduğumuz gibi iç politika dış politika kararlarını etkileyebilir, oy uğruna bazı ilişkiler harcanabilir. Öte yandan İsrail'deki yeni hükümetin özellikle Filistinlilere yönelik kararları kurulan bu hassas dengeyi etkileyebilir. Seçim atmosferi ikili ilişkileri yeni bir sınava hazırlıyor. Mart ayında alınan diyalog kararı bugüne kadar başarıyla uygulandı. Umalım ki bundan sonra da devam etsin.
Mutlu yıllar!