18 Ocak 2022

Sadece o guguklu saat miydi çalınan… Yeniden

Polis yoktu o sokaklarda, devlet yoktu o saatlerde. Bu yağmayı, tecavüzü durduran, kimse yoktu. 6-7 Eylül’ün özeti benim için bu.

Daha önce kaç defa bir film veya dizi hakkında yazdım emin değilim ancak aynı dizi hakkında ilk kez ikinci bir yazı yazdığımdan eminim. Netflix’te yayınlanan ve bir çok farklı ülkede de beğeniyle izlenen Kulüp dizisinden bahsediyorum. Konusu itibariyle olduğu kadar bu kadar detaylı ve titiz bir çalışma olması nedeniyle ilk baştan büyük bir tebriği hak ediyor Kulüp.

Meğer benim Kulüp dizisi hakkındaki ilk yazımda başlığa da taşıdığım guguklu saat nasıl bir sır saklıyormuş! Daha ilk sahneden devlet aklını temsil eden Kürşat’ın Varlık Vergisini ödeyebilmiş ender gayrimüslim ailelerden birinin evinde, kasasındaki parasına el koymasına ve evin erkeklerini Aşkale’de kurulan çalışma kamplarına yollayabildiğine tanık oluyoruz. Üstelik bunu yaparken o coğrafyanın uzağında yaşanan bir insanlık trajedisinin kurbanları için, Nazilerin sistematik bir biçimde, tüm devlet aygıtlarını kullanarak öldürmeyi amaçladığı Avrupa Yahudileri için toplanan para ve mücevherlere de el koyabiliyor. Her ne kadar Asseo ailesinin başına gelenler tarihi gerçeklere dayanarak yaratılmış bir kurgu olsa da, daha ilk sahneden devletin ulaşılmazlığını, sorgusuz sualsiz gücünü ve vatandaşın ama özellikle gayrimüslim vatandaşların devlet karşısında ne kadar aciz kaldığını yüzümüze sert bir tokatla vuruyor. Dört bölümlük ikinci sezonda Kulüp bu sefer 6-7 Eylül olaylarına odaklanıyor. Orhan bey (Niko) ve annesinin acı hikayesi ise sezona damgasını vurdu. Ölümüne kimliğini saklamak zorunda kalmak, o bile yeterli gelmiyor. Dönme kelimesi neden hala sürekli karşımıza çıkıyor, düşünmek gerek.

Kulüp bir belgesel değil. Ancak bu konuların işlenmesi, gündeme getirilmesi, tartışılması, ilgili kitapların okunmaya başlanması başlı başına çok önemli. Bir ülke ancak tarihi ile yüzleşebilirse, ondan ders alabilirse, bu hataları tekrarlamazsa ilerleyebilir. Bu dizi de bunun için ilk adımın atılmasını sağladı. Halının altına süpürülmüş ve unutulmaya terk edilmiş bu konuları yeniden gündeme getirdi.

Neden bu tür günlerin yıldönümlerini anarız? Sadece cezasız kalmış olmasından mı? Bu uygulamalara maruz kalmış kişilerin artık aramızda olmamasından mı? Göçün artmasından, “mozaik”, “renk” olarak tanımlanan farklı inançlardan gelen Türk vatandaşlarının nüfuslarının azalmasından, giderek yaşlanmış ve yok olmaya yüz tutmuş olduğundan mı?

Bu soruların cevabı hem evet hem hayır. Evet çünkü bu olaylar hala büyük bir travma bu toplumlar için, ister yaşı yetsin ister yetmesin. Hayır çünkü bu hataların bir daha tekrarlanmaması gerek. Ve sırf gayrimüslimler için değil, hiç kimse için. Evler işaretlenmesin, bir başka grup hedef gösterilmesin, toplumun ötekisi sayılmasın. Dışlanmasın, düşmanlaştırılmasın, onurlu bir yaşam hakkı olsun. Çünkü nefret söyleminin yaptığı bu. Nefret söyleminin nefret suçuna dönüşmesi ise an meselesi. Kontrolün dışına çıkabiliyor nefretle yoğrulmuş kalabalıklar, 6-7 Eylül 1955’te olduğu gibi.

Polis yoktu o sokaklarda, devlet yoktu o saatlerde. Bu yağmayı, tecavüzü durduran, kimse yoktu. 6-7 Eylül’ün özeti benim için bu. İyi ki hala iyi insanlar var demek mümkün. Komşusunu Türk bayrağını astığı evinde koruyabilen. Ancak o kalabalıkları, o nefreti nasıl anlamlandırabiliriz… Birkaç gün önce omuzlarda taşınan Fenerbahçeli Lefter’in hikayesini okuyun. Gayrimüslimlerin yoğun yaşadığı Pera, Şişli, Kurtuluş, Nişantaşı, Fatih, Balat, Fatih, Ortaköy, Yeşilköy, Bakırköy, Büyükada’da olanları araştırın. O semtlerde kaç tane gayrimüslim kaldı, kaç işyeri kimliğini belli edecek isimler kullanabiliyor artık…

Hem varlık vergisi hem de 6-7 Eylül olayları ait olduğun topraklarda istenmediğinin en acı göstergesi. Parçası olduğunu hissettiğin toplumdan yabancılaştırılman demek aynı zamanda. İstenmediğin hissini iliklerine kadar hissettiğin, can ve mal güvenliğinin olmadığını kendini kandıramayacağın bir şekilde idrak etmeni sağlayan olaylar. Göç yolunun açıldığı, hayatları, hayalleri, ümitleri, gelecek planlarını yok eden olaylar.

O karanlık geceyi aydınlatan titrek mum ışıkları ve herkesin bir arada olması. O son sahneyi bir rüya, bir İstanbul rüyası olarak algılıyorum. Kaybolmuş Beyoğlu’na bir ağıt belki de. Yeni doğmuş bebeğe tarihin ağırlığı yerine temiz bir başlangıç şansı verebilmek için seçilmiş sanki. Türkiye sofrasında birlik ve dayanışma resmi, istersek olur mesajı…

Yazarın Diğer Yazıları

Labirentlerle dolu bir süreç olarak Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesi

Yargı reformu tartışması nedeniyle kutuplaşmış ve zayıflamış görünen bir İsrail sadece ABD için değil Suudi Arabistan için de ciddi bir kaygı kaynağı

Sportmenlik, Hitler ve "Bir daha asla!" bilinci

Nefret söylemi ve ayrımcılığın karşısında durmak önce yapılanın nefret söylemi olduğunu belirtmekle, adını koymakla başlar. İtiraz, eleştiri, ayıplama ile mücadelede ilk adım atılır. Eğitim ise bu kronikleşen sorunun elimizdeki yegane panzehr

Türkiye - İsrail ilişkilerinde yeni bir eşik

İsrail'de seçimler (şimdilik) bitti. Artık Türkiye seçimlere hazırlanırken, Türkiye-İsrail ilişkileri yeni kritik bir eşiğe yaklaşıyor. Daha önceleri tanık olduğumuz gibi iç politika dış politika kararlarını etkileyebilir, oy uğruna bazı ilişkiler harcanabilir