Bu seferki bayram kahvaltımız zoom üzerinden. Sağolsun teknoloji, Akdeniz'in iki ucundaki ailemizi bir araya getiriyor, İspanya'dan Türkiye'ye sanal bayram ziyaretini mümkün kılıyor.
Güneşini, zeytinini, domatesini paylaştığımız Akdeniz ülkelerinin hemen hiçbirinde yok bizim kahvaltı gibisi.[1] Cemal Süreya'nın dediği gibi:
"Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı"
Bayram buluşmamızı mümkün kılan tabii ki teknoloji. Bilgisayarlar, akıllı telefonlar ve bunların türlü çeşit girdisini sağlayan onlarca ülkede konuşlanmış muhtemelen yüzlerce üretici firmanın oluşturduğu küresel tedarik zincirleri.
Peki bu eşsiz kahvaltımızın içeriği de tamamen bizim mi? Önce çaydanlığa ilişiyor gözüm, sonra çatal-bıçağa.
Hepimizin evindeki çaydanlık
Paslanmaz çelikten çaydanlıklar var çoğumuzun evinde. Peki nerede yapılır bu çaydanlıklar? Elbette ki, çaydanlığı üretip bize ulaştıran markaların pek çoğu Türkiyeli. Ancak, dünyanın en büyük sekizinci çelik ihracatçısı olan Türkiye, paslanmaz çelikte ithalata bağımlı.[2] Yani, ülkemizde entegre paslanmaz çelik tesisi yok. Paslanmaz çeliği üretmek için gereken ferronikelin ülkemizde üretimi yok, ferrokromun ise üretim miktarı yetersiz. Bu hammaddeleri ithal edince de maliyet alıp başını gidiyor. Sadece Çin ve Hindistan'la değil, aynı zamanda Japonya ve Fransa ile rekabet etmek mümkün olmuyor.
Bir de çaydanlıkların kulpları var plastikten. Aynı paslanmaz çelik gibi, sıcağa dayanıklı plastiğin girdileri de küresel tedarik zincirleri üzerinden sağlanıyor.
Kahvaltı masasındaki ekmeğin buğdayının, çaydanlıktaki çayın, çaydaki şekerin ithalata bağımlılığını sonraki yazılara bırakıp, bugün özellikle imalatın bağlı olduğu tedarik zincirlerine ve bu zincirlerde pandemi sebebiyle yaşanan aksamalara, kopmalara bir göz atalım.
Küresel tedarik zincirlerindeki aksaklığı pandemi yaratmadı, sadece belirginleştirdi
Süregiden pandemi, küresel sistem içinde halihazırda var olan kırılganlıkları iyice belirginleştirdi. Üretilmesi yüksek teknoloji falan gerektirmeyen eldivenler, önlükler, test çubukları paylaşılamayan mallar haline geliverdi. Pek çok ülkede kişisel koruma ekipmanı ve bunların girdileri üzerinde ihracat kısıtlamaları uygulandı.
Pandemi öncesinde bu medikal malzemelerin yaklaşık yüzde 50'sini Çin sağlıyordu küresel pazarlara. Kim öngörebilirdi ki, dünyanın en büyük ihracatçısının bu ürünlerde ihracat yasağı koyacağını? Dünyanın en büyük ikinci ekonomisinin neredeyse dükkânı kapatacağını, dünyayla lojistik bağlantısının sekteye uğrayacağını, küresel tedarik zincirinin önemli halkalarının kopacağını?
Kamu sağlığı krizinin orta yerinde, birçok ülke bu malzemelerin tedariğini Çin'den Vietnam'a, Kore'ye, hatta okyanus ötesinde Honduras'a kaydırmak durumunda kaldı. Pandemi bir bakıma Pandora'nın kutusunu açtı ve bize Asya pazarlarına ne kadar bağımlı olduğumuzu gösterdi.
Hiper-uzmanlaşma ve gıdadan telekoma Asya'ya bağımlılığımız
Pek çok ülkenin Çin'e ve daha genel olarak da Asya pazarlarına bağımlılığı, elbette ki medikal malzemelerle sınırlı değil. Gıdadan telekoma pek çok alanda, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin Asya'ya, özellikle de Çin'e bağımlılığı son 20 yılın küreselleşmesinin en önemli dinamiklerinden biri.
Düşünün ki, bugün dünyanın en büyük 10 limanından 9 tanesi Asya'da, bunlardan 8'i Çin'de. İlk 10'un içine sadece Avrupa'dan bir liman girebiliyor, Rotterdam. Bu bile bize Asya'nın küresel ticaret ve lojistik ağlarındaki yeri hakkında bir fikir veriyor.
Hiper-uzmanlaşma modeli, kullanageldiğimiz birçok ürünün farklı bileşenlerini onlarca ülkedeki yüzlerce fabrikadan birbirine eklemleyerek bize getiriyor. Bu hassas ve bolca taşeron içeren sistemdeki bazı halkalar koptuğunda, tüm zincir birden aksamaya başlıyor.
Tedarik zincirlerinde son 20 yıldır yaşanan kopmalar, aksamalar
Küresel tedarik zincirlerindeki kopmalar COVID-19 kriziyle başlamadı. "Tedarikçileri çeşitlendirmezsek ayakta kalamayız" cümlesi pandemi öncesinde de sıklıkla tekrarlanıyordu.
Küreselleşmenin son 20-25 yılında gittikçe katlanan bu zincirlere ilk darbeyi 1999'daki Tayvan depremi vurmuştu. Hafıza kartlarının en önemli üreticisi ve ihracatçısı olan Tayvan'da sekteye uğrayan üretim, küresel düzeyde bilgisayar arzını etkilemiş, fiyatları yukarı çekmişti.
Daha sonra, 2003'te başka bir pandemi, yine Asya merkezli SARS tedarik zincirlerine ikinci önemli darbe oldu.
Üçüncü darbe, Çin'in 2006'dan itibaren elektronik sektörünün olmazsa olmazı nadir elementlere (tungsten ve molibdenum) uyguladığı ihracat sınırlamalarıyla ortaya çıktı. ABD bu uygulamaları Dünya Ticaret Örgütü'ne şikâyet etti. Türkiye'nin de içinde olduğu 16 ülke ve AB'nin de üçüncü ülke olarak kervana katılmasıyla bu uyuşmazlık 2015 yılında çözülebildi.[3]
Dördüncü darbe, 2011'de Japonya'da meydana gelen deprem ve tsunami sonucunda oluştu. Dünyanın birçok yerindeki otomotiv fabrikalarının kullandığı girdiler ve yarı iletkenlerin önemli bir kısmı bu doğal felaketlerden etkilenen bölgelerdeki tedarikçiler tarafından sağlanıyordu.
Beşinci önemli darbeyi ise ABD'de Trump yönetiminin artan korumacılığının tetiklediği ticaret savaşları vurdu, tedarik zincirlerinde hatırı sayılır aksamalara neden oldu.
"Bu bağımlılığı azaltmak için bir şey yapmak lazım"
Bugün ABD'den Türkiye'ye, Brezilya'dan Hindistan'a küresel tedarik zincirlerine eklemlenmiş bütün üreticilerin, siyaset yapıcıların dilindeki cümle "bu bağımlılığı azaltmak lazım."
Bağımlılığı azaltmanın yollarından birisi, eldiven tedariğinin Çin'den Honduras'a kaydırılması örneğindeki gibi, tedarikçilerin çeşitlendirilmesi. Çeşitlendirme eğilimi, hem uluslararası (farklı ülkelerden almak), hem de ulusal ve bölgesel pazarlar düzeyinde (aynı ülke ya da bölgede farklı tedarikçilerle çalışmak) geçerli.
Birçok firma zaten önceki krizlerde tedarikçilerini çeşitlendirmeye başlamıştı. Şimdi bu eğilim iyice ağırlık kazanıyor.
- Zincirin halkalarını kısaltmak ve bölgesel tedarik zincirleri
Yine herkesin eşzamanlı konuştuğu ortak strateji, zincirin halkalarını kendi pazarına getirmek ya da yaklaştırmak. Tüm girdileri, hammadde ve ara malları aynı pazarda bulmak ve üretmek mümkün olmayacağına göre, en azından yakına çekmek. Bu da bölgesel tedarik zincirlerinin oluşmasını, var olanların genişlemesini beraberinde getirebilir.
Girdileri kendi pazarından ya da yakın coğrafyasından tedarik etmenin hem kârı var, hem de zararı. Tedarik zincirinin bu kadar farklı coğrafyalara yayılmasının ardındaki somut sebep elbette ki (düşük) üretim maliyetiydi. Şimdi halkalar "eve yaklaştırılırken" maliyetlerin artacağını, bunun da fiyatlara yansıyabileceğini gözden kaçırmamak lazım. Acaba buna razı mıyız?
Tedarikçiyi yaklaştırma modeli daha önce bazı sektör ve firmalarca uygulandı. Toyota'nın Kentucky'deki (ABD) fabrikasının yakınına konuşlanmış 350 tedarikçi (bunlardan 100'ü Kentucky eyaletinde) bu modelin önemli örneklerinden.
- Tayvan'daki üretimin Arizona'ya, Çin'dekinin Türkiye'ye taşınması: Yabancı yatırım
Halihazırda gerçekleşmeye başlayan başka bir dinamik, eskiden Çin'de, Tayvan'da, Vietnam'da üretenin şimdi gelip Türkiye'de, Bulgaristan'da, ya da hatta ABD'de üretmeye başlaması olacak. "Hadi canım, Tayvan nere, ABD nere, ikisinin üretim maliyetleri arasında ne büyük uçurum var" demeyin, şu örneğe bir göz atıverin.
Elektronik sektörünün olmazsa olmazı yarı-iletken pazarının en büyük oyuncularından biri Tayvan Yarı-İletken İmalat Firması (TSMC)[4] geçen hafta ABD'nin Arizona eyaletinde bir fabrika kurmaya karar verdi. TSMC, tedariğini sağladığı Apple gibi firmalara yaklaşırken, ABD de Çin pazarına bağımlılığını azaltacak bir adım atmış oldu. Bu yeni girişim, ABD-Çin arasındaki gerginliği daha da arttırdı.[5]
Burada önemli bir olgunun altını çizmekte yarar var: Maliyetlerinin yüksekliğine rağmen, ABD hâlâ en çok doğrudan yabancı yatırım (DYY) çeken ülke. Geçen yıl, tam 251 milyar dolarlık DYY almış. Onu en yakından izleyen Çin'le (140 milyar dolar) arasında ciddi bir fark var.[6] Dünyanın en çok DYY sağlayan gelişmiş ülkeleri aynı zamanda en çok yatırımı kendilerine çekiyorlar. Yani sevgili annemin lafıyla, zekât saraydan çıkmıyor.
Tayvan'ın tedarikçisi Hollanda ve Almanya: Bağımlılık zinciri
Apple gibi teknoloji devlerinin bazı elektronik çiplerde/yongalarda bağımlı olduğu TSMC firması, gelişmiş litografi sisteminin tamamını Hollandalı ASML'den[7] alıyor. ASML ise, optik cihazlarda Almanya'da bir firmaya bağımlı. Bu karmaşık hiper-uzmanlaşmanın içinde, bazı sektörlerdeki en kilit girdiler en gelişmiş ülkelerdeki firmalar tarafından tedarik edilip, -çoğunlukla- Asya'ya gidip, oradan Amerika'ya, Avrupa'ya ulaşıp nihaî halini alabiliyor.
"Tayvanlı bir firmanın korona krizinin orta yerinde ABD'de fabrika kurması beni niye ilgilendirsin ki" demeyin. Bunun jeopolitik öneminin yanısıra, Çinli, Hindistanlı üreticilerin Türkiye'de yatırım için fırsat kolladıkları hepinizin kulağına çalınıyordur.
Yakın gelecekte, tedarikçiyi yakınlaştırmak isteyen Avrupalı üreticinin, Türkiye'de üreten Türkiyeli firmaların yanı sıra, Çin menşeili firmalardan alım yapması da çok muhtemel. Tedarik zincirlerinin muhtemel bölgeselleşmesinin yaratacağı fırsatları düşünüp heyecanlanırken, bunları da göze almak gerekiyor.
Peki bu kriz Türkiye için fırsata dönüşebilir mi?
Pandeminin tetiklediği tedarik zincirlerinin bölgeselleşmesi sürecinden Türkiye rol kapar mı? Sürecin fırsatlar barındırdığı pek çok kişi tarafından telaffuz edilse de, bu birçok faktöre birden bağlı.
Bunlardan en önemlisi, tabii ki talep. Yani aynı 1930'larda olduğu gibi, ihraç pazarlarının acilen sağlığına kavuşması, talebin mümkün olduğunca çabuk toparlanması elzem.
Bizim için ihracat pazarı demek, Avrupa Birliği (AB) demek, çünkü 171 milyar dolarlık toplam ihracatımızın yaklaşık yarısı Avrupa'ya, en çok da-sırasıyla-Almanya, Birleşik Krallık ve İtalya'ya.[8]
2020'de AB ticaretinin yüzde 13, AB ekonomisinin ise yüzde 7,4 oranında küçüleceği tahmin ediliyor. Türkiye'nin en büyük ihracat kalemi olan otomotivdeki küçülmenin boyutu ise akıllara zarar. Mart ayında yüzde 17 ve nisanda yüzde 70 daralan AB otomotiv üretiminin seyri Türkiye'nin ihracatını kaçınılmaz olarak etkiliyor.[9]
Türkiye'nin ihracatının kendisi ithalata bağımlı
Bunun yanı sıra, yine Türkiye'nin korona krizini fırsat penceresine dönüştürmesinin önündeki önemli diğer bir eşik, Türkiye'nin ihracatının kendisinin zaten ithalata bağımlı olması. Yani ihraç ettiği malı üretebilmek için sadece enerjiyi değil, daha birçok hammaddeyle ara maddeyi de küresel tedarik zincirleri üzerinden ithal etmek zorunda olması. Burada da yine halkaları kopmuş zincirleri göz önüne almak gerekiyor.
Ayrıca, diyelim ki AB hızla tedarikçileri kendisine yaklaştırmaya başladı. Diyelim ki, uzak pazarlara, özellikle de Asya'ya bağımlılığını azaltma, tedarik zincirlerini bölgeselleştirme projesini ciddiye alıyor.
Avrupa'nın içi ve çevresindeki tek seçenek Türkiye mi?
Bölgeselleşme tamam da, ya Türkiye'nin bölgedeki rakipleri?
Türkiye'nin hem AB'nin çevresinde, hem de içinde epey benzer malları üretebilen ve AB imalat sanayiyle entegre olmuş çok önemli rakipleri var.
Bunlardan en önemlileri AB üyesi, Polonya, Macaristan, Slovakya, Bulgaristan, Romanya gibi ve hatta İspanya gibi. Belki bölgeselleşme bizden çok bu ülkelerin işine yarayabilir. "Onlar da Gümrük Birliği'nde, biz de, ne farkımız var ki, hatta bizim imalat sanayi altyapımız benzerlerimizin çoğundan daha iyi" diyebilirsiniz.
Komşularla, az çok dengimiz, benzerimiz AB ülkeleriyle rekabete hazır mıyız?
"Asimetrik" Gümrük Birliği üyeliğimiz
Bu ülkelerin ellerini güçlendiren önemli bir sebep var, o da bizim Gümrük Birliği'nin "asimetrik üyesi" olmamız. Yani, AB üyesi olmadığımız için masaya oturamamamız ve AB'nin üçüncü ülkelerle yaptığı ticaret anlaşmalarına taraf olamamamız. Bunun ciddi bir maliyeti var. Üçüncü ülkelerden bize gümrüksüz gelen ürünler, bizden onlara gümrükle gidiyor, bu da eşitsiz rekabet ortamı yaratıyor. Türkiye'nin ısrarına rağmen, AB bunu 1996'dan beri çözemiyor.
AB'nin yürürlükteki 36 serbest ticaret anlaşmasının (STA) yanı sıra, onlarca ülke ve bölgesel organizasyonlarla da -provizyonal veya imza arefesinde olan- ticaret anlaşmaları var. Bizim yaptığımız, AB'nin peşi sıra nefessiz koşarak, bu üçüncü ülkeleri STA imzalamaya iknâ etmek. 2000 yılından beri AB ile STA'sı olan, bizimkilere benzer sektör ve mallarda tedarik zincirlerine eklemlenmiş, Türkiye'nin de yıllardır STA için iknâ etmeye çalıştığı Meksika bu örneklerden sadece bir tanesi.
Yani, Türkiye'nin bu krizden fırsat yaratabilmesi biraz da Gümrük Birliği Anlaşması'nın güncellenmesine ve mümkünse tarım, hizmetler ve kamu alımlarını da içine alarak genişletilmesine bağlı. AB düzeyinde, her ne kadar Avrupa'nın gıda güvenliği çerçevesinde tedariği bölgeden yapmaya dair planlar tekrarlanıyorsa da, tarım AB'nin neredeyse kutsalı.
Gümrük Birliği'nin güncellenmesi uzun zamandır gündemde. Peki, AB ile tekrar masaya oturacak gücümüz var mı? Siyasi konjonktür buna izin verir mi?
"Hayat bayram olsa"
İçinden geçtiğimiz derin krizde bölgeselleşme tekrar gündemde. Bunun yanı sıra, yerelleşme, yerelde dayanışma eğilimi de yaygınlaşıyor. Bunun bir örneği, tüketim toplumu diye bildiğimiz ABD'de bile, birçok grubun sadece bulundukları yerin 100 mil çapında üretilen gıdayı tüketmesi. Tabii bunu her yerde yapmak mümkün değil. Bozkır şehri Madrid'de hiç değil. Örneğin ben, bayram kahvaltısında -dünyanın en büyük zeytin üreticisi- İspanya'nın zeytini yerine, memleketim Balıkesir'in zeytinini tercih ederek, "yakından tüket" ilkesine zaten ihanet etmiş oluyorum.
Yazıyı Şenay'ın umut veren "Hayat Bayram Olsa" şarkısıyla bitireyim:
İnsanlar elele tutuşsa,
birlik olsa
Uzansak sonsuza.
Bundan sonraki bayramlarda ailelerimiz, sevdiklerimizle özgürce buluşup, bayramlaşabilmemiz, birlik olabilmemiz dileğiyle iyi bayramlar hepinize!
[1] Doğu Akdeniz, özellikle Lübnan, Suriye, bu konuda istisna oluşturabilir.
[2] Verilere göre, 2019'da Türkiye'den 13.8 milyar dolarlık çelik ihracatı gerçekleşmiş.
[3] DTÖ'nün 431 numaralı davası/ uyuşmazlık çözümü.
[4] Taiwan Semiconductor Manufacturing Company
[5] Taiwan's TSMC to build Arizona chip plant as U.S.-China tech rivalry escalates
[6] UNCTAD verisi
[7] ASML
[8] Ocak 2020'de tam yüzde 50.
[9] https://ec.europa.eu/info/live-work-travel-eu/health/coronavirus-response/highlights_en