17 Mayıs 2020

Mariachi'den Samba'ya Büyük Buhran'da milliyetçilik, kimlik ve iktisadi dönüşüm

Kim tahmin ederdi, liberalleşmeden 30-40 yıl sonra ve küreselleşmenin en azgın fazında başgösteren bir pandeminin tekrar 1930'ların iktisadi milliyetçiliğine dönüşü tetikleyeceğini?

1930'larda milliyetçilikle popülizm arasında milli kimliğin inşası

1938 yılının 23 Mart'ında binlerce Meksikalı, başkent Mexico City'nin devasa Zocalo Meydanı'nı hıncahınç doldurmuştu. Bir taraftan hükümete destek sloganları atılıyordu: "Cárdenas halkın yanında, halk da Cárdenas'ın!" Diğer taraftan, bir grup Meksikalı, hükümete yardım için getirdikleri para, mücevher ve hatta tavukları yetkililere teslim etmeye çalışıyorlardı ("tavuk yanlışlıkla mı yazılmış acaba, mücevherin yanında ne işi var" diye düşünüyorsanız, lütfen aşağıdaki fotoğrafa bir göz atın).


1938'de Meksikalı kadınlar hükümete yardım etmek üzere mücevher ve tavuklarını sunuyorlar

18 Mart 1938'de, Meksika Başkanı Lázaro Cárdenas, ulusal radyo kanalındaki canlı yayında büyük bir heyecanla, 1936'da Meclis'ten geçen kamulaştırma kanununun doğal kaynaklar için hemen uygulamaya konacağını ilan ediyordu. O zamanın radyosu, bugünün Twitter'ı, televizyonuydu. Popülist politikacılar tarafından sıklıkla kullanılıyordu, aynı bugün olduğu gibi.

Cárdenas'ın mesajı kitleleri kolaylıkla harekete geçirebilecek pek çok niteliğe sahipti: "Artık Meksika'nın petrolü, Meksikalıların olacaktı, yabancıların değil." ABD, Birleşik Krallık ve Hollanda menşeili 17 ayrı şirket tarafından işletilen petrol kuyuları, makineleri, rafineleri millileştirilmişti. 23 Mart'ta halk, mücevher ve tavuklarını sunarak, hükümetin bu şirketlere ödeyeceği tazminata destek olmak için adeta yarışıyordu.


1938'de Meksika Başkanı Cárdenas canlı radyo programında yabancı petrol şirketlerini kamulaştırdığını ilan ediyor

Büyük buhranın tam ortasında iktidara gelen, 1934-1940 yılları arasında başkanlık yapan Cárdenas, dümeni sola kırmış, hükümetini "anayasanın izin verdiği ölçüde sosyalist" olarak tanımlamış,[1] Meksika ekonomisinin ihracata dayalı büyüme modelinden, içe kapalı ithal ikameci modele dönüşümünü başlatmış, iktisadi milliyetçilikle popülizmi harmanlamış, toprak reformu yapmış, korporatist yapılanmayı inşa etmişti.


Diego Rivera'nın 1930'larda Milli Saray duvarlarına yaptığı resimlerden biri

Milliyetçilik, popülizm, ve bugünkü Başkan AMLO: "Güzel ve Sevgili Meksika"

1930'larda güçlenen milliyetçilik, Meksikalı kimliğinin yeniden inşa edilmesine de önemli katkıda bulunacaktı. Bu milliyetçi kimlik, efsanevi şarkıcı ve Meksika sinemasının unutulmaz aktörlerinden Jorge Negrete'nin 1940'larda söylediği, daha sonra adeta Meksika'nın milli marşı hâline gelen "Güzel ve Sevgili Meksika"[2] şarkısında vücut bulur:  

Neşeli şarkılarını söylemek istiyor gitarımın sesi
sabah olur olmaz
memleketim Meksika'ya,
En büyük aşkımın büyüsü gibi
volkanlarına, çayırlarına ve çiçeklerine söylüyorum şarkımı,

Güzel ve Sevgili Meksika,
eğer ölürsem senden uzakta,
uyuyor desinler,
ve getirsinler beni sana. [3]

TIKLAYIN - La historia de nuestras canciones: México lindo y querido

"Bir başkadır benim memleketim"i andıran, ama ondan çok daha melodramatik olan bu şarkı, Meksika'da milli duyguları coşturmaya devam ediyor. Bugün sol popülizmin önemli liderleri arasında gösterilen, Cárdenas'i kendine rol model seçmiş, retoriği kuvvetli Meksika Başkanı Andrés Manuel López Obrador'un (AMLO) aynı şarkıyı söyleyip kitleleri coşturması, milliyetçiliğin popülizme nasıl geniş alan yarattığına dair iyi bir örnek.

AMLO'nun seçim mitinglerindeki şarkılı-türkülü performansını izlemek isterseniz, bağlantısı burada.

1930'larda ulus-devlet ve milli kimliğin inşası

Büyük Buhran gelip çattığında, Latin Amerika ülkelerinin İspanya ve Portekiz'den bağımsızlığını kazanmasının üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçmişti. Ama doğal kaynakların önemli bölümü hâlâ yabancı sermayenin yönetimindeydi. Yabancı şirketlerin, madenlerin kamulaştırılması Latin Amerika'da buhrana verilen ortak tepkilerden biri oldu.

Bu kamulaştırma/millileştirme süreci, sadece içine kapanan, giderek daha yüksek koruma duvarlarıyla çevrelenen ekonomilerin önemli bir bileşeni olmakla kalmadı, aynı zamanda milli kimliğin inşasında da azımsanamayacak bir rol oynadı.

Türkiye dâhil gelişmekte olan ülkelerin pek çoğunda kimlik ve ulus-devlet Büyük Buhran sırasında ya en baştan, ya da yeniden kurgulanmış ve bu kimlik, iktisadi milliyetçiliği adeta içselleştirmişti.

Brezilya'da "yeni devlet" ve onun "yeni vatandaşı"

Örneğin Brezilya'da "yeni vatandaş" açıkça tarif edilmişti. 1930-1945 yılları arasında ülkeyi yöneten "yoksulların babası" diye tabir edilen, sağ popülizmin önemli liderlerinden Getúlio Vargas, piyasaya müdahil devlet,-yerli-sanayileşme, sosyal politika, merkezileşme ve popülizmi bir güzel harmanlamıştı.

Vargas'ın amacı, 1937'de başlayan Üçüncü Cumhuriyet döneminde kurduğu "Yeni Devlet"e uygun "yeni vatandaş"ı da inşa etmekti. Devleti piyasaya aktif oyuncu olarak sokma konusunda benzer görünmelerine rağmen, Vargas, Meksikalı Cardenas'ın aksine, dümeni aşırı sağa kırmıştı, yoksulların faşist babası olmuş, korporativizmin faşist varyantını Brezilya'da inşa etmişti.

Büyük Buhran'ın bazı iyi şeyleri de tetiklediğini (sosyal devletin ortaya çıkışı ya da büyümesi gibi) yazmıştım buhranla ilgili ilk yazımda. Öte yandan, Buhran oldukça tehlikeli şeyleri de tetiklemiş, faşist diktatörlükler, Almanya ve İtalya ile sınırlı kalmayıp pek çok gelişmekte olan ülkeyi kısa zamanda etkisi altına alıvermişti.

Korona krizi dünyayı zaten popülizmin yükseldiği, otoriter eğilimlerin arttığı, demokrasilerin ciddi bir sınavdan geçtiği, merkeziyetçi tek adam/kadın rejimlerinin yaygınlaşmaya başladığı, Bolsonaro’lu, Orban’lı bir dönemde yakaladı. Önümüzdeki yıllarda derinleşecek iktisadi krizle yüzleşirken bu tehlikelerin farkında olmak elzem.


Brezilya'da Büyük Buhran sırasında kurulan "yeni devlet", "yeni vatandaş"

İktisadi milliyetçiliğin uzun soluklu yolculuğu

Büyük Buhran'la ilgili ilk yazımda da değindiğim gibi, Türkiye gibi gelişmekte olan -bağımsız- ülkelerde içe dönük ve devlet önderliğinde ve piyasaya müdahalesiyle şekillenen iktisadî milliyetçilik ve bunların uzantısı ithal ikameci sanayileşme 1930'lardan 1980'ler ve hatta 1990'lara kadar, yani yarım yüzyıldan daha uzun bir zaman uygulandı. Hindistan örneğinde olduğu gibi, 1930'larda hâlâ sömürge olan ülkeler ise, bağımsızlıklarını kazanır kazanmaz, benzer bir modeli uygulamaya koydular.

Elbette ki, devletçilik, dış ticarette korumacılığın düzeyi, yabancı ve yerli sermayeye karşı tutum, devletin piyasaya koyduğu kurallar gibi parametrelerde bu ülkeler birbirinden farklılık gösterdiler. Ama, model anahatlarıyla aynı modeldi. Devleti ön plana çıkarmış, sadece piyasaya müdahil değil, aynı zamanda üreten güç yapmıştı.

Kim tahmin ederdi, liberalleşmeden neredeyse 30-40 yıl sonra ve küreselleşmenin en azgın fazında başgösteren bir pandeminin tekrar 1930'ların iktisadi milliyetçiliğine dönüşü tetikleyeceğini ve devleti yeniden baş köşeye davet edeceğini? Her baş köşeye oturan devletin ülkeyi krizden kurtaramadığını ve otoriter rejimleri, popülizmi, faşizmin farklı tonlarını beraberinde getirebileceğini unutmamak gerekiyor.  

Soldan sağa, ideolojik yelpazenin her yerinde, müdahil devlet

1930'larda inşa edilen iktisadi milliyetçilik hem sol, hem sağ, hem demokratik, hem otokratik rejimler tarafından uygulandı.

Meksika örneğinde, 1930'ların sol çizgisinin ardından, 1946'da iktidara gelen yine aynı partiden (Kurumsal Devrimci Parti, PRI) Başkan Miguel Aleman sağa çark edecekti. Daha sonra sağa, sola, merkeze zigzaglar halinde savrulan ve 71 yıllık iktidarıyla siyaset biliminde baskın parti kavramına önayak olan PRI'nin Meclis'teki egemenliği 1997'de, iktidarı ise 2000 yılında son bulacaktı.

Benzer biçimde, Latin Amerika'nın büyükleri Brezilya ile Arjantin'e ve hatta Türkiye'deki ithal ikameci modelin uygulamalarına baktığınızda, ideolojik yelpazenin her tonundan parti ve hükümetin bu modelin farklı araçlarını kullandığını görebiliriz. Hatta bunu Şili'de 1973'deki Pinochet darbesine kadar askeri darbe dönemlerine ve hükümetlerine de genellemek mümkün (Brezilya'da 1964'te kurulan askeri rejimin ilk yılları bu konuda istisna).  

Türkiye örneğinde de, ithal ikameci modelin 1930'lardan 1980'lere kadar İnönü'den Demirel ve Ecevit'e bütün hükümetler tarafından uygulanmış, politika araçlarındaki bazı farklara rağmen, genel ruhu korunmuştu. Menderes ve Demirel dönemlerindeki sınırlı dış ticarette liberalleşme girişimleri dışında, Türkiye'de de yarım yüzyıldan daha fazla uygulanacak devlet önderliğinde içe dönük ithal ikameci modelin temel taşları 1930'larda örülmüştü.

Peki Büyük Buhran gelişmekte olan ülkelere nasıl sıçradı?

Büyük Buhran'la ilgili geçen yazımda da belirttiğim gibi, ABD'de 1930'da Smoot-Hawley Gümrük Tarifeleriyle[4] (vergileri) başlayan sert korumacılık deneyimi kısa sürmüş, ama gelişmekte olan ülkelerdeki etkisi çok uzun süre devam etmişti.

Peki bizim gibi ülkelere nasıl sıçramıştı bu buhran?  

Bizim üretip sattığımız malların fiyatları tepetaklak

Büyük Buhran yıllarında, birincil mallar dediğimiz hammadde ve tarım ürünlerinin fiyatları tepetaklak düşmüştü. Bu da Büyük Buhran'la bugünkü Korona krizi arasındaki bir başka önemli ortaklık. Nitekim, UNCTAD verilerine göre, sadece Mart 2020'de, ortalama emtia fiyatları bir önceki yılın Mart ayına oranla tam yüzde 29,3 oranında düştü.[5]

"Eh zaten resesyon bu, fiyatların düşmesinden daha normal ne olabilir" diye düşünebilirsiniz. Buhranın Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere katmerli etkisi, bu ülkelerin üretip ihraç ettikleri ürünlerle, ithal ettikleri ürünlerin fiyatlarının çok farklı oranlarda düşmesiydi.

Yani, Türkiye'nin ihraç ettiği tütünün, fındığın, Brezilya'nın ihraç ettiği kahve ve şekerkamışının, Meksika'nın ihraç ettiği petrolün fiyatı, ithal ettikleri makinenin fiyatından çok daha sert düşmüştü. İktisadi adıyla "ticaret hadleri" Türkiye ve benzeri ülkelerin aleyhine işlemişti.

Buhranda fiyat hareketlerini inceleyen iki iktisatçı (Raúl Prebisch and Hans Singer), ortaya attıkları Singer-Prebisch Varsayımı'nda, birincil mallarla nihai malların fiyatlarının uzun vadede hep böyle hareket edeceğini öne süreceklerdi.[6] "Bağımlılık kuramı"nın temelini oluşturacak olan bu varsayım, zaten birçok gelişmekte olan ülkede özellikle buhran yıllarında egemen olan "sanayileşmekten başka çare yok" anlayışına destek çıkacaktı.

Okyanusa dökülen kahve

Buhranın fiyatlar ve ticaret üzerinden bulaşmasının en tipik örneklerinden biri Brezilya'nın meşhur kahvesidir. 1929'a kadar "kahve ekonomisi" diye anılan Brezilya'da, 1930'larda hükümet üreticiden kahveyi alıp ya yakmış, ya da çuval çuval okyanusa dökmüştü. Çünkü, bir pound (453,6 gram) kahvenin fiyatı buhranın ilk yılında 22,5 cent'ten 8 cent'e gerilemişti.[7] Hükümetin yaptığı protesto değildi, arz fazlasını yok edip, fiyatı yukarıya çekmeye çalışıyordu.

Zaten buhran, bu ülkelerin mallarına ihraç pazarlarındaki talebi çökertmişti. O dönemde birincil mallar ihracatı üzerinden küresel ekonomiye eklenlenmiş olan bu ülkeler, bu mallara yönelik hem düşük talep, hem de tepetaklak olan fiyatlarla karşı karşıya kalınca, ihracat gelirleri başaşağı yuvarlanmış, ithalat kapasiteleri de kısıtlanmıştı.

Dolayısıyla, içe kapanma bu ülkelerin bazılarında tercihten çok, adeta bir zorunluluk hâline gelmişti. Zira 1930'larda hem makineyi ithal edecek kapasite, hem de tütünü ihraç edecek kapasite sınırlanmıştı. Yani ideolojiye, dışarıdan ithal etmeyelim de kendimiz üretelim, yerli malı halkın malı, herkes bunu kullanmalı'ya çok da gerek kalmadan, ya da onu öncellemek suretiyle dış ticaret politikaları değişmiş, korumacılık bu politikanın orta yerine konuşlanmıştı.

Bu süreçte, bir dahaki krizde bu kadar kırılgan olmamak için, acilen sanayileşmemiz, ithalata bağımlılığımızı azaltmamız, yerli sanayiciyi desteklememiz, rekabetten korumamız lazım anlayışı, Türkiye dâhil birçok gelişmekte olan ülkede ağırlık kazanmaya başlamıştı. 

Korona krizi gibi Büyük Buhran da Türkiye'yi krizde yakalamıştı

Tıpkı pandeminin tetiklediği küresel krizin bizi krizde yakaladığı gibi, Büyük Buhran da, Türkiye'yi yine krizde yakalamıştı. Yani buhran krizi yaratmadı, sadece derinleştirdi.[8]

İlginç olan, New York Borsası'nın çöktüğü Ekim 1929'da İnönü Hükûmeti'nin hâlihazırda korumacılık duvarlarını--yüzde 13'ten 46'ya—yükseltmiş olması.[9] Bunun sebebi, hükümetin buhranı öngörmesi değildi elbet. Lozan Anlaşması'nın şartları uyarınca, Türkiye'nin 1929'a kadar tarifelerini arttırması mümkün değildi. Ayrıca, yine Lozan uyarınca Osmanlı'dan devralınan borçların ilk ödemesi 1929'da yapıldı. Yani, zor yıldı 1929.[10]

Buhran Türkiye'ye de, hem tarım fiyatlarının, hem de ihraç pazarlarındaki talebin başaşağı yuvarlanmasıyla sıçradı. Diğer örneklerdeki gibi, Türkiye de içe kapandı, korumacılık ve devletçilik yoluyla sanayileşme hamlesine başladı.[11]

Sanayileşmenin sonuçları 1930'ların sonuna gelindiğinde oldukça sınırlı kalsa da, 1930'ların Türkiye ekonomisinde yarattığı en büyük dönüşüm ithalatın yapısını değiştirmesiydi. Nitekim, ithalatta nihai malların oranı 1913-14'te yüzde 70-75 iken, 1939'da yüzde 20-25'e gerilemişti.[12]  

Büyük Buhran'la Korona krizinin farkı: "Karmaşık" bağımlılık

Korona krizinin bizi yakaladığı küresel ekonominin farkı, gelişmekte olan ülkelerin, 1930'larla karşılaştırıldığında çok daha farklı ve "karmaşık" biçimlerde küresel ekonomiye eklemlenmiş olmaları. Yani, artık sadece birincil mal ihracı, nihai mal ithalatı üzerinden değil bu eklemlenme. Bugün bu ülkeler birçok nihai malı da ihraç edebilir durumdalar, birincil malların yanı sıra.

Meksikalı, Brezilyalı ve Türkiyeli firmalar ABD'de, Almanya'da yatırım yapabilir, yani o ülkelere sermaye ihraç edebilir hâle geldi. Bu da hatırı sayılır bir başarı hikâyesi, geçen yüzyıla baktığımızda. 

Ancak, 1930'lardan bu yana istenen düzeyde değişmeyen şey, Türkiye dahil gelişmekte olan ülkelerin 1930'larla karşılaştırılamayacak kadar çeşitlenmiş, sanayileşmiş ekonomilere sahip olsalar da, bu şoklar karşısında hâlâ gelişmiş ülkelerden daha kırılgan olmaları ve -Türkiye gibi- bazılarının ihracatlarının ithalata bağımlı olması.  

Kırılganlığı yaratan dinamiklerden biri küresel tedarik zincirlerinde ikame edilebilir ve görece zayıf halkalara sahip olmaları. Kopan zincirler ve bunların nasıl onarılacağından, Türkiye ekonomisin buhrana cevabıyla ve Korona krizinde nasıl yeniden konumlanabileceğinden daha sonraki yazılarda bahsedeceğim.

Ağır şeylerden konuştuk. Yazıyı bu sefer de sambayla bitirelim. Vargas'ın 3. Cumhuriyeti'nde popüler olan "Aquarela do Brasil," 1939'da Ary Barroso tarafından yazılmış bir Brezilya güzellemesi, samba-exaltação tarzının öncüsü. Belki kulağınıza tanıdık gelecek tınısı. Bu bossa nova'lı versiyonu:


[1] Özel, Işık (2014) State-Business Alliances and Economic Development: Turkey, Mexico and North Africa, Londra ve New York: Routledge.

[2] Amatör çevirim için yine affınıza sığınıyorum. "México Lindo y Querido" adlı bu şarkının sözleri İspanyolcada kafiyeli ve melodik, yani benim çevirime benzemiyor. 

[3] Geçen yazımda anlattığım tango şarkıcısı Carlos Gardel'in Buenos Aires güzellemesine ne kadar da benziyor değil mi? Negrete'nin güzellemesi vatan topraklarına, taşına toprağına ve Meksikalı olmaktan duyulan gurura. Mariachi'leri, ranchera müziğini dünyaya tanıtan Negrete, 1953'te, vatan toprağından uzakta, ABD'de vefat ediyor. Ama tabii ki vatanında ve bu şarkı eşliğinde toprağa veriliyor.

[4] Herbert Hoover Library and Museum.

[5] Free Market Commodity Price Index March 2020

[6] Bu varsayımın 1930'lar dışında genellenemeyeceğini iddia eden pek çok eleştirel çalışmanın bulunduğunu da belirtmek gerekiyor. Prebisch, Raúl (1950) The Economic Development of Latin America and Its Principal Problems, New York: Birleşmiş Milletler.

[7] Fridell, Gavin (2007) Fair Trade Coffee: The Prospects and Pitfalls of Market-Driven Social Justice, Toronto: University of Toronto Press.

[8] Özel, Işık (2000) "An Evaluation of the Economic Performance of Turkey in the 1930s based on Late-Ottoman Economy," New Perspectives on Turkey, vol.23, pp.125-146.

[9] Pamuk, Şevket (2017) Türkiye'nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, p.186.

[10] Özel, Işık ve Şevket Pamuk (1998) "Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Kişi Başına Üretim ve Milli Gelir, (1907-1950)," Sönmez, M. (der.), 75 Yılda Paranın Serüveni, Istanbul: Türkiye İş Bankası, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ve Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı. SS. 83-90. 

[11] Boratav, Korkut (1981) "Kemalist Economic Policies and Etatism," Kazancıgil, A.ve E. Özbudun (der.) Atatürk: Founder of a Modern State, Londra: C.Hurst, ss.165-190.

[12] Özel ve Pamuk (1998: 87) ve Pamuk, Şevket (1995) "19. Yüzyılda Osmanlı Dış Ticareti," Tarihi İstatistikler Serisi, Cilt.1, Ankara:Devlet İstatistik Enstitüsü.

Yazarın Diğer Yazıları

Teknoloji savaşında kısasa kısas ve Çin'i komşu kapısı yapan ABD'li bakanlar

Artık uluslararası ticaret bir milli güvenlik meselesi, kızışan mikroçip savaşı, Çin'in hammadde misillemesi, Nixon'ın Çin'e gidişi ve diğer beklenmedik şeyler

İkinci turun sürprizleri: Latin Amerika Başkanlık seçimlerinden örnekler

İkinci tur ilk turun devamı, ya da oyunun ikinci yarısı değil. İkinci turda seçime katılımın artması sonucun değişmesinde önemli rol oynuyor. Uçlara savrulmadan ılımlı ve net bir dil kullanmak daha çok seçmeni sandığa götürebiliyor. Krizin hâkim olduğu ülkelerde köklü dönüşüm sözü, bunun içeriğinin ve seçmenlerin hayatına nasıl dokunacağının netlikle açıklanması ikinci turda oyunun gidişatını değiştiren bir etmen olarak öne çıkıyor

Yeşil dönüşüm derken kara kömüre geri dönmek

Retoriği yeşil, hareketi fosil olan finans sektörü. Bumerang olup bizi vuran Antroposende yolculuk. Umut veren gençler ve 'Gelecek için Cumalar'