Bırakın ayaklarımızı koruyor olmasını, ayakkabı tarih boyunca insanın kendini ifade etme ve kendini beğendirme biçimlerinden de biri olmuş. Atalarımızın on binlerce yıl önce, aklını ve doğada kolaylıkla erişebildiklerini kullanarak başladığı ayakkabı tasarımları, gün gelmiş formuyla, rengiyle, yapılış biçimi ve yaşama kattıklarıyla toplumsal yapı içerisindeki kültürel değişkenliklerin de simgesi olmuş. Tabii ki olmaya da devam ediyor.
Buyursunlar efendim, bir koleksiyonerin gözüyle ayakkabı tarihinden kesitler!..
Her çağda medeniyetin simgesiydi
Mağara devri resimlerinde bile ayaklara geçirilen hayvan derileri görülmekte! Bu dönem araştırmalarında, gece üstünde yatılan otların sıkılaşmış haliyle ayağa sarılan derinin içine konulduğu ve bu yolla dış etkenlerden ayağın koruması yanında belli bir yumuşaklığın da yakalandığı görülüyor. İlginçtir, eldeki bulgular, birbirini tanımayan ve birbirlerinden etkileşimde bulunamayacak kadar uzak coğrafyalarda yaşayan insanların aynı şeyleri denediklerini, aynı şeyleri kullanarak benzer ayakkabı tipleri tasarladıklarını gösteriyor. Mesela MÖ 8000 yılına tarihlenen Amerika yerlilerine ait bulgularla, Eski Mısır’da kullanılan sandaletlerin benzer yanları var. İkisi de kalın bir kamış şeridinin ana iskeleti etrafına kalın yaprakların birleşimiyle yapılmış.
Asur ve Hitit kabartmalarında, taban köselesi yukarı doğru kıvrık olarak bir burun oluşturacak tarzda yapılmış ayakkabılar görülüyor. Kuzey Çin’de yapılan kazılarda bulunan kenevir katmanlarının üst üste dikilmesi şekliyle yapılan ayakkabılarda estetik faktörü de gözetilmiş. Yani binlerce yıl öncesinde bile, ayağa giyilen her şey, göze de hitap edilecek şekilde tasarlanmış.
Yüzyıllar boyunca fazla bir değişikliğe uğramadan kullanılan Roma sandaletleri genellikle mantar tabanlı, deri kayışlı ve bağcıklı olmuş. Askerler için üretilen sandaletlerin tabanlarına takviye amacıyla demir kabaralar çakılmış. Çünkü ayak izi aynı zamanda her devirde güç sembolü olmuş, dosta güven düşmana korku vermiş.
1100 yıllarda Çin’de genç kızların ayaklarının büyümesini engellemek için yerine göre parmakların kırılarak sıkıca sarılması hatta demir ayakkabı içine hapsedilmesi yüzyıllarca devam etmiş. 1911'de acımasız ve sakatlayıcı bir uygulama olarak kabul edilip yasaklanmış ama kırsal alanlarda hep devam etmiş. Benzer bir gelenek Japonya’da da var. Küçük ayaklar, terbiye içinde büyümüş olmayı, cinsel cazibeyi ve iyi bir eş olmayı simgelemiş.
İlk ayakkabı kalıbı Romalı ustalardan…
Roma imparatorluğunun ikiye bölünüp yeni yerel beyliklerin oluşması sonrasında, farklı yerleşim alanlarının açılmasıyla ivme kazanan rahat ve lüks yaşamın getirilerinden biri de soylular için yapılan zarif ve değerli ayakkabılar olmuş. Ayakkabıların uçları zenginliğin ve asaletin göstergesi olarak uzamış ve sivrileşmiş. Görünür kısımlar ipek, kadife, deri ve saten kumaşlarla kaplanan bu modele “poulaine” adı verilmiş. Ve bu zarif ayakkabılar, o günün Avrupa şehirlerinin yollarının pis ve çamurlu olmasından dolayı, “patten” adı verilen kılıflarla birlikte kullanılmış.
Ayakkabıyla genellikle birlikte üretilen bu kılıf hem kaymayı ve kirlenmeyi engelliyormuş hem de ayak parmaklarının uzunlamasına görülmesini sağladığı için dönemin estetik değeriymiş. Giyen kişinin sosyal konumuna göre farklı olarak tasarlanan “poulaine” ayakkabıları, uç kısmının uzunluğu nedeniyle yürümekte güçlük çekenler için yerine göre gümüş veya altın zincirlerle bacağın diz bölümüne bağlanıyormuş.
İster inanın ister inanmayın, “patten” adı verilen ahşap koruyucu ayakkabı kılıfları yürürken çok ses çıkarıyor diye, Vatikan tarafından yasaklanmış, kiliselerin etrafında giyilmesine engel olunmuş. Romalı ayakkabı ustalarından günümüze dek gelen en önemli tasarım, ayakkabıda sağ ve sol kalıbın ayrılması olmuş.
İlk topuklu ayakkabı eski Mısırdan…
Söylemeden geçmeyeyim, ayakkabı yapımı Eski Mısır’da en saygın mesleklerden biriymiş. Topuklu ayakkabı tarihte ilk kez Antik Mısırda tasarlanmış. Döneme ait çizimlerde, Mısırlı kasapların kesim yaptıklarında ayak ve ayakkabılarının kirlenmemesi için Anadolu’da “nalın” olarak adlandırılan yüksek topuklu takunya tipli bir şeyler giydikleri görülmekte.
16. yüzyılda ise tamamen göze hitap edecek şekilde kullanılacak ilk topuklu ayakkabı, bir gelin için tasarlanmış. Adı Rönesans ile özdeşleştirilen ünlü İtalyan Medici ailesi üyesi, Catherine De Medici’ nin Fransa’ya gelin giderken kısa boyunu belli etmeyecek şekilde Leonardo Da Vinci tarafından tasarlanan yüksek ökçeli ayakkabı, İtalyan ustalar tarafından üretilmiş.
Aslında yüzyıllar boyunca kadınlar günlük hayatın akışına uygun olarak sağlam ve rahat ayakkabı modelleri giymeyi tercih etmişler, genel hatlarıyla yüksek topuktan kaçınmışlar. Ta ki, İkinci Dünya Savaşının bitmesiyle yeşeren barış ortamında, Fransız ayakkabı tasarımcısı Charles Jourdan’ın, iğne topuklu “stiletto” ayakkabı tasarımlarının hemen hemen bütün kadınları etkisi altına alana kadar… Fransa ve İtalya’da benzer tasarımlarla üretimi yapılan stilettolar, kadın çekiciliğinin, güzelliğin, hatta cinsel cazibenin ayaktan başladığını sembolize etmiş. Fetişizm kadın ayakkabısında yeşermiş olmalı…
Ayakkabıların numaralandırılması konusu ilk kez İngiltere Kralı 2. Edward’ın 1324 yılında “inç” ölçü birimini, tarif etmesiyle gündeme gelmiş ve “pedorix” olarak adlandırılmış. Her ne kadar herkesin ayağına göre ölçü alınarak ayakkabı yapılması bu tarihte gündeme geldiyse de bugün anladığımız anlamda ayakkabı ölçülendirme yönteminin kullanılması 1880 yılında, New Yorklu Edwin B. Simpson tarafından başlatılmış. Bu ölçülendirme sistemi, her bir numara artışında ayakkabının 1/3 inç büyümesini ve ¼ inç de genişlemesini esas almış. 1 inç’in 2,54 cm olduğunu da hatırlatıp, Birleşik Krallık ülkeleri ile Amerika ve Avrupa ülkelerinde de farklı ayakkabı ölçü sistemleri olduğunu söyleyelim.
Osmanlıda üretilen ayakkabı tipine göre esnaf örgütlenmesi ayrışmış. Çizme, terlik, mest, galoş, kalçın, edik, merkup, nalın, tomak, pabuç, çarık, çapula, yemeni, atar, potin kundura, kamerçin ve başmak üretimleri belli bir sistem içinde ayrı loncalarda örgütlenmiş. Bu liste size uzun gibi gelebilir ama inanın bana eksiklerim bile olabilir.
Yazık oldu Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası’na!
III. Selim döneminde Beykoz'daki zengin su kaynaklarının değerlendirilmesi için debbağhane, yani deri işleyen tabakhane kurulması gündeme gelmiş. 1812 yılında II. Mahmut’un Beykoz'a yaptığı bir gezide, işlediği derilerden çarık yapan Hamza isimli bir ustanın işlerini görmesi ve bu imalathanenin orduya çarık üretmek üzere desteklenmesine karar vermesiyle Tabakhane-i Klevehane-i Amire kurulmuş ve bu kurum Beykoz teçhizat-ı askeriyeye dönüşmüş.
Yüzyılı aşkın bir süre ayakkabı imal eden Beykoz Deri ve Kundura Fabrikasının öyküsü de bu şekilde başlamış. Özellikle yakın çevresinde yaşayan herkesin ailesinden birinin şu ya da bu şekilde hayatını etkileyen Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası, çok yakın bir zamana kadar ayakkabı üretmeye devam etti. Genellikle ordunun ve devlet kurumlarında çalışanların ayakkabı ihtiyacını karşılayan bu görkemli fabrikaya ne oldu sorusunu sormayın lütfen!.. Pazar sabahı sinirlerinizi test etmek istemiyorum. Diğerlerine ne olduysa Boğaz’ın en nadide yerlerinden birinde 200 dönümlük arazisiyle yer alan bu fabrikaya da o oldu.
Sanayi devriminin yapı taşlarından biri olan dikiş makinesinin bulunmasıyla birlikte Avrupa’da seri ayakkabı üretimi 1892 yılında başlamış. İngiltere’de başlayan süreç İtalyanın tasarım gücüne yenik düşmüş ve ayakkabıda Dünya modasına yön verme merkezi İtalya’ya taşınmış. Aynı rüzgâr Jön İtalyanlardan Jön Türklere de geçmiş ve İkinci meşrutiyet sonrasında yaygınlaşan iskarpin gibi, rugan ayakkabı gibi batı tipi tasarımlar özellikle Osmanlı şehir yaşamında talep görmüş.
Ayakkabı konusu bugün bilimsel araştırmalarla irdeleniyor. Öncelikle arkeolojik kazılardan çıkan bulgular, heykellerin ayak formları ve kabartmalar son derece önemli. Rönesans sonrasından elimize ulaşan tablolardaki ayakkabı tipleri de uzman gözlerin ortaya koyacakları tezlere kaynak oluşturuyor. Yani ayakkabının kültür tarihine ait bildiklerimiz her geçen gün artıyor. Bu konuda çalışmaları olan yerli - yabancı değerli hocalarımızın ve araştırmacılarımızın ortaya çıkarttığı o kadar zengin bir literatür var ki ne benim köşem yeter paylaşmaya, ne de sizin Pazar okumalarınız…
Ayakkabı temalı koleksiyonlar da var. Mesela 1. Dünya savaşının geçtiği muharebe meydanlarından toplanmış ayakkabılar çok revaçta. Dünyanın farklı ülkelerinde, ayakkabı teması genelinde, içine her sınıftan ayakkabı tipini, yapım ve koruyucu malzemesini alan koleksiyonlardan oluşan müzeler de mevcut. Umarım günün birinde ülkemizde de koleksiyoner dostlarımızın iş birliği ile bizi yüzyıllar öncesinin ayakkabı giyim tarzına götürecek bir müzelerimiz olur da, şeytana pabucunu ters giydirir, kem gözlerin pabucunu dama atarız.
Güzellikleri biriktirmenizi dilerim!..