28 Nisan 2024

"Yurdumun mutlu günleri mutlak gelen gündedir"

Yılbaşı partileri için, İsrail protestoları için, futbol kutlamaları için açılan Taksim Alanı, yalnızca işçilere ve onların örgütlerine yine ve yeniden yasak

2010 yılı 1 Mayıs’ında Taksim Alanı’nda, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, heyecandan titreyen sesiyle şöyle sesleniyordu alanı dolduranlara: "Sizlere, 1980’de katledilen DİSK’in kurucu Genel Başkanı Kemal Türkler’in, demokrasi uğruna cezaevlerinde işçi sınıfının onurunu koruyan Abdullah Baştürk’ün kürsüsünden sesleniyorum. Bu kürsü en son 1978’de kuruldu. 32 yıl boyunca da işçilere, emekçilere, bu ülkenin gerçek sahibi olan üretenlere kapatıldı. Bugün yeniden 1 Mayıs’ta bu alanda yan yana duruyorsak, hep birlikte 1 Mayıs Marşı’nı söylüyorsak bu hepimizin, Türkiye işçi sınıfının eseridir."


O gün, meydanın uzak bir köşesinde bu seslenişi dinlerken, 1977 1 Mayıs’ını ve sonrasını hatırlamıştım. Çocukluktan ilk gençliğe geçişin o bilindik heyecanları içinde İstanbul’da olmayı çok istemiştim ama çatılan kaşlara, “ne işin var orada”lara takılmıştım ve gidememiştim. Ertesi günlerde kasabamızı saran o derin, acı suskunluğu, onlarca kişinin öldürüldüğü kanlı mitinge katılan ağabeylerimizin öfkeli sesleri bozuyordu: "Bu bir katliam."

Yakın tarihimizin en karanlık olayı olmasının ötesinde, siyasal tarihimizin acılı bir dönüm noktası oldu o katliam; sonrasında baş aşağı yuvarlandık hep birlikte. Ancak vazgeçmeyenler de vardı kuşkusuz. Yaşam öyküsünü ve mücadelesini kaleme aldığım Süleyman Çelebi’nin öncülüğündeki DİSK ve ona katılan onlarca demokratik kitle örgütünün adım adım yükselen çabası, mücadelesi hiç bitmedi. Geçmişi, yaşanmışlıkları çabuk unutan, günübirlik dalgalanmalarla yaşamaya alışmış/alıştırılmış bir toplumda, Taksim Alanı için verilen mücadeleyi şu günlerde yeniden anımsamak gerekmez mi? Özellikle de 2008 yılını ve sonrasını…

DİSK, yıllar içinde yükselttiği mücadeleyi o yıl “Her ne olursa olsun İşçi Bayramı Taksim’de kutlanacaktır” diyerek başarıya dönüştürmek istemişti. Henüz demokrasi treninden inmemiş olsa da iktidar için bu kabul edilir bir şey değildi. Dönemin Başbakanı Erdoğan “Ayaklar başı yönetmeye kalkarsa kıyamet kopar” diyerek bu isteğe karşı çıkmıştı. Süleyman Çelebi ise, sindirilmeye çalışılan işçi sınıfının sesini yükseltiyordu bu tuhaf çıkışa karşı: “Bizim demokrasi anlayışımız, herkesin eşit yurttaşlar olduğu bir hukuk düzeninden yanadır. Anlaşılan Başbakan cumhuriyetin ve demokrasinin temel ilkesini içine sindirebilmiş değildir.” Bu karşılıklı çıkışların ardından DİSK genel merkezinin olduğu Şişli bölgesi ablukaya alınmıştı. Sendika yöneticileri konfederasyon genel merkezinde gecelemeye ve sabah Taksim’e doğru yürümeye karar vermişlerdi. Sabah daha gün ışımadan düşman siperlerine saldırır gibi gaz bombaları, tazyikli ve boyalı sular, coplarla saldırılmıştı DİSK binasına. Televizyon kanallarına, gazetelere yansıyan görüntüler kamuoyunda büyük bir tepki doğurmuş, işçi sınıfının istemindeki haklılık bu manzaranın ardından kabul görmüştü. Süleyman Çelebi bu saldırı karşısında şöyle diyecekti: “Bizim için artık her yer Taksim olmuştur!”


İktidar, unutmamak gerekir ki Gezi’den yıllar önce ilk Taksim yenilgisini o yıl almıştı. Nitekim ertesi yıl sendika yöneticilerinin, demokratik kitle örgütlerinin ve kalabalık bir işçi grubunun Taksim Alanı’na girişine izin verilmek zorunda kalınmıştı. Sonraki yıl, 2010’da ise meydan artık yeniden “1 Mayıs Alanı” olmuştu. Yüz binler bütün sokaklardan, caddelerden alana akıyordu. O unutulmaz resim, dünyayı avuçlarında taşıyan işçi yine oradaydı! O gün aldığım notları, bir süre sonra, Çelebi’nin öncülük ettiği bu mücadeleyi yazarken şöyle kullanmıştım:

“Bu büyük kitle, otuz yıl önce bayraklarını, flamalarını, pankartlarını toplayıp kırgın bir masal kahramanı gibi yitip gitmişti. O yitiş, dilden dile söylencelere dönüşmüş, zaman içinde varlığından da kuşku duyulur hale gelmişti. Sanki hiç olmamıştı o masal kahramanı; hiç olmamıştı büyük eylemler, grevler, mitingler, 1 Mayıslar… Ancak unutuldu sanılan bir zamanda, birden, yıllar önce gözden yittiği yerde, yine güneşli bir mayıs sabahında ortaya çıkıvermişti, pankartları, flamaları, sloganları ile. İşte dipdiriydi. Otuz yıl önce, otuz altı yerinden vurulduğu söylenen masal kahramanı, gözlerden uzakta, söylencelerin sisli görüntülerinin ardında yaralarını sağaltmış ve yeniden ortaya çıkmıştı.”

O gün, o masal kahramanını, kırmızı kazağıyla kürsüden seslenen, bir zamanların çocuk işçisi, genç sendikacısı, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi simgeliyordu ve Taksim Alanı’nın yeniden işçilere açılması mücadelesini kazanmış olmanın gururunu yaşıyordu, bütün kitle örgütlerinin yöneticileri ve üyeleriyle birlikte. On binlerce insan, Cem Karaca’nın davudi sesine eşlik edip “Yurdumun mutlu günleri mutlak gelen gündedir” diye haykırırken şöyle betimlemiştim hissettiklerimi: “Kırmızı kazaklı adam, bunca yıl yeraltı ırmağı gibi gözlerden uzakta, kendini özleten, umutla, sabırla bekleten ve şimdi yeniden gür bir su kaynağı, bir çağlayan gibi akmaya başlayan masalsı kahramanı, yani bu büyük kitleyi saatlerce izleyebileceğini, yaşadığı bütün acıları, çektiği bütün zorlukları bu görüntü karşısında unutabileceğini düşündü. Çünkü başarmışlardı.”


Taksim Alanı, sonraki yıllarda da hep demokrasinin sınandığı bir yer olageldi. DİSK ve diğer demokratik kitle örgütleri hukuk alanında da mücadeleyi sürdürdüler. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi bu alanın kutlamalara, mitinglere kapatılmasını haksız buldu, gösteriler için kullanılmasının anayasal hak olduğuna hükmetti ama iktidar hep direndi, hâlâ direniyor. Yine bir 1 Mayıs yaklaşıyor, İstanbul Valiliği alanda kutlamaları yasakladığını duyurdu. Yılbaşı partileri için, İsrail protestoları için, futbol kutlamaları için açılan Taksim Alanı, yalnızca işçilere ve onların örgütlerine yine ve yeniden yasak! CHP ve DİSK başta olmak üzere birçok örgüt, sendika ve sanatçılar ise Taksim’i “1 Mayıs Alanı” olarak kullanmakta kararlı. Birkaç gün sonra ve önümüzdeki yıllarda yaşayıp göreceğiz, Nâzım Hikmet’in dediği gibi “en şanlı elbisesiyle, işçi tulumuyla bu güzelim memlekette dolaşan hürriyet” mi kazanacak yoksa yasakçı zihniyet mi?

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

Yazarın Diğer Yazıları

1 Mayıs'tan Hıdırellez'e: Yitirilmemiş umutların ülkesi Türkiye

Kardeş Türküler grubunun solisti, neşeli Rumeli türkülerinin başarılı yorumcusu Fehmiye Çelik, aynı zamanda bir Balkan kültürü ve müziği araştırmacısıdır. Hıdırellez'i onunla konuştuk

"Yazılı şeylerin göz kamaştırıcı hakikati"

Hayatta herkesin bir kelimesi vardır. Bir oda gibi, bir ada gibi, bir koza gibi, bir sığınak gibi… Zaman zaman o kelimenin içinde yitip gidebilir insan. Sonra o kozadan üretilen ipek kumaş gibi oluşur hayata ilişkin anlamlar

Sesle konuşulur ama sözle dokunulur

Kelimeleri sözlükten çıkardığınız anda artık onlar bir civa damlacığı gibi avcunuzdan kayıp gidebilir; hangi anlamı yüklenip bir cümlede yer alacağını her zaman kestiremeyebilirsiniz. Öfkeniz ve dargınlığınız aslında bitmemiş bir sevgiyi söyleyebilir; sevginizi taşıyan sözcüklerse derin bir kırgınlığı anlatabilir