Önceki hafta, sözlükleri dolduran kelimeleri tanımlamak için Nâzım Hikmet'in "kara dallar gibi ölüler" dizesini ödünç almıştım ve "masamdaki sözlüğe bir tabuta bakar gibi oluyorum bazen" diye yazmıştım. Bu cümleyi bilgisayarımın parlak yüzeyine düşürürken, bir anda "eğer kelime ölürse anlam yaşar mı?" diye mırıldanmış ve hemen yanı başımdaki defterime bunu not etmiştim. Sanırım, kelimeler ölünce anlam da canlılığını yitiriyor ve soluyor. Kelimeleri diri tutmaksa onları anlamca zenginleştirerek kullanmaya bağlı. Çalışma masamdaki sözlük kara bir dal gibi duran, sadece temel anlamını taşıyan sözcükleri barındırıyorsa da odamın duvarlarını kaplayan kitaplığımdaki roman, öykü ve şiir kitapları tam tersine, capcanlı bir hayatı işaret ediyor aynı kelimelerle. Evet, aynı kelimelerle! Biz buna edebiyat diyoruz. Yani, sözlüklerde kara bir dal gibi yatan sözcüklere can üflemek. Başka bir deyişle, kendi halinde, sıradan kelimeleri bir büyüyle bir araya getirip parlak bir anlama dönüştürmektir edebiyat.
Bir zamanlar, edebiyata, hayata bakışını önemsediğim, değer verdiğim bir arkadaşımla zaman zaman yazışırdık; birer ateş böceği gibi uçuşan fikirleri o not eder ve sonra bana verirdi. Sözcükler ve anlamları üzerinde çok dururduk. Notlarıma bakıyorum: "Sesle konuşulur ama sözle dokunulur" demişiz, bir keresinde. Tıpkı, önceki hafta alıntıladığım Umberto Eco'nun sözcükleri, ruhu delip geçen bir bir oka benzetmesi gibi. Sözler bir araya gelip bir öyküde, bir romanda, bir şiirde buluşunca ses olmayı aşıp ruhu delip geçerek bir anlama dönüşüyor ve insana dokunuyor gerçekten.
Bir başka notta; "Kalpten kalbe olduğu gibi sözden söze de bir his akışı var" demişiz arkadaşımla. Tam da öyle. Kalpten kalbe derken aslında ortada eskimiş bir klişe var ama sözden söze his akışı hiç eskimez. Orhan Pamuk, roman yazarken içindeki en kuvvetli dürtünün, bildiği bazı konuları kelimelerle görmek olduğunu söyler. Devamında da "roman yazmak kelimelerle resim yapmak, roman okumak da başkalarının kelimeleriyle kafamızda resimler canlandırmaktır" der. Kitaplığımızda öylece, sessiz duran romanlar, her sayfasındaki parmak izlerimizle sadece okunmuş olmayı değil zaman ve mekân ötesinde sözden söze bir his akışını sağlamış olmayı da kanıtlar. Nerede, nasıl, ne durumda yazıldığını hiç bilmediğimiz bir öykü, o arkadaşımın defterine düştüğü bir başka notta belirttiğine benzer: "Kelimeler göçmen kuşlar gibidir, uzaktakine bir kanat çırpması yeter."
Öte yandan, kelimeleri sözlükten çıkardığınız anda artık onlar bir civa damlacığı gibi avcunuzdan kayıp gidebilir; hangi anlamı yüklenip bir cümlede yer alacağını her zaman kestiremeyebilirsiniz. Öfkeniz ve dargınlığınız aslında bitmemiş bir sevgiyi söyleyebilir; sevginizi taşıyan sözcüklerse derin bir kırgınlığı anlatabilir. Bu nedenle, hayatın sırrını kelimeler yoluyla çözmeye çalışanlar, yani yazarlar, önce onlara korkarak yaklaşırlar. Tıpkı vahşi bir atın sırtına binmeye çalışmak gibidir bu. Sözcüklere egemen olmaya başlandığındaysa coşkulu bir bağ oluşur, her bir kelimeyi hissederek kullanmaya başlar insan, tıpkı Pablo Neruda'nın "severim onları, değer veririm, arkalarından giderim, ısırırım onları, ağzımda eritirim, ben böylesine severim sözcükleri" dediği türden bir coşkudur bu. Giderek tutkulu bir ilişkiye dönüşür ve öyle devam eder gider. "Sözcüklerin içinde kuşlar vardır, öter" demişti S. Kudret Aksal. Gerçekten de öyle!
Faruk Duman'ın İncir Tarihi adlı romanında gezgin, Genceli Şair Mesud ile karşılaşır ve ona sorar: "Sen kelimelere ne yapıyorsun böyle?" Mesud bu soruya bir anlam veremez: "Kelimelere bir şey yaptığım yok benim, doğrusu bir şey yapılıyorsa, yapılan bir şey varsa o da onlara yani kelimelere aittir. Kelimeler bana ne yapıyor öyleyse, bunu soruyorsan, inan ki bilmiyorum" diye yanıt verir. Faruk Duman, Mesud'un dilinden sözcüklerin büyülü anlamını, işin sırrını ne güzel anlatır: "kelimeler bana ne yapıyor…" Bu, sözden söze bir his akışının, başka türlü anlatımıdır.
Şiirini kelimelerin parlak ışığında yazabilmiş şairlerden İlhan Berk "İyi bir tümce kendisiyle hesaplaşarak, kendini yıkarak kurulmalı" der ya, bunu belki de şöyle okumak lazım: Bütün hayat aslında bir illüzyon gibidir ve sadece kelimelerden ibarettir; sesle konuşulur, anlaşılır, kavga edilir, barışılır evet ama sadece sözcüklerle dokunulur ve iz bırakılır.
İbrahim Dizman kimdir?
1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.
1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.
İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.
Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.
Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.
Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir.
Kitaplarından bazıları:
Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020
Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018
Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016
Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016
30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010
Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007
Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006
Belgesel filmleri:
Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010
Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012
Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016
Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018
Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020
|