21 Nisan 2024

"Yazılı şeylerin göz kamaştırıcı hakikati"

Hayatta herkesin bir kelimesi vardır. Bir oda gibi, bir ada gibi, bir koza gibi, bir sığınak gibi… Zaman zaman o kelimenin içinde yitip gidebilir insan. Sonra o kozadan üretilen ipek kumaş gibi oluşur hayata ilişkin anlamlar

Orhan Pamuk'un Yeni Hayat romanındaki ilk cümleyi hatırlıyor musunuz? Bir anda romanın da önüne geçip hemen herkesin dilinde bir deyime dönüşmüştü: "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti." Romanın ikinci bölümünün ilk cümlesi ise başlangıç cümlesiyle bütünleşik gibidir: "Ertesi gün âşık oldum." Orhan Pamuk, "Kelimelerle onların bana anlattıkları şeylerin birbirlerinden ayrı olması gerektiğini işte böyle anladım" dedirtir romanın kahramanına. Bir yerinde de sevgilisini hayal eder kahramanımız: "Orada, onun masasının başında, o sabırla hep aynı şeyi yaparken sessizliğin onunla konuşmaya başladığını hissederdim."

Pamuk'un sessizlik metaforu üzerinden işaret ettiği nedir diye düşünmeye başlasak herkes farklı bir yanıt verebilir ama o sessizlik, fısıldayan sözcüklerdir, dersek pek itiraz da olmaz sanırım. O sessizlikte olağanüstü sesler duyabilir insan. Çünkü her kitap bir senfonik konserdir aynı zamanda. Dinlediğiniz andaki ruh halinize göre daha belirgin işittiğiniz enstrümana benzer, her okuyuşta yakaladığınız bir ayrıntı cümlesi. Başka bir deyişle, iyi romanlar ışığın değişimine göre farklı şekiller gösteren kaleydeskoplar gibidirler; her okuyuşunuzda satır aralarında gizlenmiş, unutulmuş ve sizin keşfetmenizi bekleyen fısıltılar vardır. İşte o fısıltılar sözcüklerin içindedir, siz işitene kadar. Sonra o fısıltılar, eğer dikkate alırsanız hayatın anlamını kuşatırlar. Sabahattin Ali de Bir Delikanlının Hikâyesi'nde odasındaki kitapların her zaman için yeni bir koku taşıdığından söz eder ve "En çok okuduğum bir kitabın, en çok okuduğum bir satırı bile bana bazen başka şeyler söyleyebilir...'' der.

Tezer Özlü de, unutulmaz yapıtı Yaşamın Ucuna Yolculuk'ta kelimelerle hayatı eşdeğerde görür: "Şimdi sen bir anısın. Sen de ölüsün. Her zaman benimle olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. Sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim. O caddeye, o geceye (…) Bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgârları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler o rüzgâra, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor."

Orhan Pamuk'un "kelimelerle görmek" saptamasına ne kadar benziyor. Hayatı her ne kadar beş duyuyla algılasak da hepsini toplayıp bir kelimeye sığdırabiliriz ve biz o kelime içinde yaşayabiliriz, yeni ve farklı bir duyu gibi. Şöyle de denebilir: Hayatta herkesin bir kelimesi vardır. Bir oda gibi, bir ada gibi, bir koza gibi, bir sığınak gibi… Zaman zaman o kelimenin içinde yitip gidebilir insan. Sonra o kozadan üretilen ipek kumaş gibi oluşur hayata ilişkin anlamlar.

Tam burada Murathan Mungan'ın söylediklerini anımsadım: "Yazı, her zaman gerçekleştiremese de bir ödeşme vaat eder" diyordu, Harita Metod Defteri'nde. Sahiden de ödeşme her zaman olmaz; cümle, bazen kendisiyle hesaplaşmayla kalıverir yazanın elinde. Ancak yine de Mungan "Yazılı şeylerin göz kamaştırıcı hakikatinde gündelik hayatın sıradan gerçeklerinden çok daha fazla şey vardır" diyerek o tutkulu ilişkiye işaret etmekten geri kalmaz.

Murathan Mungan gündelik hayatımızda bir kuru dal gibi yeşermemiş, çiçeklenmemiş kelimeleri cömertçe savurduğumuzu elbette ki bilerek "yazılı şeylerin göz kamaştırıcı hakikati"nden söz ediyor. Hangimizin öyle bir kâğıda ya da deftere iliştirilip saklanmış sözleri, hayatının büyüsünü taşıyan cümleleri yoktur ki? Söylenmemiş sözler ya da buruşturulup atılmış kâğıtlardaki kelimeler de buna dahildir, zaman zaman bir kozaya dönüştürüp kendimizi görünmez kıldığımız kelimeler de…

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

Yazarın Diğer Yazıları

Bu manzumelerin kaç paralık şeyler olduğunu ben herkesten iyi bilirim!

Bir romanın kahramanları hayatımızın içindeki kederleri yüklenip taşırken, şiirler onlara eşlik etmez mi?

Bir kitap bir kitaptan fazlasıdır

Uzak, çok uzak bir kasabada kimsenin elini sürmediği ama sizin görüp hemen aldığınız bir şiir kitabı, gününüzü nasıl bulutsuz bir göğe çevirmişti, anımsarsınız. Bir aşk romanını belki sıcak elini avcunuzda hissettiğiniz/hissetmek istediğiniz biriyle aldınız. Şu öykü kitabını yoksa o derin yalnızlık günlerinizde mi alıp okumuştunuz?

Çanakkale’de “zamana bırakmak”

Kentin çeşitli mekânlarına, salonlarına, şehrin dışındaki kimi tarihsel noktalara ve beldelere yayılan bienal, Çanakkale’nin çok renkli, neşeli, yaşamsever tarzına çok yakışıyor

"
"