21 Temmuz 2024

Yazanla yazılan arasındaki o ince çizgi

Yazarların kendi alanları dışındaki tercihleri, özellikle politik seçimleri her zaman risklidir. Okurların zihninde yazanla yazılan arasındaki ince çizgi her an silinebilir çünkü

Refik Halit Karay

İkinci Dünya Savaşı'nın bittiği günlerdir. Norveç, Nazi işgaliyle büyük bir yıkım yaşamıştır. Bir sabah Oslo'da, bir genç, koltuğunun altında bir kitapla Nobel Edebiyat Ödülü sahibi, dünyaca ünlü yazar Knut Hamsun'un evinin tam karşısında durur. Şöyle bir bakar hayat belirtisi görülmeyen pencerelere. Sonra elindeki kitabı kapının önüne bırakır ve arkasını dönüp uzaklaşır. Bunu gören birkaç kişi, gencin bu davranışının nedenini hemen anlamışlardır. Bir yerlerden ünlü yazarın kitaplarını bulurlar, getirip gencin bıraktığı yere koyarlar, perdeleri sıkı sıkıya kapalı pencerelere bir göz atıp öfkeyle uzaklaşırlar. Birkaç dakika sonra birileri daha gelir, sonra bir grup daha. Hiçbir şey demeden, sessizce bırakırlar kitapları. Akşama doğru, yazarın kapısının önü kitap yığınıyla dolar. Hitler'i "dünyayı kurtaracak peygamber gibi bir adam" diye öven, Nobel Edebiyat Ödülü'nü ona armağan etmek isteyen Nazi yanlısı yazarı protesto hareketidir bu. Bir yazara bundan daha ağır ceza olabilir miydi! Knut Hamsun pişmanlıklar içinde, mutsuz bir birkaç yıl daha geçirir ve sonra hayata veda eder.

Yazarların kendi alanları dışındaki tercihleri, özellikle politik seçimleri her zaman risklidir. Okurların zihninde yazanla yazılan arasındaki ince çizgi her an silinebilir çünkü. Gerçi edebiyat, zaman içinde yazarı da okuru da edebiyatın sınırlarının içine çekebilir, tıpkı Hamsun'un sonraki yıllarda yapıtlarının okunmaya devam etmesi gibi. Bizde "Açlık" adlı romanıyla tanınmış ve bir dönem çok okunmuş olan Hamsun'la benzer yazgıyı yaşayan Türk yazarlar da vardır. Bunlardan biri Rıza Tevfik, diğeri ise 39 yıl önce bugün kaybettiğimiz Refik Halit Karay'dır. 

Rıza Tevfik

Şair ve "feylesof" Rıza Tevfik (Bölükbaşı) iyi bir şairken, öğretim üyesiyken İttihat Terakki saflarında Meclis-i Mebusan'a Edirne Mebusu seçilmiş, memleketin en çalkantılı döneminde politikadan uzak duramamıştı. Sevr'i imzalayan kurul içinde yer almış olması onun kaderini de belirleyecekti. Üniversitede (o zamanki adıyla dârülfünûn) gençlerce protesto edilmiş, istifa etmek zorunda kalmıştı. Bu durum onu Kurtuluş Savaşı'na muhalif olanların safına itmişti. 1922'de arkadaşı Ali Kemal'in linç edilmesi üzerine Mısır'a kaçmış, 1924'te 150'likler listesine alınmış, Türkiye'ye girişi yasaklanmıştı. 

"Uçun kuşlar, uçun doğduğum yere
Şimdi dağlarımda mor sümbül vardır

Uçun kuşlar, uçun, bur'da vefa yok
Öyle akar sular, öyle hava yok" dizelerini de içeren o dokunaklı şiiri bilmeyen yoktur; ders kitaplarında da yer almıştı 70'li yıllarda.

O dönem Türkçe - edebiyat kitaplarında bir başka ad daha vardır, Rıza Tevfik'le aynı kaderi paylaşan Refik Halit Karay. "Eskici" adlı öyküyü anımsayın lütfen. Arabistan'da, gezici ayakkabı tamircisi, bir evde ayakkabıları tamir ederken onu izleyen çocuğun Türk olduğunu anlar ve uzak kaldıkları Türkçenin tadını duya duya sohbete başlarlar:

"Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor hem de ara sıra 'Ha! Ya? Öyle mi?' gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu."

Öykünün devamında eskici işini bitirmiştir, toparlanır, Hasan "gidecek misin?" diye sorar. Gidecektir. Çocuk ağlamaya başlar. Ortaokulda o cümleleri okuyanların yüreği burkulmaz mı, minik gözyaşları sonraki satırlara eşlik etmez mi?

"Ağlama be! Ağlama be!

Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

'Ağlama diyorum sana! Ağlama!'

Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti, önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu."

Bu öykü, ders kitaplarının ıvır zıvır metinlerinin yanında bir yıldız gibi parlamış, çocuk belleklere anadilinin önemini nakşetmekle kalmamış, sonraki yıllarda dil karşısındaki tutumun da temelini oluşturmuştur. Dil yasaklarına karşı çıkanların, dillerin özgürlüğünü savunanların belleklerinde bu öykünün duygulu cümleleri hâlâ dolaşıyordur eminim. 

Refik Halit Karay'ın bu öyküsü "Gurbet Hikâyeleri"nde yer alır. Kurtuluş Savaşı sırasında Posta-Telgraf Müdürü olan, aynı zamanda köşe yazarlığı yapan, Aydede dergisindeki yazılarıyla saltanattan yana tutum aldığı için şimşekleri üzerine çeken Refik Halit, Ali Kemal'in beklenmedik sonunu görünce Rıza Tevfik gibi yurt dışına kaçmış, 1938'de çıkarılan affa kadar yurda dönememişti. Bu öykü o yılların ürünüdür. 

Dönemsel yanlış tercihlerinin savurduğu hayatlarını Orta Doğu'da sürdürmeye çalışan her iki yazar zaman zaman bir araya geliyorlardı. Refik Halit, Rıza Tevfik'in yemek sohbetlerini anlatırken şöyle yazacaktı sonradan: "Gurbetteki yemek odası, İstanbul'un bir köşesine dönerdi. Sanırdım ki pencereden bakıverince karşımda Erenköy sırtlarından adaları yahut Şehzadebaşı'ndaki evden yangın kulesini ve tepesine asılı bayrağı göreceğim."

Bir gün yurda dönebileceğine ilişkin ümidi yoktur. Kimi basın organları Rıza Tevfik ve Refik Halit için kışkırtıcı yayınlar yapmakta, memlekette her daim bolca bulunan "hain", "alçak", "vatanını satan" yaftalarını boyunlarından eksik etmemektedir. Karay, Yeni Mersin gazetesine verdiği bir demeçte şöyle der: "Mantıksız gibi görünse de memlekette ölmek ve orada gömülmek arzusu insanların yüreğini yakan bir ihtiyaçtır."

Her ikisinin de arzusu sonraki yıllarda gerçekleşecek, yurda döneceklerdir. Hamsun'un tercihleri için hayatının sonunda ödediği ağır bedel, iki Türk yazar için geçerli olmayacaktır neyse ki. Günümüzde edebiyatla yakın ilişkisi olmayanların bile bir bölümünü aldığım o kederli şiire kulak dolgunluğu vardır. Hatta ne acı ki memleketten uzakta yaşamını yitiren Ahmet Kaya o şiiri bestelemiştir. Refik Halit Karay'ın andığım öyküsü de kanımca onun yurt dışında yaşadığı pişmanlıkların, kederlerin billurlaşmış cümleleridir. Hayata ilişkin tercihleri hatalıysa da zaman, okuru da onları da edebiyatın çizgisine çekmeyi bilmiştir. Bu nedenle, Refik Halit Karay'ı ölüm yıldönümünde yaşamındaki hataları ile değil "Gurbet Hikâyeleri" ile, Anadolu'nun insan panoramasını çizdiği o nefis "Memleket Hikâyeleri" ile anımsıyoruz.

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

"Neden yazılır: Dünya acılı olduğu için yazılır"

Bir yazarın fırtınalı yaşamının örneğini oluşturmuştu yaşarken; ancak gündelik hayatının akışından öte, oradan damıtarak karmaşık zihninin imbiğinden süzdüğü metinlerle oluşturdu bu örneği

Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa, 30 Ağustos'ta

30 Ağustos 1922'yi izleyen günler ve yıllarda gerçekleşenler, o zafere anlam kazandırdı. Yoksa her şey askeri bir başarıyla hatıralarda kalırdı. Elif kağnısıyla, Arhaveli İsmail teknesiyle, Kartallı Kâzım filintasıyla, Süleymaniyeli Şoför Ahmet "üç numrolu" kamyonetiyle, Mülazım Hasan "yedi buçukluk bataryasıyla", Nurettin Eşfak hayalleriyle gelip Kocatepe'de yanında durdu Mustafa Kemal'in ve Anadolu halkı "kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa." Bu ayağa kalkışa önce "barış" sonra "cumhuriyet" denecekti

"Yangın bir kez başladı mı kimse uzak kalamaz"

Alevlerin kıyısında endişeyle beklediğimiz o akşam, yangına en yakın noktaya gelip Instagram paylaşımları için malzeme devşirenler ve selfie çekenler bir çağ yangınının bütün toplumu sardığının da belgesiydiler. Tıpkı Bozcaada feribotunda itfaiyeye ver vermek istemeyenler gibi...

"
"