24 Aralık 2023

Soru hâlâ ortada Aziz Bey!

Hep uyardı, bazen gülerek bazen kızarak uyardı. Dinledik mi onu?

Aziz Nesin 108 yaşına girdi! Kimi insanlar ölüm yıldönümlerinde değil, doğum günlerinde anımsanmalıdır; çünkü onlar ürettikleriyle, hayata kattıklarıyla yaşamaya devam ederler. Kaldı ki Aziz Nesin'in bir mezarı bile yok, ölmemiş gibi. Hakikaten ölmemiş gibi çünkü onun öykülerini, romanlarını yeniden okumak bir yana, yaşıyor gibiyiz. Öyle ki, bu ülke bir sahne sanki, Aziz Nesin oturup hiç bitmeyecek bir oyun yazmış, biz de bütün bir millet bu oyunu bıkıp usanmadan oynuyoruz. Ama öyle bir oyun ki bu, halkın söylemiyle "tam da Aziz Nesinlik." Hem oyuncuyuz hem seyirciyiz ve durmadan gülüyoruz ağlanacak halimize. Belki o da bir yerlerden bakıp gülüyordur ve "İnsan yalnızca söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumludur" diye mırıldanıyordur.

O susmamış hep söylemişti. Sertellerin Tan gazetesi faşistlerce basılıp darmadağın edilene kadar orada söylemişti. Sonra sermayesini Sabahattin Ali'nin sağladığı Marko Paşa'da yazmıştı. O kapatılmış, "Malum Paşa"yı çıkarmışlar, o da kapatılmış, "Bizim Paşa"yı çıkarmışlar ama hiç susmamışlardı.

Ondan hep siyasal taşlamalar, politik yergi öyküleri bekleyenlerin gülüşlerini dudaklarında donduran bir kitapçıkla, 1947'de gündeme geldiğinde ise ortalık yıkılmıştı: "Nereye Gidiyoruz?" diye soruyordu; Türkiye nereye gidiyordu? Emperyalizmin kucağına mı oturacaktı? Sen misin soran, gel bakalım deyip alırlar içeri. "Savcı yirmi iki yıl hapsimi istiyordu. Suç eylemi eksik kaldığından, her ne kadar sıkıyönetim varsa da savaş hali sayılamayacağından… Pazarlık, pazarlık… Tut aşağı, vur yukarı: On ay hapis ve Bursa'ya sürgün" diye anlatacaktı sonradan o günleri.

Ve Bursa sürgün günleri. "Bir Sürgünün Anıları" bana kalırsa Aziz Nesin'in en parlak yapıtlarındandır. Yaşanmışlığı o kitabı özel bir yere koymamızı gerektiriyor. Memleket aydınına iktidarların ve kitlelerin neler çektirdiğini öyle anlatır ki o trajik günleri gülmekten okuyamazsınız! Evet evet, yanlış yazmadım, gülmekten okuyamazsınız… Çünkü o fikirleri nedeniyle cezaevine tıkıldığında da sırtında bir denkle iki jandarma arasında ve kelepçeyle sürgüne gönderildiğinde de elindeki en vurucu, en sağlam silahı, gülmeceyi hiç bırakmadı.

Bursa'ya girişini "şehre girişim pek anlı şanlı oldu" diye anlatmaya başlar. Şehirde şenlik vardır, kalabalıklar, fenerler, bando… Aziz Nesin iki jandarmanın ortasında elleri kelepçeli, sırtında çıkını ile kalabalığın ortasında kalır. Bando marşlar çalmaya başlayınca iki jandarma bir anda uygun adım yürümeye başlarlar. Ortalarında kan ter içinde Aziz Nesin, o da uyar mecburen; alkış kıyamet. Bunu mizansen zanneder Bursalılar! Sonradan öğrenir ki Halkevi'nin kuruluş yıldönümü kutlanıyormuş!

Beş parasızdır, lapa lapa yağan karda battaniyesini satmak ister satamaz. Aç ve parasız halde bir kahvede otururken bir tanıdığı çıkagelir, çayını kahvesini içer ve çeker gider! Ne yapacaktır Aziz Nesin? Birisi kahvede tavlada meydan okumaktadır herkese. Nesin, "ben varım" der, açlıktan titreyen sesiyle. Adam bakar, ufak tefek, üstü başı dökülen Nesin'e, küçümser ama "gel bakalım" der. Anlatıyor Aziz Nesin: "Tavlada hiç kimseyi yendiğim görülmüş şey değildir. Üstelik açlıktan şeşi beş görüyorum. İlk oyun mars oldum. İkinci oyun… Yine mars oldum. Üçüncü oyun kepaze olmak üzereyim ki Hızır imdada yetişti…" Bursa'da bir gelenek varmış, günde iki kez İstiklal Marşı çalınır ve o dakikalar içinde hayat dururmuş. Aziz Nesin tam yenilecekken, bando başlamasın mı! Devam ediyor anlatmaya: "…tam kepaze olmak üzereyken şehir bandosunun çaldığı İstiklal Marşı imdadıma yetişti. Rakibim zar elinde, ayakta. Kimisinin kahve fincanı, çay bardağı elinde. Hep ayaktalar. Ben bu fırsatı doğrusu kaçırmak istemedim Sanki sıkışmışım da tuvalete gidiyormuşum gibi kapıdan sessizce sıvışırken sert bir ses duydum: 'Heeey, vaziyetini al!' Vatandaş, bende alacak vaziyet mi bıraktılar…"

Bursa'da sürgünde neler gelmez ki başına. Eski yazı bildiği için Kur'an dersi vermeye başlar. Ulucami'de öğrencilerine Kur'an okumayı öğretir. Bayağı başarılıdır, çocuklar da velileri de memnundur. Adı çevrede duyulmaya başlar, öğrencileri artar. Adı "Hafız Aziz"e çıkar. Sonra bir gün hiçbir öğrencisi gelmez derse… Öğrenmişlerdir kim olduğunu tabii. Birkaç gün sonra kahvehanede tanıştığı biri, onun kim olduğunu bilmeden yana yakıla anlatır Aziz Nesin'e: "Ah kardeşim ah, dedi. İstanbul'dan buraya sürgün ediyorlarmış, burada hafızız diye ortaya çıkıyorlarmış. Bu heriflerin girmediği kılık yok. Az kaldı ben de çocuğumu gönderecektim. Öyle de güzel, çabuk öğretiyormuş ki… Az kaldı çocuğu zehirletecektik."

Aziz Nesin, sürgün cezası da bitince İstanbul'a döner ama bıraktığı hayatı değildir onu bekleyen: "İstanbul'da kurduğum, bıraktığım her ne varsa, hepsi dağılmış, hepsi yıkılmıştı. İş, eş, her şey… Onları yeni baştan toparlamaya kurmaya çalıştım ama olmadı."

Aziz Nesin, susmamanın bedelini en ağır şekilde ödedi hayatı boyunca. 1993 Madımak katliamından kıl payı kurtuldu ama onlarca aydın, sanatçı cayır cayır yakıldı. Türkiye yakın tarihinin en büyük kara lekesi olarak hafızamızda yaşayan o katliamdan iki yıl sonra Aziz Nesin de ayrıldı yaşamdan.

Hep uyardı, bazen gülerek bazen kızarak uyardı. Dinledik mi onu? 1947'de ceza almasına ve sürgüne gönderilmesine neden olan "Nereye Gidiyoruz?" sorusu yetmiş beş yıl sonra hâlâ ortada, yanıt bekliyor!

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

Yazarın Diğer Yazıları

Sözcüklerin bittiği yerdeki yalnızlık

Şehirler geçmişten beri baş döndürücü kalabalığın merkezi olagelmiştir. Belki de bu nedenle, o kalabalık insanı yalnızlaştıran bir çokluktur. Sesin söze değil uğultuya dönüştüğü yerlerdir büyük kentler. Bunu en iyi bir yazarın anlaması da çok doğal

Hayatımızın beştaş oyunu: Sözcükler

Aynı dille konuşan ama aynı dili konuşmayan insanlar topluluğuna mı dönüşmüştük, çocukluğumuzdaki beştaş oyunu gibi kelimelerle oynarken?

Murat Meriç’le söyleşi – II: Basit ama hayatımızda yer etmiş birçok ses kayboldu, farkında değiliz

Farklı kültürlerin, etnik grupların birlikte yaşadığı bir toplumda daha zengin bir müzik kökeni olması beklenirdi ama müzik dünyamız bu zenginlikten yeterince beslenemedi

"
"