15 Eylül 2024

Semboller dünyasına hoş geldiniz!

Aklımızdakini ya da niyetimizi dile getiremediğimiz zamanlarda ve ortamlarda duygusal paradigmaların üzerine semboller inşa ederiz. Duygusal refleksleri düşünsel davranışlardan önde gelen bizim gibi toplumlar ve böyle toplumlarda egemenliğe sahip olanlar için semboller çok işlevseldir

Geçen hafta Harp Okulu'ndan mezun olan teğmenlerin tören sırasında kılıçlarıyla gerçekleştirdikleri geleneksel ritüel, ardından epeyce bir mezunun hep bir ağızdan "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" sloganını atmaları ortalığı karıştırdı. Kılıç… Mustafa Kemal… Subay… Semboller dünyasına hoş geldiniz! Göndermelerin, çağrışımların, alınganlıkların kaygan zemininde her bir sözcük ve davranış anlamı dışına kayıp gitti yine. Oysa askerlik mesleği büyük oranda semboller üzerinden kendine alan açar toplumda... Tarihsel öneme sahip yayınları tarayan X hesabı @LostLibrary, Osmanlı'da askeri okul öğrencilerinin resmi gerekse hep kılıç merasiminin kullanıldığını belirtiyor, örnekleriyle. Kaldı ki üniforma bile başlı başına bir sembol değil midir? Aslında çoğumuz müzeler dışında kılıç filan görmemişizdir ama toplumsal belleğimizde sembolik bir değeri vardır bu silahın. Tasavvurlarını gerçekler üzerine oturtamamış bir toplum olduğumuzdan mıdır sahiden, bir nesne, birkaç sözcük bizi alıp gerçeklikten sembollere hızla geçirebiliyor, dahası sembollerin çağrıştırdığı muhtemel anlamlara ve çağrışımlara doğru hızla yol alabiliyoruz. Matruşka bebekler gibi. Hımmm, siz şimdi ne yaptınız bakayım, kılıç, slogan filan, ne demek istediniz?! Tarık Çelenk, T24'te Cansu Çamlıbel'le söyleşisinde de buna değiniyordu:

"Bugün yaşananlarla bundan 40- 50 yıl önceki tartışmalar cami - kışla bazında aynı. Demek ki biz bazı konularda geriye dönük hiçbir meselemizi halledememişiz. Hâlâ semboller üzerinden kendimizi dengelemeye çalışıyoruz."

Müzede boy boy kılıçlar

Bir de Ayasofya yeniden ibadete açıldığında Diyanet İşleri Başkanı'nın hutbeye kılıçla çıkması vardı. Çoğumuz bunun anlamını çözemedik, merdivenlerde dikilen şahsın özentili davranışı olarak algıladık. Oysa öyle değilmiş! Sembolik bir değeri varmış bunun. O günlerde AA'ya demeç veren Prof. Dr. Ziya Kazıcı, bunun bir gönderme olduğunu belirtmiş ve "Müslüman devletler, bir şehri savaşla fethettikten sonra oranın en büyük yerlerinde kılıçla hutbe okuturdu. Kılıçla hutbe geleneği oranın savaşla fethedildiği anlamına geliyor" demişti. Al sana sembol! Gerçi öyle bir sembol ki güzelim İstanbul'u içselleştirememişliğin dışavurumu gibi. Yahu İstanbul zaten bizim; memleketin gözbebeği şehir, geçmişin payitahtı; her ne kadar son yüzyılda büyük bir köye dönüştürdükse de bizim yani, neyi kanıtlamaya çalışıyoruz?

Kılıç her zaman semboldür

Diyanet İşleri Başkanlığı belli ki kendini başka bir yerde konumlandırmak istiyor, kılıcı bir sembol olarak kullanarak. Çok az bilinir muhtemelen, bu kurumun şimdilerde kendini devamı gibi hissettiği Hilafet, Osmanlı'nın Batılılaşma çabasının en sembolik gereçlerinden birini, Batı müziğini sahiplenmişti. Mu­zıka-i Hümâyûn adını taşıyan orkestra saltanatın kaldırılmasından sonra Halife Abdülmecit'e bağlanmıştı. Aynı kaynak bu orkestranın "Makam-ı Hilâfet Mûsıki Heyeti Orkestrası" adıyla konserler verdiğini belirtiyor. İşte size ters köşe bir sembol. Bence bu yüzyılda kılıçtan daha keskindir orkestra enstrümanları.

Akbaba dergisinde Halifelik orkestrası konser haberi (Kaynak: @LostLibrary)

Erich From sembollerin, bir tecrübenin, bir duygunun ya da bir düşüncenin yerine geçtiğini söyler. "Bir sembol, benliğimizin dışını yansıtmaktadır. Sembolize ettiği şey ise içimizde saklıdır" diye ekler. İçimizde saklı olmak… Her şeyi dile getirememek… Meselenin özü bu gerçekten de. Aklımızdakini ya da niyetimizi dile getiremediğimiz zamanlarda ve ortamlarda duygusal paradigmaların üzerine semboller inşa ederiz. Duygusal refleksleri düşünsel davranışlardan önde gelen bizim gibi toplumlar ve böyle toplumlarda egemenliğe sahip olanlar için semboller çok işlevseldir. Bir meselenin özü üzerine düşünmemizi bulanıklaştırıp gerçekliği eğip bükerek tarihsel/toplumsal/kültürel algılar üzerinden ikna etmeyi sever iktidarlar. Söz gelimi yağmalanan dereleri, ırmakları, siyanürle zehirlenen yeraltı sularını görmek bunların sonuçları üzerine düşünmek yerine, köpürtülen milliyetçi duyguların tam ortasında "ırmağın akışına ölürüm Türkiyem" diye hançerenizi yırtarak şarkıya eşlik ettiniz mi mesele çözülmüştür, sizden büyük vatansever yoktur! Hatta bazı durumlarda sembolü alıp başka yerlere taşımak ve yeni anlamlar icat etmek de gerekebiliyor! Olmaz, derseniz, memlekette en kolay bulunan yaftayı "vatan hainliği" yaftasını boynunuzda görmeniz an meselesidir. Örnek mi? Bozkurt işareti. Bir futbolcunun maçta eliyle yaptığı işaretten nasıl olduysa "o bizim ulusal sembolümüzdür"e gelivermiştik bir günde. Oysa o sembol çok büyük çoğunluk için tarihin deforme edilmişliği içinde bambaşka şeyleri, hiç de iyi olmayan bir şeyleri çağrıştırıyordu. Sorunları çözmek yerine sembollere sığındıkça, metaforların değişkenliğini "fikir" zannettikçe "değer" denilebilecek her şeyi çürütmeye yol aldığımız da bir gerçek ne yazık ki.

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur

Hürriyet Partisi’nin kuruluşundan 70 yıl sonra, bu iyi niyetli, umutlu girişimin nasıl kösteklendiğini, politikayı yalnızca partilerinin varlığı ile özdeşleştirenlerin bu heyecanı nasıl boğduğunu okuyunca ve günümüze bakınca benim oğlum bina okur, döner döner yine okur demekten başka ne gelir elden?

Yazarlar da roman kahramanıdır

Roman Kahramanları İstanbul Edebiyat Festivali’nde yüzlerce roman ete kemiğe bürünürken aslında o öğrenciler birer Don Kişot oluyorlar, arslanlar kafeslerinden çıkamayıp öylece kalıyorlar

Neden?

"Neden" diye kime sordu insanoğlu? Kanımca önce kendine sordu: Neden, dedi şaşkınlıkla. Bilemedi, yanıtlayamadı ve şaşkınlığı, kaygısı daha da arttı. Sonra yanındakine sormuş olmalı. Kimdi yanındaki peki? Belki anne ya da babası, belki arkadaşı, belki sevdiği… Kim bilir belki bunların hiçbiri değil de sadece gökyüzüne bakarak sordu

"
"