20 Ekim 2024

Kes sesini!

Geçmişin mobilyalı devasa kutularından yayılan seslerin son tanıkları da transistörlü radyolarla dünyaya kulak kesilen benim kuşağım da araçlarının ses cihazı düğmesini çevirip istasyonlar arasında Açık Radyo belirdiğinde orada duran genç kuşak da… Hep birlikte umudumuzu koruyoruz

“Alo alo muhterem samiin…”

Bütün hikâye bu anonsla başladı. Yıl 1927’ydi. “Burası İstanbul telsiz telefonu” diye devam etti, cızırtılı ve zayıf bir ses. İstanbul’dan Anadolu’ya doğru dalga dalga yayılan bu anonsu çok küçük bir grup dışında kimseler duymadı. Memleket derin bir sessizlik içindeydi. Her kent, kasaba, köy kendi içinde yalnızca kendi sesini duyabiliyordu. Anadolu halkı “radyo” sözcüğüne de yabancıydı. Yayın şirketinin ortaklarından ve ilk anonsu yapan Eşref Şefik, yıllar sonra bu durumu şöyle açıklayacaktı: “Düşündük düşündük, radyo desek anlaşılmayacak. Belki abone bulamayacağız. Telsiz telefon dedik adına.”

Bu anons Anadolu’nun derin boşluğunda o gün yitip gitse de hayatı değiştiren bir sesti gerçekte. Bu değişimi en iyi bilen Ankara’da, Çankaya’daki Mustafa Kemal’di. Birkaç yıl sonra şehirlerde, kasabalarda boy göstermeye başlayan radyo yeni rejimin sesi olmaya adaydı. Cumhuriyetin önündeki en iyi örnek Sovyetler Birliği’ydi. Falih Rıfkı Atay, Yeni Rusya adlı kitabında “Kulüpler, müesseseler, köyler, bütün topluluk merkezleri radiyo cihazları almağa mecburdurlar. Bütün kulaklar Moskova’nın elindedir… Radiyo yalnız oynamaz, şarkı söylemez ve konuşmaz; en kuvvetli, bazen de biricik terbiye vasıtasıdır.” diye yazmıştı ve genç cumhuriyet, radyonun bu işlevini kullanmakta kararlıydı. Nitekim, Atatürk’ün Meclis açış konuşmaları başta olmak üzere birçok tören ve etkinlik radyodan, kimi zaman canlı olarak da olarak ahaliye ulaştırılmaya başlamıştı. İlk canlı yayın da Cumhurbaşkanı’nın İstanbul ziyaretine ilişkindi. Büyük Postane’nin çatısına çıkan spiker, Gazi’yi taşıyan Ertuğrul yatını adım adım takip ederek dinleyicilere aktarıyordu.

Radyo cihazı 1930’larda Halkevleri’nde, kahvehanelerde, kulüp lokallerinde ve elbette varsıl evlerinde boy göstermeye başladığında edebiyattan müziğe, tarımdan politikaya değin birçok alanda programlar da yaygınlaşmaya başlamıştı. Ankara Halkevi’ndeki “İnkılap Dersleri” Cumhuriyet’i anlatan temel programlardan biri olmuştu. Radyo dinlenmesini teşvik etmek için basında bolca yazılar yazılıyordu. Örneğin bunlardan biri Cumhuriyet’te Yunus Nadi’nin yazdıklarıydı:

“Şimdi artık evinizde otururken önünüzde duran küçük makinenin düğmesini çevirerek bütün dünya şehirlerini dolaşabilirsiniz. İsterseniz Londra’daki mükemmel orkestrayı dinleyiniz, dilerseniz Paris’te olup biteni anlayınız. Şu alkışlar içinde bağırarak, adeta böğürerek nutuk veren adam Hitler’dir. İtalya’dan akseden kocaman uğultu zafer şenlikleridir. Viyana Radyosu’ndan on bin kişilik bir sınıfa ders veriliyor. Dilersiniz bu sınıfa siz de girin ve o dersleri siz de takip edin. Bin bir istasyondan bin bir ses ve adeta diyebiliriz ki, bin türlü ses. İşte bütün dünyayı bir tek odanın içindeki küçücük bir kutuda komprime halinde emrinize amade tutan mucize: Bu radyodur.”

Radyo bir propaganda aracı olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında dünyada etkin bir biçimde kullanılırken Türkiye’de de “Ankara Radyosu” savaşın seyrini halka hızlıca iletebilen biricik iletişim aracı olmuştu. Dönemin tanıkları, kalabalıkların akşamları radyo başında toplanıp biraz korkuyla, biraz merakla dünyayı izlemeye çalıştıklarını, o cızırtılı seslerin içinden gelen her cümlenin topluluklarda yeniden yorumlandığını anlatırlar. Türkiye’de ise çok partili hayata geçişle birlikte radyo iktidar olabilmenin, iktidarı sürdürebilmenin önemli bir aracı olarak görülmeye başlanmıştı. Artık o kutu bir “ses savaşları” aracıydı. 1950’lerdeki siyasal çekişmeler bu bağlamda biraz da radyo savaşlarıdır. Demokrat Parti, radyoyu neredeyse parti radyosu gibi kullanmaya başlamıştı. Meclis çalışmalarının aktarıldığı programlarda CHP ve muhalefet yok sayılıyordu. Başbakan Adnan Menderes, radyonun devletin aracı olduğunu ve bunu sadece hükümetin kullanabileceğini söylemeye başlamıştı. Ona göre radyo “orta malı” değildi. “Hükümet icraatını kötülemek ve hükümete sövmeye asla müsaade etmeyeceğiz” diyordu. Bu cümle o dönemden bugüne her iktidarın mottosu olageldi, denebilir.

Ankara ve İstanbul’daki radyo binaları, yakın tarihimizde darbelerin de sembol yapılarından oldu. 27 Mayıs 1960 sabahı radyolarını açanlar şu anonsla karşılaşmışlardı: “Burası Türkiye radyo yayın postaları. Türk Silahlı Kuvvetleri Türk vatandaşlarını radyolarının başına davet eder.” Spikerin bu çağrısına eklenen bir ses eklendi: “Sevgili vatandaşlar; dün gece yarısından itibaren bütün Türkiye’de deniz, hava, kara Türk Silahlı Kuvvetleri el ele vererek memleketin idaresini ele almıştır!” Bu davudi ses, darbeyi yapan ekibin sözcüsü Alpaslan Türkeş’e aitti. Çoktandır ses savaşları arenasına dönüşmüş olan radyo, fiziki mekânları, teknik gereçleri ile iktidarı elde tutmanın ya da iktidarı ele geçirmenin stratejik aracı olmuştu artık. Radyo 19.00 haberleri, halkın deyimiyle “akşam acansı” bütün Anadolu’ya yayılan “tek ses”, tek bilgi kaynağıydı ve bu nedenle iktidarlar için çok önemliydi. “Devletin âli menfaatleri” sebebiyle ses memleketin dağında taşında yankılanmalıydı ki “vatan hainleri” başarıya ulaşamasınlar!

Memleketin radyo macerasına televizyon de eklendiğinde ses savaşlarının cephesi genişlemiş, buna görüntü de eklenmişti. Her iktidar değiştiğinde, başbakan, bakanlar kadar TRT Genel Müdürü’nün kim olacağı da merak konusu oluyor, büyük çekişmelere yol açıyordu. Sonraki dönem siyasal tarihimizin önemli isimleri arasına girecek olan İsmail Cem’in adı da CHP’nin kısa iktidarında bu kurumun başına atanmasıyla parlamıştı ilkin.

Tek ses olma özelliği 1990’ların başına kadar ısrarla sürdürüldü. Ancak dünyada olağanüstü bir altüst oluş da bu dönemde başlamıştı. Bir anda bütün kentlerde, hatta kasabalarda özel radyolar açılmaya başlandı. Herhangi bir yasal düzenleme de yoktu ve bu belki de demokrasinin güzelliğinin göstergesiydi. Bu istasyonlar en çok yerel kültürden besleniyorlar, o kentin düşünen, üreten kişilerine mikrofon uzatıyorlar, sanatın, en çok da müziğin yerelden ulusala ulaşabilecek bir mecrası olmaya doğru gidiyorlardı. Sessiz çoğunluk sesini duyurabileceği bir alan bulmuştu.

Ancak bu topraklarda çok sesliliğin, demokrasinin lüzumu yoktu elbette! RTÜK diye bir şey icat edildi hemen. Hayatımızda daha çok yer kapladığı için RTÜK denen kurumun varlığını verdiği cezalarla muhalif televizyon kanalları üzerinden biliyoruz. Oysa geçmişin sansür kurullarının günümüze uyarlanmış halini temsil eden bu kuruluş radyoların tepesinde de her zaman Demokles’in kılıcı gibi durdu. Son örneği Açık Radyo.

1995’te “Kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine açık radyo” sloganıyla yayına başlayan ve çevreden sanata, spordan edebiyata; hayatın her alanında özgür yayıncılığın nasıl olması gerektiğini gösteren başarılı bir örnek olarak hayatımızda yer alan Açık Radyo kendini şöyle tanımlayagelmişti:

“Açık Radyo hiçbir çıkar ve sermaye grubuna bağlı değil. Tabii devlete de. Çoğulcu demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel insan hak ve özgürlükleri dışında, hiçbir ‘ideoloji’ye de bağlı değil. Dolayısıyla, bağımsız. Hatta, büyük para ve güç odaklarının sahipliği altında boğulan bir medya ortamında, Türkiye'nin -ve belki de dünyanın- ender bağımsız yayın organlarından biri olduğu da söylenebilir.”

Açık Radyo, evrensel yayıncılık hukukuna, demokratik yaklaşımlara taban tabana zıt kararlarla ve RTÜK marifetiyle 16 Ekim günü öğle saatlerinde Ömer Madra’nın seslenişinin ardından susturuldu. Yükselen çevre direnişlerine en büyük desteği veren, kültürün cılız filizlerine can suyu olan, çoğulculuğun sesten oluşan gökkuşağına benzetilebilecek istasyona devlet “Kes sesini!” dedi. 1993’te de böyle olmuştu ve bir gecede binlerce özel radyo kapatılmıştı. Ancak kendi sesini özgürce duymaya alışmış olan geniş kitleler umulmadık bir tepki vermiş ve radyolarını kısa sürede geri kazanmışlardı. Şimdi de demokratik tepki refleksimizin geçen otuz senede yitirilmemiş olmasını umuyoruz. Geçmişin mobilyalı devasa kutularından yayılan seslerin son tanıkları da transistörlü radyolarla dünyaya kulak kesilen benim kuşağım da araçlarının ses cihazı düğmesini çevirip istasyonlar arasında Açık Radyo belirdiğinde orada duran genç kuşak da… Hep birlikte umudumuzu koruyoruz. Bu coğrafyanın ve halkın tek sesin duyulduğu yankı odalarına değil açık seslere ihtiyacı var çünkü…

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur

Hürriyet Partisi’nin kuruluşundan 70 yıl sonra, bu iyi niyetli, umutlu girişimin nasıl kösteklendiğini, politikayı yalnızca partilerinin varlığı ile özdeşleştirenlerin bu heyecanı nasıl boğduğunu okuyunca ve günümüze bakınca benim oğlum bina okur, döner döner yine okur demekten başka ne gelir elden?

Yazarlar da roman kahramanıdır

Roman Kahramanları İstanbul Edebiyat Festivali’nde yüzlerce roman ete kemiğe bürünürken aslında o öğrenciler birer Don Kişot oluyorlar, arslanlar kafeslerinden çıkamayıp öylece kalıyorlar

Neden?

"Neden" diye kime sordu insanoğlu? Kanımca önce kendine sordu: Neden, dedi şaşkınlıkla. Bilemedi, yanıtlayamadı ve şaşkınlığı, kaygısı daha da arttı. Sonra yanındakine sormuş olmalı. Kimdi yanındaki peki? Belki anne ya da babası, belki arkadaşı, belki sevdiği… Kim bilir belki bunların hiçbiri değil de sadece gökyüzüne bakarak sordu

"
"