09 Haziran 2024

Hatıralar: Belleğimizin tozlu rafları

Ufuklarda söken şafak ne zaman ki görülür, yani yaşanan biter ve hatıraya dönüşür, işte o zaman belleğin tozlu raflarına yerleştirilir kelimeler.

Binbir Gece Masalları’nda, ilk okuduğumda hemen altını çizdiğim, yıllar içinde zaman zaman üzerine düşündüğüm bir bölüm vardır: Kadın esir Canayakın, halifenin huzurunda ülkenin bilginlerince sorgulanır. “Aklın bedendeki yeri neresidir?” diye sorarlar, genç kadına. Biraz düşünür ve “Yüreğimizdir” diye yanıtlar bilginleri, “oradan esinleri beynimize yükselir ve orada mekân tutar.” Bu kadim bir bilgidir aslında, doğunun duyguyla düşünceyi eşdeğerde gören anlayışını açıklar. Yüreğimizden beynimize yükselen ve orada yaşayan “esin” nedir sorusunun yanıtı da sorsalar “kelimeler” olurdu herhalde. Çünkü bütün esinler gelip kelimelerde düğümlenir. İçimizde yaşattığımız, değişen zamanlarda değişen anlamlar yüklediğimiz birçok kelimelerin doğumu gerçekten de  yürektedir.

Dünya klasikleri içinde sayılan bu masallarda, hikâye içinde hikâyeler ve eskimeyen çağrışımlar bulmuşumdur hep: Şehrazad’ı, Şehriyar’ın  ölüm buyruğundan bin bir gece boyunca koruyan da kelimelerin gücüdür. Başka bir deyişle Şehrazad’ın yüreğinden geçen hikâyeler, aklının gücüyle onu hayatta tutmuştur.  Bu, her çağda böyledir. Yürekte doğan aklın esinleri, yani kelimeler, belleğimizde varlıklarını sürdürürler. Felsefeci Heidegger “dil varlığın evidir” derken elbette buna işaret ediyordu. Ama ben yine de duygularla düşünceler arasında görünmez bir yol olduğuna, orada unutulmuş nice kişi ve olayın hayaletler gibi dolaştığına, kelimelerin hiç durmadan o yolu iki yönlü olarak kullandığına ve pek de denetip altına alınamadıklarına inananlardanım.

İki hafta önce, kitaplıkların hüzünlü raflarından söz ederken “hayatımızın da tozlu rafları vardır” diye not düşmüştüm. Ancak şunu sormaktan kendimi alamıyorum: Varlığımız dille beliriyorsa, varlığımızı oluşturan ama hayatımızın tozlu raflarında yerini alan, unutulmaya yüz tutmuş kelimeler gerçekte kime, neye aittir? Yazıyı buraya kadar okumaya katlanmış değerli okurların “elbette ki hatıralara aittir” dediğini duyar gibi oluyorum ve buna katılıyorum. Çünkü kelimeler, sadece kapsadıkları anlamla sınırlanamazlar; yaşanmışlıklar ve  insanlar da bu anlama dahildir. Yaşantımızdaki, belleğimizdeki, hatıralarımızdaki her insan kelimelerle sarmalanarak bizimle yaşayıp gider. Bu bazen sevinç olur, bazen keder… Sözgelimi, yitirdiğiniz bir dostunuzdan geriye kalan hatıraları kuşatan sözcüklerin yakıcılığını sizden başka kim bilebilir?  Haydar Ergülen’in o enfes dizelerini herkes kendince okumaz mı:

“Kalbindeki cama bir taş değer dosttandır

‘kırılınca anlaşılır kalbin camdan olduğu’

kalbin bahçesinde bir gül solar, dosttandır

dostun varsa taşı güle sayarlar, akşamı güne

dostum varsa sözümü şiire sayarlar, beni şaire

dostum var. öyleyse

ölebilirim bile!”

Yaşananların hatıraya dönüşmesi de kelimelerin yürekle beyin arasında kat ettiği yolda gerçekleşir. Yahya Kemal’in unutulmaz şiiri “Vuslat” şöyle başlar:

“Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar

 Ömrün bütün ikbalini vuslatta duyanlar

 Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamanı

 Görmezler ufuklarda şafak söktüğü ânı.”

Ufuklarda söken şafak ne zaman ki görülür, yani yaşanan biter ve hatıraya dönüşür, işte o zaman belleğin tozlu raflarına yerleştirilir kelimeler. Unutulmasınlar diye de kimi izler, nişanlar, çağrışımlar eklenir. Bu ister hayatını kaybetmiş bir yakınınızdan kalan hatıralar olsun, ister bir aşkın en tatlı göstergesi olan birlikte uyumayı anlatan kelimeler olsun, hiç fark etmez; belleğimiz hepsine yer açar, biriktirir. Çoğunlukla hüzne bürünüp yaşasalar da varlığımızı o kelimeler tamamlar; Viktor Hugo, Sefiller’de her ne kadar “sözcükler yalan söyler” diye kestirip atmışsa bile!

Oktay Rifat bir şiirinde “çünkü hatıralar kuşlar gibi / dal ister konacak” derken “varlığın evi”ni mi düşündü bilemeyiz ama o dal, hiç kuşkusuz hayatımızın tozlu raflarıdır. Yaşanmış, bitmiş her şey onu anlatan kelimelerin içine çekilip orada yaşamaya devam eder; ta ki bir gün yeniden keşfedilene kadar…

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

"Yollarımız ayrılsa bile" 50 yaşında

Filmi yağmurlu bir yaz akşamı izlerken bunu pek anlayamamış olabiliriz ama sonraları defalarca izlediğimde Güney'in saptamasına bazen tersinden de olsa hak verdim: Aslında insanlar kolayca değişmez! Devrimci Semra haklıydı mesela, Cemil değişemezdi. Melike, "Kimsin sen?" diye sorduğunda, "Arkadaş" yanıtını vermişti Âzem, "Kimin arkadaşı?" diye devam etmişti Melike

Türkiye'nin en güzel haziranlarından biri

O gün sokakları, caddeleri, meydanları dolduran ve hakları için sloganlar atarak yürüyen işçileri görenler, izleyenler ülke tarihinin çok özel bir gününe tanıklık ettiklerini fark etmişler miydi bilinmez ama Türkiye işçi sınıfı, tarihinde ilk kez böyle görkemli bir direnişle kendi gücünün farkına varıyordu. Bu güç ne zamana kadar ve nasıl kullanılabilecekti?

Bir başka Fatih Sultan Mehmet portresi (II)

"Ölenlerin çokluğunu, evlerin boşaldığını, şehrin tümüyle uğradığı yıkımı, gerçekleşen felaketi ve tahribatı da gördü. Yapılan bu yıkım ve talan için birden acıma ve pişmanlık duygularına kapılarak gözleri yaşlarla doldu, derin derin iç çekerek, üzüntüyle: 'Nasıl bir şehri talan ve yıkıma terk ettik?' dedi"