12 Mayıs 2024

"Anadolu'yum ben tanıyor musun?"

Şiirde çizilen Anadolu'nun romantik imgesi, yerini tütmeyen bacalara, zincirlenmiş kapılara, camları kırılmış pencerelere, ıssız bahçelere, terk edilmiş tarlalara bıraktı...

Ekilmeden terk edilmiş tarlalar

İlkokulda, müzik dersinde hepimiz öğrenmişizdir o şarkıyı: "Sen ne güzel bulursun / gezsen Anadolu'yu / dertlerden kurtulursun / gezsen Anadolu'yu." Bu şarkıyı çocukça bir gururla söylerken gözümüzün önüne meleyen kuzular, şırıl şırıl akan berrak dereler, sonsuz buğday ya da ayçiçek tarlaları gelirdi. Karadeniz'deysek vadileri dolduran yemyeşil fındık bahçeleri canlanırdı. Çünkü Ömer Faruk Gürtunca şiirin devamında öyle bir imaj çiziyordu: "Billur ırmakları var / buzdan kaynakları var / ne hoş toprakları var / gezsen Anadolu'yu." Memleketi, dünyayı aç buçuk tanımaya başladığımızda ise birçok olumsuzluğun yanında hiç değilse ders kitaplarındaki bir cümle ile o şarkı arasında bağ kuruyor ve -belki- avunuyorduk: "Türkiye kendi kendine yetebilen bir tarım ülkesidir."

Bütün bunlar ne yazık ki geride kaldı. Anadolu'da köyler boşaldı, Euronews'in bir haberine göre çiftçi sayısı son 12 yılda yüzde 48 azaldı. Tarım alanları ve sebze bahçeleri de küçüldü. O şiirde çizilen Anadolu'nun romantik imgesi, yerini tütmeyen bacalara, zincirlenmiş kapılara, camları kırılmış pencerelere, ıssız bahçelere, terk edilmiş tarlalara bıraktı. 

Gökhan Günaydın, Cumhuriyet Halk Partisi Grup Başkanvekili ama aynı zamanda tarım uzmanı bir bilim adamı. Memleketin bu ahvalini ona sordum:

"Anadolu, dünyada neolitik çağın başladığı topraklar. İnsanlar burada avcılık ve toplayıcılıktan yerleşik yaşama adım attılar. Türkiye, bu özelliği taşıyan topraklar üzerinde kuruldu. Hem kendi kendine yetti hem de dünyaya mal sattı uzun yıllar. Bugün ise, tarımsal hammadde dış ticaret alanında 6 ile 7 milyar dolar arasında açık veren bir ülke olduk. Hemen hemen tüm tarımsal ürünlerde ithalatçı konumdayız. Başka bir deyişle dışarıdan mal alamasa karnını doyuramayacak bir ülke durumundayız."

Gerçekten de; basında, sosyal medyada sık sık gündeme gelen bir konu bu. Marketlerdeki paketlenmiş ürünlerin bilgisine bakılınca çoğunun ithal olduğunu anlayabiliyoruz. Daha da vahimi, köylerde market yumurtası, hazır yoğurt, fabrikasyon peynir, hatta kentten gelen ekmeklerin tüketildiği bir döneme girdik. Köylerde tarımsal üretimi gerçekleştirecek kimse de kalmadı. İktidarın vatan, bayrak, ezan edebiyatıyla perdelediği, "ırmağının akışına ölürüm" diyen milliyetçilerin her türlü yağmaya destek verdiği bir dönemde özellikle İç Anadolu'ya yolunu düşürenler üzüntüyle seyrediyorlar, ekilmemiş tarlaları, giderek ormana dönüşen meraları, kullanılmadığı için yıkılmış ahırları ve ağılları. 

Siyasal Bilgiler Fakültesi, bir zamanlar sadece fakülte olmakla yetinmeyen, Türkiye'nin dertlerini dert edinen bir bilim odağıydı. Bütün sorunların özgürce tartışıldığı, çözümlerin üretildiği bir çatıydı. Doktorasını bu kurumda tarımsal ve kırsal politikalar üzerine yapan Gökhan Günaydın, Anadolu toprağının terk edilmişlik halini "Bu, gıda krizine en açık ülkelerden biri durumuna getirdi bizi" diyerek açıklıyor. 

"Çünkü ülke nüfusuna her yıl bir milyon kişi ekleniyor. Buna karşın 35 milyon dönümden fazla bir tarım toprağını çiftçi işlemekten vazgeçti. Bunda büyükşehir yasasının etkisi de var. 30 büyükşehirde köyler mahalle statüsüne alınarak çiftçilerin tarım faaliyetleri kısıtlandı. Çok kişi köyleri terk etti, kalanların da yaş ortalaması 57 civarı. Bu insanların hevesle tarım yapması, yatırıma yönelik işler yapması da elbette çok zor. Zaten tarım girdileri döviz ve enflasyon nedeniyle alabildiğine arttı. Çiftçi bir yıl bir üründen kazanıyorsa ertesi yıllarda elde avuçta ne varsa kaybedebiliyor bu ekonomik tablo içinde."

Bu saptama o kadar doğru ki. Üstelik sadece tarımsal alana yansımıyor olumsuzluk; bir kültür de yok oluyor. Örneğin "köy düğünleri" neredeyse tamamen bitti. Köylerde evlenecek genç kalmadı çünkü. Yaşam döngüsü içinde gerçekleştirilen ritüellerin çoğu şehirlerde unutuldu ya da varoşlarının kahvehanelerinde gün geçiren yaşlıların hatıralarında kaldı. Köy dediğiniz bin bir geleneğin, alışkanlığın ve yerleşik göreneklerin zenginlikle yaşandığı yerdir. Bütün bunlar edebiyattan müziğe, tiyatrodan sinemaya çeşitli imgelerle yansımıştır. Örneğin sadece "köy çeşmesi" tamlaması bile ne çok şey çağrıştırır. Şimdilerde ise köy çeşmeleri kurumuş durumda. Dere yataklarını otlar bürümüş. Gökhan Günaydın, Akdeniz havzasında iklim krizinden en çok etkilenen ülkelerin başında Türkiye'nin geldiğini ve giderek su fakiri bir ülkeye dönüştüğümüze işaret ediyor.

Artık cılız akan köy çeşmeleri

Buna en iyi örnek Çanakkale bölgesi. Toprakları binlerce yıldır dikkat çeken zenginlikleriyle mitolojiye bile yansımış bu yöre. Homeros'un söyleyişiyle "Bol pınarlı İda"nın eteklerinden Ege'ye, Marmara'ya uzanan toprakları işleyen çiftçiler geçmişte varlıklı insanlar sayılırlardı. Traktörler, tarım makineleri, sulama aletleri ve köylünün alın teriyle toprağın yüzü güler, bu aylarda yeşeren tarlalara düşen yağmur, vuran güneş Anadolu toprağının bereketine bereket katardı. Şimdilerde, Gökhan Günaydın'ın da vurguladığı gibi su fakiri bir yöreye dönüşmek üzere; sulama kanalları cılız, dengesiz ve şiddetli yağan yağmurlarla çiçekler meyveye dönüşemeden toprakla buluşuyor. Tarlalarda traktör sesi duyulmuyor; mazot ve gübre fiyatlarındaki artış nedeniyle evlerin önünde öylece bekliyorlar. 

Elbette bu bir yazgı değil. İnsan en çaresiz durumda bile yaşama tutkusuyla sarılır toprağına. Küçücük bahçelerde, avuç içi kadar tarlalarda üretilenler kooperatiflerin çabası ve belediyelerin desteğiyle tüketiciyle buluşabiliyor. 1970'leri hatırlayanlar bilecektir, CHP'li belediyelerin öncülük ettiği tanzim satış mağazaları vardı, buralarda halka kâr oranı düşük tutularak satılırdı ürünler. Şimdilerde iktidar belediyelerinin burun kıvırdığı bu çaba yine CHP'li belediyelerin "halkın bakkalı / halk marketi" gibi uygulamalarla canlandırmaya çalışılıyor. Günaydın "Birçok yerde bu anlamda tarımsal proje uyguladık, uygulamaya devam ediyoruz" diyor ve ekliyor: 

"Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediyesi kendi fabrikasında yem üretti ve üreticiye ücretsiz dağıttı. Ürettikleri sütü piyasa fiyatının üzerinde satın aldı. Bunları da küçük çocuğu olup süt almaya gücü yetmeyen ailelere dağıttı. Bu bir kent-kır yoksulu dayanışması örneğidir. Ücretsiz buğday tohumu dağıtımını da söylemek isterim. Bu tohumlardan üretilen buğdayı da TMO'nun üzerinde bir fiyatla satın aldı ve halk ekmek aracılığıyla tüketiciye ulaştırdı. Birçok belediye mülkiyetindeki topraklarda buğday ve ayçiçeği yetiştirdi, ekmeği ve yağı halka ucuz bir şekilde ulaştırdı. Bunun gibi birçok uygulama ücretsiz gerçekleştirildi. Ancak belirtmek gerekir ki asıl görev merkezi hükümete düşmekte. İktidarın yarattığı açık ve kasıtlı politika çiftçiyi sömürmek, küçük görmek, büyük şirketlere piyasa açmaktan ibaret oldu."

Anadolu topraklarının 2024 baharındaki içler acısı halini izleye izleye tozlu yollardan hızla geçerken Ahmed Arif'in o büyük şiirini anımsamamak mümkün mü?

"Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?

Utanırım,
Utanırım fukaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun?

Gökhan Günaydın'ın tarımsal görünüme yönelik saptamaları, Batı Anadolu ve Karadeniz bölgesindeki gözlemlerimle birebir örtüşüyor. Ama yine de umutsuz olmamak, her olumsuzluktan minik minik çözümleri birbirine düğümleyerek sorunu çözmek için adım atmak gerekiyor sanırım. Ahmed Arif'in dediği gibi tıpkı:

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

Yazarın Diğer Yazıları

Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur

Hürriyet Partisi’nin kuruluşundan 70 yıl sonra, bu iyi niyetli, umutlu girişimin nasıl kösteklendiğini, politikayı yalnızca partilerinin varlığı ile özdeşleştirenlerin bu heyecanı nasıl boğduğunu okuyunca ve günümüze bakınca benim oğlum bina okur, döner döner yine okur demekten başka ne gelir elden?

Yazarlar da roman kahramanıdır

Roman Kahramanları İstanbul Edebiyat Festivali’nde yüzlerce roman ete kemiğe bürünürken aslında o öğrenciler birer Don Kişot oluyorlar, arslanlar kafeslerinden çıkamayıp öylece kalıyorlar

Neden?

"Neden" diye kime sordu insanoğlu? Kanımca önce kendine sordu: Neden, dedi şaşkınlıkla. Bilemedi, yanıtlayamadı ve şaşkınlığı, kaygısı daha da arttı. Sonra yanındakine sormuş olmalı. Kimdi yanındaki peki? Belki anne ya da babası, belki arkadaşı, belki sevdiği… Kim bilir belki bunların hiçbiri değil de sadece gökyüzüne bakarak sordu

"
"