28 Aralık 2013

2013’ün Türkiye’ye Mirası

2013 tam bitmek üzereyken, son anda kucağımıza “nurtopu” gibi bir soruşturma ve tartışma bırakıldı: 17 Aralık’ta açıklanan iktidar bağlantılı yolsuzluk ve rüşvet soruşturmaları!

2013 tam bitmek üzereyken, son anda kucağımıza “nurtopu” gibi bir soruşturma ve tartışma bırakıldı: 17 Aralık’ta açıklanan iktidar bağlantılı yolsuzluk ve rüşvet soruşturmaları! “Nurtopu” gibi, çünkü soruşturma, AKP iktidarı ile Gülen Cemaati arasındaki son “dershaneler ve eğitim” krizine cemaatin dev bir yanıtı oldu. Hükümetin dört bakanı ve hatta başbakan yakınlarına da temas eden bu soruşturmanın; AKP iktidarı açısından “sonun başlangıcı” mı; yoksa cemaat açısından bir “altın vuruş” mu olacağını 2014’te göreceğiz.

Oysa bizler, dershane krizinin bir sonraki aşaması olarak, ikiyüzlü siyasi/dini/ahlaki duruşları “deşifre etmek üzere” kimi gizli kayıtların ortaya dökülebileceğine ilişkin şantajları dinliyor, kayıtları bekliyorduk.

Başbakan dahil gelmiş geçmiş birçok AKP’li erkek bakanın çokeşlilik/çapkınlık hikayelerine dair söylentiler (hatta bazıları için kesinleşmiş mahkeme kararları) malumumuz.

Ama “pornografik yasadışı kayıtlar” yerine “yasal yolsuzluk soruşturmaları” geldi. Çok da iyi oldu. Tam da olması gereken oldu. “Çeşitli erkek kesimleri arasında durmadan el değiştiren bir çıkar çetesi” olmaktan ibaret bir yapı olan “devlet” denen organizasyonun kendisi bir kez daha deşifre oldu.

 

'Yeriz ama yedirtmeyiz'

17 Aralık 2013 tarihinde başlayan soruşturma, İran Azerisi kökenli taze TC vatandaşı Rıza Sarraf’ın yasa dışı işlerini çözmek için dört bakan adına oğullarına dağıttığı rüşvet; Taşyapı ve Ağaoğlu inşaat şirketlerinin, başbakan yakınları, bakanlar ve bir adet belediye başkanı ile birlikte oluşturdukları iddia edilen “çıkar örgütü” ya da seçilecek isim tercihine göre “çıkar çetesi” ile ilgiliydi. Soruşturma, hükümete yakın birkaç kişi ya da bir-iki hükümet üyesi ile sınırlı olmayan, uluslar arası ve yerel ayakları ile bizzat hükümetin kendisini deşifre eden bir nitelik taşıyordu. 

Soruşturma ile ilgili gözaltılar başladığı anda iktidardan gelen itirazlar üzerine, soruşturmanın yasal kanıtları bir anda ortalığa saçıldı. Bu sayede bizler de, teknik takiple elde edilen telefon, ilgililerin evlerinde bulunanlarla ilgili kamera, değişik siyasal ortamlarda çekilmiş fotoğraflar vesilesiyle; şimdilik sadece “ayakkabı kutularıyla” servis edilen 4,5 milyon dolarlık rüşveti görmüş, yağma ve talanın kimi belgelerine ulaşmış olduk.

Başbakan bu noktada, muhtemelen kişisel tarihinin en kritik siyasi kararını verdi: Sessizlikle geçiştirilemeyecek bu “suçlar”ı “kişisel” olarak tanımlayıp, sorumlularına bırakmak ve hatta hep alışageldiğimiz üzere daha da alt kademelerden birkaç “günah keçisi”nin üzerine atmak yerine; “sorumluluğu devlet ve hükümet olarak üstlenmeyi” tercih etti. Belki de, yolsuzluklar konusunda toplumda yaratılan duyarsızlık ve hafıza tutulmasına; "Hangisi yemedi ki..." anlayışına ya da “ulusal ve uluslar arası bir komplo” bahanesiyle yaratılacak yeni bir mağduriyet algısına ya da “bir seçim kazandıysa, artık ‘milli irade’dir ve hatta milletin cisimleşmiş halidir ve de her türlü eleştiriden azadedir” manipulasyonlarına çok güvendi. Belki de bunların hepsine birden… Kim bilir?

Bu nedenle, ülkenin en acil ve güncel yaşamsal sorunlarından biri olan ve bu yolsuzluk soruşturmasının ana eksenlerinden birini oluşturan, sit alanları ile kamu arazilerinin yağmalanması ve doğanın yıkımı ile gerçekleşen inşaat, enerji vb. alanlardaki usulsüzlükleri geri plana atmaya çalışıp, önceliği dış komplolara verdi. Nitekim bu taktiğin ilk başarısı, soruşturmaya usulsüz olarak atanan iki yeni savcının, inşaatla, sit alanlarıyla, TOKİ ile ilgili olarak gözaltına alınan zanlıların çoğunu hemen serbest bırakmasıyla görüldü.

Ama kısa vadede sonuç alabilme ihtimali olan “kendi iktidar/çıkar alanımda dilediğimi yaparım, ama ne kimseye yedirtmem” politikalarının, uzun vadede çok daha büyük toplumsal ve hukuki krizleri hazırladığını göremedi.

 

'Uluslararası komplo (!)'…

Sadece Başbakan’ın söylemleri değil, sürecin kendisi de, bu yolsuzluk soruşturmasının uluslararası bir “itibar kaybı” süreciyle paralel yürüdüğünü gösteriyor. İran'a yönelik uluslarararası ambargonun delinmesi ve Suriye konusundaki hükümet politikası da içinde olmak üzere, ABD ve İsrail’in de bu yolsuzlukların hükümeti yıpratması konusunda çıkarları var. 

Hatta bir adım daha ileri giderek (dünyanın sadece Müslüman çoğunluklu ülkeleri değil, kayda değer bir Müslüman nüfusun yaşadığı dört kıtadaki) birçok ülkenin de, AKP politikaları konusundaki kaygılarını buna ekleyebiliriz.

Demirel’in “Adriyatik’ten Çin’e” deyişiyle ifade ettiği dış politika formülü, AKP döneminde “Türklük” yerine “Müslümanlık” temelinde hayata geçirilmeye çalışılıyordu. Ancak AKP Hükümeti, kısa bir süre içinde “Müslümanlık” ortak şemsiyesini kullanmaktan vazgeçip; kendine göre yorumladığı bir “Sünnilik” üzerinden giriştiği yeni bir “ümmet imparatorluğu” yaratma hevesine kapıldı. Dış (ve iç) politika dili, “ümmeti paramparça etmek için çalışan sömürgeci devletler, işbirlikçi rejimleri ve bu ülkelerdeki çeşitli inanç gruplarını” hedef almaya başladı. Suudi Arabistan’daki Ümmet Partisi’ni desteklemek örneğinde olduğu gibi sayısız ülkenin içişlerine açık ya da örtülü müdahale etmeye başladı. (Dolayısıyla Fas Kralı, Başbakan Erdoğan’la görüşmeyi sadece “Hükümetin Gezi olaylarındaki sert tutumu” nedeniyle reddetmedi).

Bu nedenle özellikle ABD’de, İslamla demokrasiyi bağdaştıran “Ilımlı İslamın model ülkesi” olma iddialarıyla çıkılan yolun nereye varacağı konusunda derin kuşkular oluştu. Ya da başka bir deyişle, projenin asıl sahipleri bile -belki de yola çıkış amaçları olan- uzun vadede bir medeniyetler çatışması ihtimalinden artık ürkmeye başladılar.

Kendi ülkesinde en ağır hak ihlallerini yaşatan AKP’nin, 2013 insan hakları gündeminde neler vardı bir bakalım: Din ve mezhep çatışmaları ile kan gölüne dönüştürülen Müslüman çoğunluklu coğrafyadaki mezhepsel çatışmalar. Ama Mısır’da Müslüman Kardeşler ve Suriye’de Özgür Suriye Ordusu örneğinde olduğu gibi AKP, tüm çatışmalı alanlarda sadece kendi siyasi/dini görüşlerine yakın olanlara yönelik ihlalleri ulusal ve uluslar arası kamuoyunun gündeminde tutmaya çalıştı. “İnsanî yardım ve kalkınma desteği” adı altında, ekonomik ve politik nüfuz alanını genişletmeye çalıştığı Somali’deki Ogadenlileri… Myanmar’da Arakan Müslümanlarını…

AKP’nin Türkiye’yi “alt-emperyalist” bir ülke yapmak üzere çıktığı bu yolun artık sonuna gelindi. “Dava” kod adıyla özetledikleri ekonomik ve politik hırslar nedeniyle, önce başta ABD olmak üzere dış dünyadan müttefiki yol arkadaşları kendisini terk etti. Şimdi de içeride Cemaat ve 2002’den beri AKP’ye açık destek veren Türkiye tipi “liberal/demokrat/eski solcuların” bir bölümü daha…

İktidar ve destekçilerinin, İstanbul’a üçüncü köprü ve yeni havaalanı, Boğaz’a yeni kanal gibi “dev projelerini çekemeyen” “ulusal ve uluslar arası faiz lobileri”ni yeniden hedefe koymaya çalışmasında bu süreçlerin ciddi bir etkisi olduğu da açık. Gezi sürecinde de aynı argümanlar kullanılmıştı. (İstanbul ile ilgili yeni projelerin bu kadar gündeme getirilmesi ise, “ümmet imparatorluğu” hayalinin “başkenti” olarak kurgulanması nedeniyle olsa gerek.)

Son yolsuzluk soruşturmasında tekrar gündeme sokulan “dış komplo” teorisinin, sadece AKP yandaşlarının büyük çoğunluğunda değil, kimi “ulusalcı” figürlerde de etkili olduğuna dair işaretler, bu tartışmanın 2014 yılında giderek daha da önem kazanacağını gösteriyor.

Oysa ki aynen 2002’de AKP’nin iktidara gelmesi sürecinde olduğu gibi, aynen AKP’nin 2010 Anayasa Referandumu’nu kazanması sürecinde olduğu gibi; dış güçler iç dinamikleri her zaman etkiliyor ve bu etki zaman zaman da belirleyici oluyor.

Ama “dış güçler” sıfırdan bir sorun yaratmıyor. Bünyede zaten mevcut bir sorunu kaşıyarak ve bu kaşımanın sonuçlarından faydalanarak ilerliyor.

Bu nedenle, 2014’e devredileceği ortada olan bu tartışmayı bitirebilmenin tek yolu, demokrasiyi, sandığa ve o günkü sandıktan daha çok oy alarak çıkanın mutlak iktidarına biat etmeye indirgeyen anlayıştan vazgeçmektir. Başta yüzde 10 barajı olmak üzere tüm antidemokratik yasalar kaldırılarak derhal erken bir genel seçime gidip, ülkeyi tekrar demokrasi rotasına sokmaktır.

Toplumu bu yolsuzluk ve talandan koruyacak olan da budur.

 

Güçler ayrılığı temel kuralının, Hukuk devleti ilkesinin son kırıntıları da çöpe…

İktidar hırsı ve mücadelesi bu kadar “enternasyonel” olduğunda, kavga da bu kadar sert oluyor işte…

Ve işte bu nedenle 2002’den beri, içten içe artık 12 Eylül Askeri darbe dönemini bile mumla aratacak bir süreç yaşıyoruz. Türkiye siyasetinde askerden boşalan yer derhal polisle dolduruldu. Yasama/yürütme/yargı erkler ayrılığının artık hiçbir hükmünün kalmamasına dair diğer örneklere dalmaya hiç gerek yok. 2013’ten sadece bir örnek vermek yeterli: İktidarları kısmen de olsa sınırlayabilme kapasitesi (en azından ihtimali) olan ama AKP iktidarınca epeydir “vesayet kurumları”ndan biri olarak kınanmakta olan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’ne (TMMOB) yapılan operasyonlar…

AKP önce Orman Mühendisleri Odası'nın idari ve mali denetimini Orman ve Su İşleri Bakanlığı'na verdi (7 Kasım). Hemen ardından, aralarında çevre, inşaat, şehir planlamacıları odalarının da olduğu 11 odayı da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na bağladı. Kalan son 12 odanın da ilgili bakanlıklara bağlanması çalışmaları sürmekte!

Bir ülke, bir toplum açısından her biri birbirinden önemli (ve her biri de ayrıca bu son yolsuzluk soruşturmasına bağlanabilecek olan) bu kurumları hükümete bağlamak niye?

Bunların tümü bağımsız olarak iktidar politikalarını sorgulama/denetleme hakkı ve görevi olan kurumlar. İktidarı denetleyecek tek uzman kurumu iktidara bağlamak, nasıl bir “demokrasi” türü ile izah edilebilir?

Bu noktada iktidarın “Bu yolsuzluk soruşturması 14 ay önce yapılmıştı, neden şimdi açıklanıyor?” sorusuna karşılık; toplumun “Bizim 17 Aralık’ta öğrendiğimiz bu soruşturmanın adeta önünü kesercesine yapılan bu düzenlemelerin anlamı nedir? Yoksa siz bu soruşturmaları biliyor muydunuz? Ya da bilmeseniz bile, yolsuzluk ve talanın önündeki son engelleri de temizlemeye mi çalışıyordunuz?” sorularını sormasından daha doğal ne olabilir?

2013 yılı içinde AKP iktidarının yasama-yürütme-yargı gücünü tek başına YÜRÜTME’de toplaması konusundaki girişimlerine sayısız örnek verilebilir. (Türkçe anlamları açısından “YÜRÜTME” sözcüğü oldukça ironik aslında: Yürütsünler mi, yürütmesinler mi?)

Ancak bu son yolsuzluk soruşturması sayesinde, yargının hala “yürütme”ye yeterince “bağlanamadığını” öğrenmiş olduk. Bu nedenle hemen bu yolsuzluk soruşturmasına el atıldı ve yargı “yürütmeye” biraz daha bağımlı hale getirildi. İktidar:

  1. Soruşturmayı yürüten savcının yanına (hukuka tamamen aykırı biçimde) iki yeni savcı atanmasını sağladı. Ve (yine hukuka tamamen aykırı biçimde) soruşturmayı yürüten savcının, yetkilerini ancak hükümetin atadığı savcılardan biri ile kullanabileceği kuralı getirdi.
  2. Derhal 35 ildeki yolsuzluk, rüşvet ve karapara operasyonu ile ilgili polis amirini görevden aldı ve içlerinde çocuğu tedavide olanları bile, gözünü kırpmadan sürgüne gönderdi.
  3. Ve hemen yeni bir “Adli Kolluk Yönetmeliği” yayınlayarak her türlü suç ihbarını, hükümetin atadığı bürokratlara bildirme zorunluluğu getirerek yargıyı tamamen hükümetin kontrolüne almaya çalıştı. (Bu suçlar arasında işkence, uyuşturucu, ihaleye fesat karıştırma, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na muhalefet, rüşvet, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama, tecavüz, çocukların cinsel istismarı gibi suçların olması epeyce manidar olsa gerek.)
  4. Ve ardından basının emniyet müdürlükleri binalarına girmesini engelledi.
  5. Bu arada, adı yolsuzluğa karışan dört Bakan'a ilişkin dosyaların TBMM’ye gönderilmesini önlemeye, gönderilseler bile iade edilmesini sağlamaya yönelik formüller aramaya girişti.
  6. Ve en acısı, tam da bu arada, Ankara’da bir polis amiri ölü bulundu.

 

2014’ün yüklü gündemi

Görünen o ki bu yolsuzluk soruşturması 2014’e de damgasını vuracak. Görünen o ki, iktidar Cemaate yönelik bir dava hazırlığında. Aynı süreçte diğer muhalif güçlere gözdağı vermek için yeni bir Gezi İddianamesi de ortaya çıkabilir. Hatta iktidar canı istediği anda bunları tek bir torba haline de getirebilir: Aynen şimdi sorumluluğu “cemaat yargısı”na atılmakta olan “bir tarihte devrimcilerin işkencecisi” Hanefi Avcı’nın bugün “devrimci karargah”tan cezaevinde olması örneğindeki gibi…

 

Her iki konuda gelen sinyaller de pek güçlü şu anda…

2013’te iktidar partisi tarafından sonlandırılan yeni anayasa çalışmalarının, iktidarın asıl özlemi olan “Türkiye’ye özgü” bir başkanlık sistemi önerisi ile birlikte 2014’te önümüze tekrar sürülme ihtimali de oldukça yüksek.

Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri olan Kürt sorununun çözümü konusunda 2013 yılında Kürt silahlı hareketinin çatışmaları durdurması dışında ciddi bir adım atıldığını söylemek oldukça güç. Buna karşılık iktidarın bölgeye yaptığı kalekollar ve sınıra çekilen duvar ve “din kardeşliği” söylemi dışında elle tutulur bir icraat görebilmiş değiliz. Devlet ile Kürt siyasî hareketi arasında yapılan barış konusundaki çözüme dair anlaşma konularını bilemediğimiz bu belirsiz süreç, 2014 yılının ana gündem maddelerinden biri olmaya devam edecek.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Törenle tecavüz!

Şöyle bir ortam düşünelim: Bir çocuğa tecavüz edilecek ve bir dolu insan (annesi, babası, kardeşleri, kız arkadaşları, akrabaları, komşuları toplanmış, hepbirlikte “düğün” adlı bir toplu “tecavüz ayini” yapıyor.

Kadının adı, devletten de siliniyor mu?

İşte biz bu haberden, KEFEK’in kapatılıp; yerine “Aile ve Sosyal Politikalar Komisyonu”nun kurulacağını da öğreniyoruz. Doğal olarak (!) haberde, son kararın Başbakan’da olduğunun vurgulanması da ihmal edilmemiş!

Şiddet rakamları gerçekleri yansıtmıyor

Türkiye’de kadınların yaşadığı sorunlar öylesine ağır ve çözüm için mücadele eden kadın hareketi öylesine örgütlü ki, artık 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için tek bir günlük eylemlilikler yetmiyor, tüm Mart ayı kadın etkinlikleriyle geçiyor.