20 Nisan 2013
Ceyda Karan
Bu haftaki dünya turumuza Amerika’dan başlayalım… Başlık bol, Ortadoğu’dan Rusya ve Avrupa’ya uzanan pek çok yerde dikkat çekici gelişmeler var. Fakat 11 Eylül 2001’den bu yana tüm dünyanın yüreğini yeniden hoplatan gelişmeler Amerika’dan geldi…
Amerika bu hafta art arda yaşanan bombalı saldırı, facia ve zehirli madde içeren mektuplarla sarsıldı. Ülkede başkent Washington dâhil pek çok kentte güvenlik alarmının düzeyi yükseltildi. Olup bitenlerin tıpkı Bush yönetimi dönemindeki gibi dünyaya yansımaları olacağı kaygıları her yeri sardı.
Olay yeri 1897 yılından bu yana düzenlenen 42.19 kilometrelik ünlü Boston Uluslararası Maratonu’ydu. 23 binden fazla atletin katıldığı, yüz binlerce kişinin izlediği maratonda bitiş çizgisinin yakınlarında siyah çantalar içine konulmuş düdüklü tencerelere yerleştirilmiş şarapnel parçaları dolu iki bomba patladı. Sekiz yaşındaki Martin Richard, 29 yaşındaki Krystle Campbell ve Çin kökenli üniversite mezunu Lu Lingzi hayatını yitirdi, 176 kişi yaralandı. Ondan fazla kişi uzuvlarını kaybetti. Maratonun rotası “suç mahali” ilan edildi.
ABD Başkanı Barack Obama, saldırıdan hemen sonra kısa bir açıklama yaptı, “Peşin hükümlere kapılmamalıyız. Kimin ve neyin yaptığını henüz bilmiyoruz. Bulacağız, hesabını soracağız” dedi, “terörizm” ifadesini anmadı. Obama, Libya’nın Bingazi misyonundaki saldırıda benzer tavır aldığı için çok eleştirilmişti. Dolayısıyla Beyaz Saray yaşananları “terör eylemi” diye niteleyen bir açıklama yaptı, ertesi gün de Obama ikinci açıklamasında “terörizm” dedi. Ve Amerika’da bunun iç terör mü, yoksa dış terör mü olduğu tartışmaları başladı.
Bu sırada bütün kanıtlar toplanmış ve FBI’ın Virginia Quantico’daki laboratuarında incelenmeye başlanmıştı. FBI ve yerel güvenlik güçleri iki gün içinde görüntülerden “bombacılar” oldukları öne sürülen Çeçen asıllı iki zanlıyı tespit etti, biri siyah, diğeri beyaz basketbol kepi giymiş zanlıların görüntüleri medya ile paylaşıldı. Daha sonra da kimlikleri 19 yaşındaki Cahar Sarnayev ile 26 yaşındaki Tamerlan Sarnayev olarak açıklandı.
Obama perşembe günü Boston’a gidip kurbanlar için düzenlenen törende “Eğer gözümüzü korkutmak, bizi terörize etmek, değerlerimizi sarsmak istiyorlarsa, yanlış yeri seçtiler” derken, akşam saatlerinde zanlılar MIT kampüsünde “sahneye çıkacaktı.” Bir polisi öldürdükten ve Mercedes SUV’u çalıp sürücüsünü yarım saat rehin tuttuktan sonra serbest bıraktılar, polis tarafından Boston’ın dış mahallesi Watertown’da kıstırılınca silahlı çatışma yaşandı. 10 dakikalık çatışmada zanlıların polise patlayıcılar da fırlattığı aktarıldı. Zanlılardan Tamerlan vuruldu, kaldırıldığı Beth İsrael Deaconess Tıp Merkezi’nde aldığı çok sayıda yaradan ötürü öldüğü açıklandı. Kaçak olan kardeşi Cahar için ağır silahlı askerler ve Black Hawk (Kara Şahin) helikopterleri tarafından dünyanın şaşkınlıkla izlediği bir “insan avı” başlatıldı. Bölgedeki halka evlerinden çıkmamaları ikazı yaptığından geniş bir alan “hayalet şehre” dönüştü, kapı kapı aramalar başladı.
Ve sonunda haber Boston polisinin tweetiyle geldi: “Yakalandı!!! Av sona erdi. Arama tamamlandı. Terör bitti. Ve adalet kazandı.”
Soruşturmada üç kişinin daha sorgulandığı belirtiliyor. Gençlerin başka faillerden “yardım alıp almadıkları” araştırılıyor.
19 yaşındaki gencin canlı ele geçirilmesi tek teselli. Bu sayede belki de herkesin sorduğu soru, yani iki kardeşin aslında böylesi bir saldırıya niye giriştiği aydınlatılabilecek… Elbette Çeçen olmaları “İslam” ve “terörizm” kelimelerini yeniden yan yana getirdiği için eski tartışma alevlendi. Obama’nın onaylatmak istediği göçmen yasası için de Cumhuriyetçilerin eline yeni kozlar geçmiş oldu. Cumhuriyetçi vekiller, yasa için “göçmenlerin bizlere zarar vermeyeceklerini nereden bileceğiz” itirazları yükseltmeye başladı.
Sarnayev kardeşler, Amerika’ya 13 yıl önce aileleriyle birlikte gelmiş yasal göçmenler. Geldikleri yer Kırgızistan. Zira Kuzey Kafkasya’dan sürülmüş bir aileye üyeler, iki de kız kardeşleri var. 1999’da Kırgızistan sürgününden Çeçenya’ya geri dönmüşler ancak savaş nedeniyle bu kez de Dağıstan’a gitmişler. Ailelerinin durumu hiç fena değil. Hiçbirisi de güvenlik tehdidi olarak algılanmamış.
Baba Anzor Sarnayev, küçük oğlu Cahar’ın tıp okuduğunu ve beyin cerrahı olmayı planladığını söylüyor. Oğullarının gizli servis tarafından tuzağa düşürüldüğünü savunuyor. Anne Zübeyde Sarnayev de oğullarının yüzde yüz masum olduğunu ve tuzağa düşürüldüğünü söylüyor. Ancak annenin Tamerlan’dan söz ederken “lider” ifadesini kullanması dikkat çekiyor. Amcaları Ruslan Sarni, yeğenleriyle 2009’dan beri konuşmamış; yaşananlardan utanç duyduğunu belirtirken, “motivasyonları ne olabilir” sorusuna, “Kaybeden olmak, herkesten nefret etmek” yanıtını veriyor. Arkadaşları iki genci de “sıradan Amerikalı gençler” diye anıyor. Ancak küçük kardeşin son yıllarda daha sıkı “Müslüman” olan ağabeyinden etkilenmiş olabileceğini söyleyenler de eksik değil.
Cahar’ın sosyal medyada İslamcı sitelerle ilgilendiği anlaşılıyor, ancak bunların hiçbirisi yasadışı değil. Cahar ilkokulu Mohaçkale’de okumuş, 2002’de annesiyle beraber Amerika’ya gitmiş, 2011’de Amerika’da Cambridge Rindge ve Latin School’dan mezun olmuş. İnternette dünya görüşünü “İslam”, kişisel önceliğini ise “kariyer ve para” olarak ifade etmiş. Cahar, Suryie’deki iç savaşta savaşan Sünni isyancılara ve Çeçenya’nın bağımsızlığı taleplerine dair video linkleri paylaşmış.
“Timmy” diye bilinen ölen abisi Tamerlan ise 2007’de oturma izni almış, mühendislik okumuş. Jimnastik ve boksla ilgileniyor, “’Olimpiyat Oyunları’nda Rusya değil, Amerika adına yarışmak istediğini” belirtiyor. “İnançlı bir Müslüman” olarak anılıyor, daha az sosyal bir kişiliği olduğu söyleniyor. Boston Üniversitesi’nin yayınladığı The Comment isimli dergiye 2010’da koyduğu profilinde, “Tek bir Amerikalı arkadaşım yok. Onları anlamıyorum” diye yazmış. Youtube kaynaklı favori videolarından ruh hali anlaşılmaya çalışılıyor. Sigara ve alkol kullanmıyor, profilinde, “Allah alkole izin vermez” yazıyor. Bir karısı ve iki yıl önce doğan bir kızı var, ancak hâlâ evli olup olmadığı meçhul. Paylaştığı Rusça videolarda Çeçenya’nın Moskova yanlısı lideri Ramzan Kadirov’u “dinden dönmüş” diye niteleniyor. Bir başkasında Kafkasya’daki Sufilerin “Müslüman sayılmadığı” ima ediliyor.
FBI, Tamerlan’ı 2011’de sorgulamış. Bu sorgulama da “yabancı bir hükümetin isteği” üzerine gerçekleştirilmiş. Muhtemelen bu ülke Rusya. Ancak sorgudan bir sonuç elde edilmemiş. Nitekim maraton bombalaması sonrası Amerika ile Rusya’nın dayanışması dikkat çekici. Başkan Obama’nın Rusya lideri Putin’i telefonla arayarak bizzat soruşturmada yardımları için teşekkür ettiği aktarıldı. Putin’in de Rusya halkı adına Boston’da yaşamını yitirenler için taziyelerini sunduğu… İki ülkenin “terörle mücadelede işbirliğinin” de altı çizildi.
Bu arada Kadirov’un yaşananlar üzerine Amerikan polisinin Çeçen gençleri öldürmesini eleştirerek, “Şeytanın kökleri Amerika’da aranmalı. İki genç de Amerika’da yetiştiler” sözlerini not edelim.
Amerika’da Boston olayının ardından “zehirli mektuplar” vakası çıktı. Tıpkı 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra antraks zehirli maddesi içeren mektupların çıkması gibi… Önce bir Mississippi senatörüne gönderilen mektup postanedeki kontrolde ortaya çıkarıldı. Ardından da Başkan Obama’yı hedef alan zehirli risin maddesine bulanan bir başka mektup bulundu. 2001 saldırıları sonrası zehirli mektuplar, ABD’de postanede arama dönemini başlattığından bu sefer mektuplar kolayca saptandı.
Risin olayında Boston saldırısıyla bir bağlantı görülmüyor. Tersine Elvis Presley hayranı olan ve Elvis’in yaşadığı yere pek yakında yaşayan 45 yaşındaki Mississippi’li Paul Kevin Curtis adlı bir zanlı yakalandı. Curtis’in motivasyonu araştırılırken de işin içinden bir “organ kaçakçılığı” hikâyesi çıktı. Zanlı, Mississippi hastanesinde çalışırken ortaya çıkardığı organ kaçakçılığı davasından sonra hükümete olan inancını yitirdiğini söylüyor. Sıkı bir Cumhuriyetçi olan Curtis, Senatör Roger Wicker da dâhil olmak üzere hükümet yetkililerine organ kaçakçılığına dair öfkeli mektuplar yazmış, fakat kendisini dinleyen çıkmamış. Bir kez de tutuklanmış. İşte bu sebeple zehirli mektup işine bulaşmış. “Kayıp Parçalar” isimli bir de kitap yazıyormuş.
Üçüncü olay ise bir “kaza” karakteri taşıyor. Boston olayı henüz sıcakken, salı gününü çarşambaya bağlayan gece Teksas eyaletinin Waco kenti yakınındaki Batı Gübreleme şirketine ait suni gübre fabrikasında devasa bir patlama meydana geldi. 2600 kişinin yaşadığı bölgede meydana gelen facia yüzünden 15 kişi öldüğü, 100’den fazlasının yaralandı. Ortalık savaş alanına döndü. Bir okul, bakımevi ve 50-75 arasında ev yerle yeksan oldu. Olayın ardından tesisin güvenlik önlemleri tartışılıyor. Patlamaya neyin yol açtığı da henüz bilinmiyor. Aynı türde katı gübre 1995’te Oklahoma’da Timothy McVeigh’in federal bir binaya düzenlediği saldırıda kullanılmıştı. Fabrikada tehlikeli kimyasal maddeler bulunmaktaydı.
Suriye iç savaşında radikal İslamcı grupların etkinliği Batı tarafından kaygıyla izlenirken; 11 ülkeden (Türkiye, Mısır, Ürdün, BAE, Katar, Suudi Arabistan, ABD, Britanya, Almanya, İtalya, Fransa) oluşan Suriye’nin Dostları Grubu bu hafta sonu İstanbul’da toplandı. Muhaliflerin beklentisi Batı’nın bu kez isyancılara silah tedariki kararı almasıydı. Ancak Batılı diplomatlar toplantının amacının hiç de silah tedarikini onaylamak olmadığının altını çiziyor. Örneğin, bir Batılı diplomat toplantının asıl amacının Suriye Ulusal Koalisyonu’ndan aşırılıkçılara karşı katı tutum takınmaları, birlik halini güçlendirmeleri ve Esad sonrası dönem için planlarını şimdiden yapmalarının isteneceğini aktardı. Bir başka yetkili pozisyonlarını şu dikkat çekici ifadelerle özetledi: “Bu toplantı ‘vaatler verilebilmesi için vaatler verilmesi’ anlamında görülmeli. Eğer muhalifler daha fazlasını sunabilirse, biz de onlara daha fazlasını sunabiliriz. Çok daha fazla siyasi vaatten söz ediyoruz, kapsayıcı bir siyasi vizyondan, kimyasal silahlara dair garantilerden, bir savaşçı güç olarak nasıl hareket edilmesi gerektiğinden, Suriye’yi Esad sonrası nasıl gördüklerinden… Ancak ondan sonra daha güçlü bir yardım sunabiliriz, fakat silahlar değil. Silahlı muhalefeti silah vermeksizin desteklemenin pek çok yolu var.”
Hal böyleyken İstanbul toplantısından muhaliflere açıkça silah tedarikinin çıkması kolay görünmüyor. Grubun son olarak 28 Şubat’ta Roma’da yaptığı toplantıda ABD yönetimi ilk kez “ölümcül olmayan yardımların doğrudan verileceğini” ve insani yardımlarını iki katına çıkartacağını duyurmuştu. Ortak bildiride de “sahada güç dengesinin değiştirilmesi ihtiyacının altı çizilmişti.” Fakat Batılı ülkeler artan radikal İslam etkisi yüzünden doğrudan silah yardımına yanaşmıyor. Nitekim geçen hafta boyunca yaşanan gelişmeler meselenin kolay çözülmeyeceğinin işareti.
Suriye’deki radikal İslamcı Nusra Cephesi 10 Nisan’da el-Kaide lideri Ayman el Zevahiri’ye biat ettiğini duyurmuşken, Rusya ve İsrail’den gelen mesajlara bakmak elzem. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Batı’ya Türkiye’den seslendi. İstanbul’da düzenlenen Türkiye-Rusya Üst Düzey İşbirliği Konseyi vesilesiyle Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile ortak basın toplantısında adeta Suriye’nin Dostları Grubu’na ikazlar yolladı. Tek bir tarafı tutmanın Suriye’de barışçı çözüm çabalarını olumsuz etkilediğini, bunun da ölü sayısının artmasına yol açtığını söyledi Rus bakan. “Bir çatışmada eğer bir tarafı tecrit eden bir mekanizma yaratılmışsa, o zaman basitçe diyalog ve çözüm yollarını araştırma fırsatını kaçırmış oluruz” dedi, “Anlaşılması gereken mesele, Beşar Esad rejiminin tecridine oynarken İslamcı tehditlerin daha fazla hissedileceği” diyerek radikallere yardım tehlikelerine dikkat çekti. Lavrov, 2012 Cenevre mutabakatına ve burada büyük güçlerin Esad’ın akıbeti meselesini boş bırakmış olmasına atıf yaptı.
Moskova geçen hafta el-Kaide’nin Suriye’deki rolüne dair kaygılarını dile getirmiş ve grubu Suriye’yi Ortadoğu’daki sıçrama tahtası yapmaya çalışan “uluslararası teröristler” diye nitelemişti. Bu kaygıyı bu kez İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu da dile getirdi. Netanyahu, BBC’yle söyleşisinde, İsrail’in kaygılarını “Hangi isyancı ve hangi silahlar” sorusuyla dile özetledi. “Bizim için ana kaygı olan silahlar hâlihazırda Suriye’de. Bu uçaksavar füzeleri, bu kimyasal silahlar ve diğerleri, oyunu değiştirecek nitelikte olduklarından çok ama çok tehlikeli. Bunlar Ortadoğu’da güç dengesini değiştirecektir. Bunlar dünya çapında bir terörist tehdit teşkil edebilirler” dedi. Netanyahu, İsrail’in silahların yanlış ellere gitmesini engelleme hakkı olduğunun da altını çizdi.
Bu söylemlerin paralelinde bir açıklama da Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’dan geldi. Esad, el-İhbariye televizyonuna verdiği röportajda “Batı’nın Suriye’de el-Kaide’yi desteklemekten ötürü pişman olacağını” söyledi, “Batı Afganistan’da daha ilk aşamalarda el Kaide’ye yatırım yapmanın bedelini çok ağır ödedi. Bugün de Suriye, Libya ve diğer yerlerde onları destekliyorlar. ABD ve Avrupa’nın kalbinde daha sonra ağır bedeller ödeyecekler” ifadelerini kullandı. Esad, isyancılara yenilmenin Suriye’nin sonu olacağını da savundu ve “Zaferden başka şansımız yok” dedi.
Hal böyleyken, Batı’nın seküler Suriye muhalefeti yaratma çabasında basamak yaptığı Ürdün giderek ön plana çıkıyor. Son olarak muhaliflerin eğitildiği Ürdün’e 200 Amerikan askeri gönderildi. Ürdün Enformasyon Bakanı Muhammed Momani bunun iki ülke arasındaki askeri işbirliğinin sonucu olduğunu söyleyerek “küçümsedi.” Fakat Amerikan medyasında önümüzdeki haftalarda 20 bin Amerikan askerinin Ürdün’e gideceğine dair haberler yayılıyor. Bu gelişme de Ürdün’ün olası askeri müdahalenin kaçınılmazlaşması durumuna hazırlandığına yoruluyor. Suriye lideri Esad’ın da son dönemde İslamcı muhalefetle başı ağrıyan Kral Abdullah’ı, “ateşle oynamakla” suçlayıp, İslamcı militanların Ürdün’e de tehdit teşkil edeceklerini söylemesi dikkat çekici.
Diplomasi cephesinden bir dikkat çekici gelişme de BM ve Arap Birliği’nin ortak Suriye arabulucusu Lakdhar Brahimi’yle alakalı. Brahimi’nin özellikle Arap Birliği’nin Suriye’nin askıya aldığı üyeliğini muhaliflere vermiş olmasından ötürü çok rahatsız olduğu ve taşıdığı sıfattaki Arap Birliği unsurunu bırakmak sadece BM arabulucusu olmak istediği ortaya çıktı. Ancak BM Genel Sekreteri Ban ki Mun, söylentiler ayyuka çıkınca Cezayirli eski diplomatın her iki kurumun da arabuluculuğunu yapacağını söyleyerek olaya şimdilik nokta koymuş görünüyor. Brahimi’nin söylendiği gibi istifa edip etmeyeceği de merak konusu.
Irak Kürdistanı yeni petrol boru hattı tamamlanır tamamlanmaz ham petrolünü dünya pazarlarına Türkiye aracılığıyla ihraç etmek peşinde. Türk firması Genel Enerji’nin dâhil olduğu projede, Tak Tak petrol sahasının Türkiye’ye uzanacak hattının yılın üçüncü çeyreğinde tamamlanması bekleniyor. Boru hattı Dohuk’a ulaşmış ve yüzde 80’i bitmiş durumda. Günlük 300 bin varil petrol taşıma kapasitesi var.
Petrol Tak Tak’tan Kerkük-Ceyhan hattına Türkiye sınırı yakınındaki Fişhabur pompalama istasyonunda bağlanacak. Buradan da doğrudan Ceyhan limanına akacak ve uluslararası pazarlara ulaştırılacak. Petrolün kamyonlarla taşınmasına gerek kalmayacağından Kürdistan’ın ihracat miktarı önemli ölçüde artacak. Yeni boru hattı büyük ölçüde doğalgaz hattı olarak tasarlansa da Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) Enerji Bakanı Aşti Havrami, petrol de taşıyabilecek hale dönüştürüldüğünü belirtiyor. Bu gelişme Genel Enerji’nin 2014 itibariyle ihracata başlama planlarına yardımcı olacak. 2019 itibariyle Irak’ın kuzey enerji koridorundan Türkiye’ye günlük 3 milyon varil petrol akması planlanıyor.
KBY ile Bağdat arasında petrol paylaşımı meselesi zorlu bir pazarlık. Kürtlerin petrolü kendi başlarına pazarlama girişimleri, KBY’nin, geçen yıl boyunca Exxon Mobil ve Chevron ile yaptığı anlaşmalar Bağdat’ı rahatsız etmişti. Zira bu anlaşmalarda Irak’ın güneyinden daha iyi koşullar sağlanıyordu ve kuzey bölgesini merkezden bağımsız hareket edebilecek duruma getiriyordu. Petrol satışından kazanılan paraların ödenmesindeki aksaklıklar ve siyasi gerilim nedeniyle Tak Tak’ın petrolü kamyonlarla federal boru hattı sistemi by-pass ederek Türkiye’ye yollanıyordu. Maliki yönetimi geçen ay tutumunu ılımlılaştırdı ve Türkiye ile her konuda yakınlaşmayı memnuniyetle karşılayacaklarını söyledi. Fakat mesele boru hattı hayata geçtiğinde gelirin paylaşımında çıkacak. Öncelikle Türkiye, KBY ve Bağdat arasında bir anlaşma imzalanması gerekiyor. Para nereye ödenecek, ham petrolü Ceyhan’dan kim satacak gibi konuların çözümlenmesi nihai anlaşmaya bırakılmış durumda. Enerji Bakanı Taner Yıldız bu aybaşında Türkiye’nin yüzde 83 oranında gelirin Bağdat’a gitmesi, yüzde 17’sinin ise Kürdistan’da kalmasını içeren hâlihazırdaki plana dair anlaşmayı desteklemeye hazır olduklarını söylemişti. “Bağdat ve Erbil’in hassasiyetlerine saygı göstereceğiz” demişti. Ancak meselenin siyasi sonuçları yani Kürt bölgesinin Bağdat ile sürtüşmesi potansiyeli henüz tama olarak savuşturulmuş değil.
Amerikan yönetimi şu koşullarda Irak’ın bölünmesine karşı durur bir görüntü sergiliyor. Amerikalılar gerilimin dindirilmesi için uzun süredir bekleyen ulusal petrol yasasının onaylanması ikazında bulunuyor.
Rusya’da da “siyaset kazanı” kaynıyor. Vladimir Putin ile Dimitri Medvedev’in yıllar önce “tandem” diye ilan ettikleri yönetimlerine nazar değdi, asıl patron diş gösterdi. Putin, Rus anayasası icabı iki dönem başkanlığının ardından bir dönem Medvedev yönetiminde başbakanlık yaptıktan sonra geçen yıl yeniden başkanlık yarışına girip seçilen, Medvedev’i de önceki iki döneminde olduğu gibi başbakanı atamıştı. Ancak son dönemde 1990’lı yıllardan bu yana “yol arkadaşı” olan Medvedev’den kurtulacağı söylentisi aldı yürüdü. Ve en sonunda da hükümet toplantısında sosyal harcama programını yürütmekteki başarısızlığa atıf yaparak, “Bunu yapmayacaksak, o zaman ya benim verimsiz çalıştığımı kabulleneceğiz yahut da sizin kötü çalıştığınız ve istifa etmeniz gerektiğini... Dikkatinizi ikinci senaryoya yakın olduğuma çekmek isterim” sözleriyle bakanlarını azarlarken görüntülendi; bir noktada durup kamera kaydını da durdurdu. Görüntülerin Lifenews.ru sitesinde yayınlanmasının ardından yanıt sırası Medvedev’e geldi.
Geçen mayıstan bu yana başbakanlığı yürüten 47 yaşındaki Medvedev, parlamentoya hitabında hükümetinin politikalarını savundu. 1 saat 45 dakika süren tutkulu konuşmasında, hükümetinin hazırladığı rapora destek talep etti. “Dinamik ve hızla gelişen bir dünyada yaşıyoruz. O kadar küresel ve karmaşık ki, bazen değişikliklere ayak uyduramıyoruz” diyen Medvedev, “Diğer yandan da devasa fırsatlar sunan bir toplumda yaşıyoruz. Bu yüzden umarım Rusya yarın güçlü ve refah içinde yaşanılacak bir ülke olacaktır” ifadelerini kullandı. Rus Başbakanı sorunların tüm dünyada emtia fiyatlarındaki düşüşten kaynaklandığını söyledi, hükümetinin petrol ve doğalgaza dayalı ekonomiyi geliştirmek için planları olduğunu ekledi. Emeklilik yaşının yükseltilmesine itirazını yineledi, devlet işletmelerinin çok ucuza satılmayacağını da belirtti. Rus Başbakanı hükümetinin çalışmalarına saygı ve birlik içinde hareket etme çağrısında da bulundu.
Aslında aylardır Putin’in Medvedev’e güvenini yitirdiğine dair spekülasyonlar dolaşıyordu. Bunda petrol fiyatlarındaki düşüş ve Rus ekonomisinin baş aşağı gitmesinin payı elbette büyük. Öyle ki, birkaç gün önce Rus Ekonomi bakanı sonbaharda resesyona düşme tehlikeleri dahi bulunduğunu söyledi. Rusya’da ekonomi yavaşlarken, hükümet yüzde 5’lik büyümeyi tutturmak için önlemleri değerlendiriyor. Ekonomi geçen yıl yüzde 3.4 oranında büyüdü. Bu yıl için yüzde 5 hedefini koymuş olan hükümet zorda. 2.1 trilyon dolarlık Rus ekonomisi ilk çeyrekte sadece yüzde 1.1 oranında büyüdü. Merkez Bankası Başkanı Elvira Nebillina harcamalarda kesintiye gidilmesini istiyor, “Enflasyon pahasına ekonomik büyümenin zorlanmasına karşıyım” diyor.
Bu koşullarda Medvedev adeta “günah keçisi” ilan edilmenin eşiğinde. Muhalefetteki Komünist lider Gennadi Züganov, Medvedev’in performansını eleştirdi ve “Sonucu artık kendi çıkartsın” dedi. Adil Rusya Partisi Rusya’nın resesyona düşmesi halinde “güvensizlik oylaması” yapılması çağrısında bulundu. Elbette Medvedev, güvensizlik oylamasını Duma’da Putin’in Birleşik Rusya Partisi’nin çoğunluğuyla rahatlıkla atlatabilecek pozisyonda. Onun için asıl mesele Putin’in desteği. Ve rivayet o ki, Medvedev yerine Moskova Belediye Başkanı Sergey Sobyanin’in ismi öne çıkıyor.
Putin’in kamera kaydını durdurduğu öfkeli çıkışına gelince… Bu yıl başlarında Putin’in Medvedev’e yönelik öfkesine dair başka ithamlar ortaya çıkmış ancak bunların arşiv görüntülerle sahte üretildikleri anlaşılmıştı. Bu son olayda bir sahtelik yok, Kremlin de hiç bir yalanlama yapmadı. Ancak haber sitesinin Kremlin “haber havuzundan” faydalanması yasaklandı.
Latin Amerika’da popülist solcu lider Hugo Chavez’in kanserden ölümü sonrası dikkatlerin çevrildiği başkanlık seçimleri sonuçlandı. Beklendiği gibi seçimi Chavez’in ülkeyi “emanet ettiği” yardımcısı Nicolas Maduro kazandı. Fakat fark çok az. Maduro oyların yüzde 50.7’sini kazanırken, merkez sağcı muhalif lider ve Miranda eyaleti valisi Henrique Capriles, yüzde 49.1’de kaldı. Bu da 235 binden az bir farka denk düşüyor.
Nitekim Capriles sonuçlara itiraz etti, yeniden sayım istedi ve yandaşlarını protestoya çağırdı. Muhalefet 3 binden fazla usulsüzlük olduğunu öne sürüyor. Seçimin ilk sonuçlarının alınmasıyla düzenlenen gösterilerde ikisi Maduro taraftarı sekiz kişi hayatını yitirdi, onlarca kişi yaralandı. Maduro, muhalefete darbe girişimi ithamında bulundu, Capriles’in çarşamba günü düzenleyeceği gösteriyi de yasakladı. Şiddetin katlanacağı kaygısıyla Capriles de gösteriyi iptal etti.
Ulusal Seçim Komisyonu, pazartesi akşamı kazananı Maduro olarak zaten ilan etmişti. Şimdi muhalefetin itirazları üzerine elektronik oylama gözden geçirilmeye başlandı. Sonuçlar gelecek hafta açıklanacak fakat bir etkisi de olmayacak. Zaten Maduro cuma günü Chavez’in dev posterinin önünde yemin ederek görevine başladı. Brezilya, Arjantin gibi bölge ülkelerinin liderlerinin yanı sıra İran lideri Mahmud Ahmedinecad’ın da katıldığı törende bir de güvenlik ayıbı yaşandı. Kırmızı ceketli genç bir adam podyuma çıkmayı başarmakla kalmayıp, yeni başkanı ittirip mikrofonu kısa süreliğine eline geçirdi ve başkanın adını anarak “Nicolas benim adım Yendrick, lütfen yardım et” diye bağırıverdi. Elbette korumalar tarafından derhal “derdest edildi.”
Chavez’in mirasçısı olan 50 yaşındaki eski otobüs şoförü ve sendikacı “Chavismo” hareketini sürdürmekte kararlı. Fakat seçimler gücünün sınırını ortaya serdi. Chavez, daha geçen ekimde düzenlenen başkanlık seçiminde Capriles’i 11 puan farkla yenmişti. Maduro’nun zaferi ise koltuğunun hiç sağlam olmadığının işareti. Venezüella son 20 yılda ordunun üç darbe girişimine tanıklık etti. Maduro’nun az farkla kazanması, üst düzey ordu kademesi, petrol yöneticileri ve yerel komitelerin liderlerinden oluşan iktidar koalisyonunu daha az otorite ile yönetmek durumunda kalacağının işareti. Üstelik 29 milyonluk ülkede ekonomi pek de tıkırında gitmiyor. OPEC üyesi ülkede yüksek enflasyon (yıllık yüzde 30), büyümesi yavaşlayan ekonomi, sıkı kur kontrolü ve dünyanın en yüksek suç oranları var. Chavez 2012’de devlet harcamalarını adeta patlatmış ve Venezüella 5.6’lık ekonomik büyüme yakalanmıştı. Bu yıl ise ekonomistler yüzde 2’lik büyüme öngörüyor. Devlete ait petrol şirketi PDVSA altyapı fonlarına yaptığı katkıda kesintiye gitmiş durumda. Bu da yapı sektörünü yavaşlatacak. Maduro asgari ücrete yüzde 40 zam vaat etmişti. Vaadini tutması çok zor. Tüketici fiyatları 2013’ün ilk üç ayında yüzde 7.9 oranında yükseldi. Mart enflasyonu yüzde 2.8 oranında. Kur kontrolü politikası uygulayan Chavez para birimi Bolivar’ı yüzde 32 oranında devalüe etmişti. Büyük iş adamlarının kolayca dolar edinemeyeceği karmaşık bir sistem de getirildi. Bu olay kara borsayı patlattı ve dolar kara borsada dört kat fazladan satılıyor. Bu da ithal malların fiyatını artırıp enflasyonu körüklüyor.
Uluslararası cephede ise Venezüella’daki gelişmelere bakış farklı. Çin, Rusya, Arjantin ve Küba, Marudo’nun zaferini hemen kutladılar. Venezüella’da petrol projelerine milyarlarca dolar yatıran, Caracas’la silah anlaşmaları imzalayan Rusya’nın lideri Putin, Maduro ile telefonda konuştu. Ancak ABD’nin tutumu farklı. Beyaz Saray sözcüsü Jay Canney sonuçların kontrolünün ‘çok önemli bir adım olacağı’ yorumu yaptı. Amerika yeni hükümeti henüz tanınmış değil.
Maduro’nun bir gözü ise Chavez’i her konuda desteklemeseler de son 10 yılda birlik içinde bir duruş sergilemiş olan Latin Amerika liderlerinde… Brezilya, Peru, Ekvador, Kolombiya, Bolivya ve Arjantin Maduro’nun zaferini tanıdılar. Fakat iki ‘ılımlı’ ülke Peru ve Brezilya kutuplaşmadan rahatsız görünüyor. Maduro’dan muhalefetle diyaloğa girmesini isteyecekleri belirtiliyor.
Ve Avrupa... Yaşlı Kıta’da bu haftaki gelişmelere bir göz atalım…
Fransa’da bütçe bakanı Jerome Cahuzac’ın İsviçre’deki gizli hesabıyla ortaya çıkan skandal, sosyalist Françoise Hollande hükümetinde yer alan bakanların servetlerini de ortaya serdi. Tüm hükümet üyelerine servet beyanı şartı koşulunca, sekiz bakanın milyoner olduğu ortaya çıktı. Bu da 38 hükümet üyesinin alçakgönüllü maaşlar alması ve indirimli seyahatleri gibi imaj çalışmaları yürütmüş olan Hollande için bir başka utanç kaynağı oldu… Yani anketlere göre popülaritesi yüzde 22’lere kadar düşmüş Hollande’ın “açıklık” taktiği geri tepmiş görünüyor.
Servet beyanlarıyla ortaya çıkan tablo şu oldu: Dışişleri Bakanı Laurent Fabius, 6.5 milyon euro kişisel servete sahip. Buna kişisel sanat koleksiyonu dâhil değil. Emekliler Bakanı Yardımcısı Michele Delaunay’in çoğu mirastan ve gayrimenkulden 5.4 milyon euro’su var. Çalışma Bakanı Michel Sapin’in çoğu gayrimenkul olmak üzere 2 milyon euro serveti bulunuyor. Sağlık Bakanı Marisol Touraine’in çoğu gayrimenkul 1.4 milyon euro’su var. Başbakan Jean Marc Ayrault’nun serveti 1.5 milyon euro. Sanayi Bakanı Arnaud Montebourg ise milyoner olamadı, 920 bin euro’da kaldı.
Hollande’ın kişisel servetinin 1.17 milyon euro olduğu biliniyor. Sosyalist lider geçen yıl seçilir seçilmez kendisinin ve bakanlarının maaşlarında yüzde 30 azaltmaya gitmişti. Bakanlarına uçak yerine trenle seyahat etmeleri talimatı vermişti. Fransa resesyonun eşiğinde. Bakanların bu derece servetleri varken, sıradan halk stagnasyon ve artan işsizlikle karşı karşıya. Fransa’da ortalama ücret ayda 1.600 euro. İşsizlik 10.6’ya ulaştı. Büyüme oranı hala yükseltilemiyor.
Avrupa Birliği’nin asli gücü Almanya’da, 22 Eylül’deki genel seçimler için geri sayım başladı. Muhalefetteki Sosyal Demokatlar (SDP) Peer Steinbrueck liderliğinde seçim kampanyalarına başlarken, ilk anketlerde Hıristiyan Demokrat Birlik’in lideri Başbakan Angela Merkel önünde şanslı görünmüyorlar. Merkel ve Bavyera eyaletindeki ortakları Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) ile koalisyon ortağı Hür Demokratlar’ın toplam oyları yüzde 47 bandında görünüyor. SDP yüzde 23, Yeşiller yüzde 14 ve Sol Parti ise yüzde 9’la toplamda yüzde 46’da. Elbette süreç ne gösterir bilinmez, seçim sonrası tabloda kombinasyonlar farklı olabilir ve CDU-SDP “büyük koalisyonu” dahi mümkün olabilir. Zira Merkel’in eli güçlü görünüyor.
Böylesi bir tabloda geçen hafta sahneye ülkenin euro bölgesinden çıkması şiarını benimseyen bir hareket çıktı: Almanya için Alternatif. Anketlere göre oy potansiyeli yüzde 3 ve 22 Eylül’de yüzde 5’lik barajı aşıp parlamentoya girmesi de hiç kolay değil. Fakat kimi ekonomistlerin ve son olarak da geçenlerde ünlü spekülatör George Soros’un dile getirdiği, “euro bölgesindeki krizin dinmesi için asıl Almanya euro’dan çıksın” söylemi, Alman seçmeninde de tutmuş olabilir. Zira Almanya’daki anketler seçmenlerin üçte ikisinin euro bölgesindeki kurtarma paketlerinden bezdiğini gösteriyor. Almanya için Alternatif’in liderliğini bir ekonomi profesörü olan Bernd Lucke yapıyor. Hareketin giderek güçlenebileceği yorumlarına da son olarak Maliye Bakanı Wolfgang Schaeuble katıldı. Schaeuble, yeni hareketin dikkate alınması gerektiğini söyledi.
İtalya euro bölgesinin üçüncü büyük ekonomisi ve şubattaki seçimlerden beri siyasi ve ekonomik krizden bir türlü çıkamıyor. Ufukta hâlâ bir hükümet görünmezken, geçen haftaya cumhurbaşkanlığı seçimi damgasını vurdu. Eski komünist Cumhurbaşkanı Napolitano’nun görev süresi 15 Mayıs’ta dolarken, tartışmalar eşliğinde parlamentoda cumhurbaşkanlığı seçimi başladı. Bu yazı yazılırken üçüncü turdan da bir sonuç çıkmamıştı. Fakat çıksa dahi İtalya’yı nereye taşıyacağı pek meçhul.
Bir sürü pazarlıktan sonra Bersani, Avrupa Komisyonu’nun eski Başkanı olan son dönemde de BM’nin Mali ve Batı Sahra temsilciliğini yürüten eski solcu başbakan Romano Prodi’yi adayları olarak ortaya sürdü. Yani Berlusconi’nin can düşmanını. Sağcılar kazan kaldırdı, Berlusconi, seçimi boykot etti, Mussolini’nin torunu Alessandra Mussolini öncülüğünde sağcı vekiller parlamento önünde gösteri bile düzenledi. Fakat Bersani, kendi partisine bile söz geçiremedi ve 100’den fazla solcu vekil Prodi’yi desteklemeyince işler çığırından çıktı. Nihayetinde Prodi, eski başbakanlar Giuliano Amato ve Massimo D’Alema’nın da yer aldığı ama etkisiz göründüğü yarıştan çekildi, Bersani de cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası liderliği bırakacağını duyurmak zorunda kaldı. Şimdi yerine liderliğine meydan okumuş olan 38 yaşındaki genç rakibi Matteo Renzi’nin geçip geçemeyeceği tartışılıyor.
Şubat’taki seçimlerde Pier Luigi Bersani’nin Demokratik Parti’nin başını çektiği merkez sol koalisyonu oyların yüzde 29.5’ini kazanmıştı. Silvio Berlusconi’nin merkez sağ bloğu ise yüzde 29.2’sini. Ekonomik krizde işbaşına getirilen “Süper Mario” lakaplı Mario Monti’nin merkez sağ hareketi yüzde 10.6’da kalırken, asıl kilit kurumsal yapıyı onarmak bir yana zedelemek yanlısı komedyen Beppe Grillo’nun 5 Yıldız Hareketi oldu. Hareket tek başına yüzde 25.5’e ulaştı. Senato’daki rakamlar da benzeri bir sonuca denk geliyor. Bu sonuçlarla İtalya’nın karmaşık seçim sisteminin ürettiği sistemden bir hükümet çıkarmak mümkün olmadı. İtalya’da cumhurbaşkanı seçilir mi bilinmez fakat bu gidişle ufukta haziran veya temmuzda yeniden seçim görünüyor. Ancak aynı seçim yasasıyla ekonomik reformları hayata geçirebilecek etkili bir hükümetin çıkması da çok zor.
AB’nin yüzde 3 bütçe açığı hedefini tutturmak için kemer sıkma tedbirleri gündemde olduğu Hollanda’da yeni bir tartışma ortaya çıktı. Yeni Cumhuriyetçi Kardeşlik adlı bir hareket, tahta vedaya hazırlanan Kraliçe Beatrix’ten sonra Kral olacak monarkın maaşında yüzde 80 oranında kesinti talep etti. Parlamentoda tartışma için imza toplanmaya başlandı. Bunun için de 40 bin imzaya ihtiyaçları var.
Hollanda monarkının vergiden muaf 850 bin euro maaşı var. Eğer yüzde 80 oranında azaltmak mümkün olsa 150 bin euro’ya inecek ve başbakanın ücretiyle aynı düzeye gelmiş olacak. Bu durum da Kraliçe Beatrix’in ardından 30 Nisan’da kral olmaya hazırlanan Prens Willem Alexander’ı etkileyecek.
Beatrix çok popüler bir monarktı ve cumhuriyetçi hareket azınlık grubunu temsil ediyor. Fakat 75 yaşındaki Kraliçe’nin üstelik de vergiden muaf tutulan ödeneği monarşi yandaşlarının da zayıf noktası olacak gibi. Zira Hollanda da euro bölgesindeki mali krizden muaf değil.
Avrupa’nın güneyinde İspanya’nın pek sevilen ve sayılan ve hatta “dünyanın en popüler monarkı” diye anılan Kralı Juan Carlos için de işler yolunda gitmiyor. Ülkenin 1981’de yıllar süren Franco diktatörlüğünden demokrasiye yumuşak geçişinin mimarı olan Carlos’un ailesiyle ilgili skandalların ardından tahttan 45 yaşındaki oğlu Prens Felipe lehine çekilmesi gerektiğini düşünen İspanyolların sayısı artıyor. Elbette ülkenin cumhuriyet olmasını isteyen gençlerin sayısı da öyle. Hele de ülke ekonomik krizle pençeleşirken...
Son dönemde 75 yaşındaki Kral’ın kızı Prenses Cristina ve kocası hakkında yolsuzluk ve görevi kötüye kullanma davaları açıldı, İsviçre’de izah edilemeyen gizli banka hesabı ve müsriflikler ortaya serildi. Kral Juan Carlos’un 2012’de Afrika’ya düzenlediği safarideki fil avına dair görüntüleri ülkede zaten büyük tartışmalar koparmıştı. Son olarak da bu yıl başlarında bir işkadını dostunun hükümet için danışmanlık görevi aldığı basına yansıdı. Televizyon şovları ve sosyal medya Corinna zu Sayn-Wittgenstein adlı bu kadının aslında Kralın metresi olduğu dedikodularıyla çalkalanıyor. Hatta Kraliçe Sofia için müthiş bir destek ve hassasiyet oluştu.
Yıllık 8 milyon euro bütçesi bulunan Kraliyet suçlamalar karşısında hep sessiz. İspanya’da her dört kişiden biri yoksulluk sınırında yaşıyor. İşsizlik, borçlar ve siyasette geniş çaplı yolsuzluktan mustarip sıradan İspanyolların sabrı taşmış görünüyor. Üstelik bu görüşleri monarşist gazete ABC’nin editörü bile dile getirmeye başladı. İki solcu vekil Kral’ın derhal tahttan çekilmesi yahut düşürülmesi çağrısı bile yaptı.
Bu kısa vadede pek mümkün olmasa da Kral, oğluna pek de güvenli bir taht bırakmayacak. Zira artan ekonomik sorunlar Avrupa’daki kraliyetler için dert olmaya aday.
Amerika ve Avrupa’daki ekonomik kriz ve Fransa gibi ülkelerde bakanların bile vergi kaçırdığını ortaya seren skandallar, belki de vergi cennetlerinin eskisi gibi var olamamasını getirecek girişimlerine hız kazandırıyor. Avrupa Birliği ülkeleri vergi kaçağına karşı ortak hareket etme kararı aldı. Washington’da cuma günü toplanan G20 maliye bakanlarının gündeminde de vergi verilerinin otomatik olarak paylaşımı vardı, ülkelerin bu konudaki işbirliğinin pekiştirilmesi için yeni standartlar geliştirilmesi de ortak bildiriyle kayıt altına alındı. Dikkatler de bu işin pirine, yani sıkı bankacılık sırları sayesinde dünyanın en büyük offshore merkezi haline gelmiş İsviçre’ye çevrildi. Yeni kurtarılan Kıbrıs Rum Kesimi, Avusturya ve mini minnacık Lüksemburg da bu işin içinde elbette, fakat asıl kilit 2 trilyon dolarlık bir varlığın bulunduğu hesaplanan İsviçre’de ve İsviçre otomatik bilgi paylaşımı meselesini bir hayli “ağırdan alıyor.”
ABD, vergi cenneti İsviçre ile ikili müzakereye de oturdu. Zira İsviçre bankalarının çok sayıda Amerikalı zenginin paralarına “ev sahipliği” yaptığı herkesin malumu. En son 2009’da Washington’ın baskılarıyla en büyük bankaları UBS AG binin üzerinde müşterisinin ismini Amerikalılara sunmuştu. Ancak son tartışmalarda AB ile vergi bilgilerinin otomatik olarak paylaşımını reddettiler. Gerçi İsviçre Maliye Bakanı Widmer-Schlumpf, konuyu değerlendirebileceklerini söyledi fakat bu ağırdan aldıklarının göstergesi. Nitekim Ancak İsviçre Bankalar Birliği’nin Başkanı Patrick Odier otomatik bilgi değişiminin kendileri için ‘en iyi seçenek olmadığını’ söyledi. İsviçre’nin hissiyatını dile getiren ise geçen hafta Cumhurbaşkanı Ueli Maurer oldu. Maurer, bu konuda karar verip vermeme gibi bir seçenekleri olup olmadığı sorulunca, “Elbette! Bu İsviçre için çok tehlikeli bir an fakat biz Lüksemburg gibi AB üyesi değiliz. Biz OECD standartlarına uyarız. Stratejimizi şimdi değiştirmek için hiç bir sebep yok” dedi. Maurer’in İsviçre’de sağ kanat Halk Partisi’nin önde gelenlerinden olduğunu anımsatalım.
Dünyada pek az ülke grubu arasında vergi bilgilerinin paylaşımı anlaşması var. İsviçre’nin yanı sıra Birleşik Arap Emirlikleri ve Panama OECD standartlarını tutturmayan ülkeler. Bunun dışında Botswana, Brunei, Dominica, Guatemala, Lübnan, Liberya, Marshall Ataları, Nauru, Niue, Trinidad ve Tobago ile Vanuatu ikaz edilen ülkeler listesinde yer alıyor.
Balkanlar’da da dikkat çekici bir gelişme var. Sırbistan ile Kosova arasında AB’nin arabuluculuğunda aylardır süren pazarlıkları nihayet sonuçlandı, böylece de Yugoslavya’dan geriye kalan en büyük parça olan Sırbistan’ın AB ile müzakerelere başlamasının yolu açıldı. Sağlanan anlaşma uyarınca Kosovalı Arnavutlar, ülkenin kuzeyinde 50 bin kadar Sırp’ın yaşadığı bölgeye sınırlı bir özerklik verecek, Kosova’nın bölünmesi de önlenecek. Özerklik, sağlık, eğitim, güvenlik ve yargı alanlarını kapsayacak. Anlaşma uyarınca iki taraf da birbirlerinin AB üyeliği yolunu engellemeye kalkışmayacak.
Sırbistan, Kosova’nın 2008’de tek taraflı ilan ettiği bağımsızlığı hâlâ resmen tanımıyor. Fakat bu anlaşma de facto olarak tanıması anlamına geliyor. Bu açıdan da tarihi nitelikte. Nitekim Kosova Dışişleri Bakanı Enver Hoksac’ın “Bugün ulaşılan anlaşmayla Kosova’nın bağımsızlığının Sırbistan tarafından tanındı” diyerek tweet atması dikkat çekti. Elbette durumu çok da sindiremeyen fakat ekonomik sıkıntılar için AB yolunun açılmasını isteyen Sırp yetkililer anlaşmanın hâlâ devlet kurumlarında onaylanması gerektiğini anımsatıyor.
AB de çok memnun zira Sırbistan’ın üyelik müzakerelerini başlatmak mümkün olacak. Ve AB için bölgenin en büyük pazarı da açılacak. Hırvatistan’ın da önümüzdeki 1 Temmuz itibariyle resmen AB’nin 28. üyesi olacağı düşünüldüğünde Yugoslavya’nın son kalan parçası da birliğe entegre olmuş olacak.
Ancak Mitroviça gibi 1999’daki savaştan bu yana bir türlü teskin olmayan Sırp bölgesinin hemen yatışması da zor. Zira silah ve husumet yatağı olan bölgede hala 6 bin AB polisi görev yapıyor, sık sık çatışmalar yaşanıyor. Nitekim Sırp belediyesinin üyeleri son olarak Kosova’nın parçası kalıp kalmama konusunda referandum talep ettiler.
Turu dünyadan dikkat çekici birkaç başlıkla tamamlayalım...
Amerika’nın dev savunma şirketi Lockheed Martin, bir süredir ilgilendiği elektrik üretimi için okyanus suyunun kullanılacağı yeşil enerji santrali inşası planlarını açıkladı. Lockheed ile Reignwood açık denizde 10 megavatlık bir tesis kurulması ve Güney Çin’deki Hainan Adası’nın lüks turistik tesislerine enerji sağlanmasını içeren anlaşmaya Pekin’de imza koydu. Açıklama, 130 yıldır tartışılan bu temiz enerji seçeneğinin ticari olarak da karlılığına işaret eden dev bir adım olarak görülüyor. Proje OTEC yani Okyanus Termal Enerji Dönüştürme Teknolojisi olarak biliniyor. Güney Çin’deki tesis bugüne kadar inşa edilen en büyük OTEC tesisi olacak. Küçük şehirlerin enerjisin sağlayabileceği düşünülen 100 megavatlı tesisin inşası için de bir adım teşkil edecek.
Amerika’da 1970’lerin başından bu yana okyanus termal enerji programı var. Bu teknoloji dünyadaki en büyük yenilenebilir enerji kaynağı olma potansiyeline sahip. Havacılık ve uzay mühendisliği şirketi Lockheed Martin de son zamanlarda boru tesisat işine görülmedik bir ilgi gösteriyor. Hawaii’den Japonya’ya kadar özel şirketler ticari OTEC fabrikası inşa etmek için yarışıyor.
Sistemin çalıştırılması için tropikal ve alt tropikal okyanuslardaki yüzey suları ile dip suları arasındaki sıcaklık farkı kullanılıyor. Öncelikle ılık yüzey suyu amonyak ya da amonyak-su karışımı gibi düşük kaynama noktasına sahip bir sıvı ile birlikte ısıtılıyor. Bu karışım kaynadığı zaman, açığa çıkan gaz güç yaratan türbini harekete geçirmek için yeterli basınç meydana getiriyor. Gaz okyanus dibindeki belki 1000 metre uzunluğunda ve 27 metre çapındaki ağır fiberglas tüplerinden (saniyede 1000 ton su soğutan) yukarıya pompalanan soğuk suyun içinden geçirilerek soğutuluyor. Gaz yoğunlaşıp tekrar kullanılabilen sıvıya dönüşürken su okyanus derinliklerine geri dönüyor.
ABD’de bağımsız Anayasal Proje adlı düşünce kuruluşunun 577 sayfalık raporu, Bush yönetimi dönemindeki sorgu tekniklerini sert biçimde eleştiren ve Başkan Obama’ya Guantanamo’daki gözaltı tesisini 2014 sonuna kadar kapatması çağrısında bulunan bir rapor yayınladı. Raporda, Bush yönetiminde Amerikalı idarecilerin tartışılmaz biçimde işkenceye bulaştıkları kaydedildi. Obama iktidara gelir gelmez kendisinden önceki dönemde kullanılan sorgulama tekniklerini yasaklamıştı. Bunların başında da kişinin başına torba geçirip boğulacak gibi oluncaya kadar su dökme uygulaması geliyor.
Raporda Gitmo’daki 155 tutuklunun sivil yahut askeri mahkemelerde yargılanmaları yahut işkence görmeyeceklere ülkelere transfer edilmeleri tavsiyesi yer aldı.
Gitmo’da geçen hafta zanlılar geniş çaplı bir açlık grevi başlatınca konu yeniden gündeme taşınmıştı.
Pakistan’da siyasete atılırım hevesiyle kısa süre önce ülkesine dönen eski darbeci diktatör Pervez Müşerref yargı kararıyla tutuklandı. Yargı kararı Müşerref’in genel seçimlerden diskalifiye edilmesinin ardından geldi. Yargıçlar, görevde olduğu sürede yetkilerini aşarak anayasayı ihlal ettiği gerekçesiyle Müşerref’in gözaltına alınmasını talep etti. Müşerref de bir polis konukevinde gözaltına konuldu. Müşerref, 2007 yılında olağanüstü hal ilan edip, kendisine karşı çıkan yargı mensuplarını gözaltına aldırmıştı. Ancak suçlamalar bununla sınırlı değil. Müşerref, kadın başbakan Benazir Bhutto’nun 2007’de suikastla öldürüldüğü dönemde gerekli güvenlik önlemlerini almamak, anayasayı askıya alarak vatana ihanet etmek ve olağanüstü hal ilan etmekle de itham ediliyor.
Bu eski askeri yöneticilerin “dokunulmaz” sayıldığı Pakistan siyasi kültürü için dramatik bir gelişme. Üstelik ordunun istikrarın garantisi görüldüğü ve hâlâ yönetimde çok etkili olduğu ülkede, şimdiki komuta kademesinin de Müşerref’in geri dönüşünden hoşlanmadığı ve kendisine sahip çıkmayacağı görüşü hakim. Pakistan’da Müşerref’in de katılmayı arzuladığı 11 Mayıs’ta düzenlenecek seçimler, bir sivil hükümetten bir diğerine ilk normal geçiş anlamına gelecek. Müşerref, iktidarı 1999’daki darbeyle ele geçirmiş, 2008’de ise istifa etmişti. Londra ve Dubai’de dört yıllık sürgünün ardından da geçen ay ülkeye dönmüştü.
Çinliler, Ukrayna’dan satın aldıkları, Boğazlar’dan geçtiği için de Türkiye’de merak kaynağı olan ilk uçak gemisi Liaoning’ı (eski adı Varyag) açık denize çıkartıyor. Geminin nereye gideceği açıklanmadı fakat Ukrayna’dan kiralanan ve yenilenen gemi, bir yıldır yüzden fazla tatbikat yaptı. Amerikan teknolojisinin çok gerisinde olsa da Çinliler için gurur kaynağı haline geldi.
Savunma sanayini geliştirme derdindeki Çin, ilk saldırı helikopteri ve insansız hava araçları da üretecek. Amerikan hükümetine göre, iki yıl içinde Çin denizaltıları nükleer silah taşır hale gelecek.
Eminim Şamil Tayyar’ı izlerken televizyon ekranlarında bir tebessüm kaplıyor yüzlerini, ardından tatlı hayaller içinde kopup gidiyorlar dünyadan...
Uluslar arası cepheleşmede ironik bir tablo oluştu: ABD ve Rusya bir yana, iki ülkenin ‘müttefikleri’ diğer yana. İki rakip lider ülke Suriye’deki içsavaşı bitirmek için Cenevre 2 konferansını toplamaya çalışıyor
Hudut İhlali’ne yine Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “iç işimiz” saptamasının bu kez maalesef Reyhanlı’da onlarca kişinin öldüğü terör olayıyla doğrulandığı Suriye ile başlayacağım
© Tüm hakları saklıdır.