07 Ağustos 2022

"Why not coconut" ya da Ayvalık'ta rakı sofrasında dertlerini paylaşan üç kadın

Netflix'te gösterime giren Zeytin Ağacı/Another Self dizisinin dile dolanan sözü "Why not coconut" "Neden olmasın tatlım" gibi bir anlama gelen İngilizce bir kafiyeli kelime oyunu. Aynı zamanda diziyi de özetliyor: Neden olmasın? Bugünlerini iyileştirmek için geçmişlerini iyileştirmeye çalışan üç yakın arkadaşın hikâyesini anlatan diziyi, yine üç kadından; yani başrol oyuncusu Tuba Büyüküstün, senaristi Nuran Evren Şit ve yönetmeni Burcu Alptekin'den dinledik

Üç kadın arkadaş. Ada (Tuba Büyüküstün), Leyla (Seda Bakan) ve Sevgi (Boncuk Yılmaz). Biri eğlenceli, fıkır fıkır. Biri öfkeli bir doktor. Diğeri ise kanser hastası bir avukat. Bu üçlüden çıkabilecek hikâyelerin potansiyeli o kadar yüksek ki; ilk bölümden sarıyor insanı Zeytin Ağacı/Another Self dizisi. Hele ki küçük ya da büyük bir arkadaş grubunuz varsa ve içinizden birinin morali bozukken hemen harekete geçenlerdenseniz istemsizce bu üçlünün bir parçası oluyorsunuz. hikâyenin bir parçası olmak için ise zaman zaman durup düşünmek, ön yargılarınızı sorgulamak gerekiyor. Her zamanki gibi oyunculuğu en sakin, en abartısız ve role en iyi bürünmüş haliyle Fırat Tanış karşımıza çıkınca sorgulamalar kendini "Gerçekten böyle bir şey var mı, belki de hiç bilmediğimiz geçmiş bugünümüzü sonuna kadar etkileyebilir mi" haline dönüşüyor.

Ada, Leyla ve Sevgi'ye dizide başrollerde Fırat Tanış'ın canlandırdığı Zaman karakterinin yanı sıra çok sevdiğimiz Serkan Altunorak-Selim, ilk sezonda bizi şaşırtmayan bir karakterle Rıza Kocaoğlu, Toprak karakteri ile Murat Boz ve Muko olarak usta oyuncu, çok sevgili Füsun Demirel eşlik ediyor.

Karakterleri çok konuşulan dizinin nasıl yazıldığını, set arkasında yaşananları ve dizinin ötesini başrol oyuncusu Tuba Büyüküstün, senaristi Nuran Evren Şit ve yönetmeni Burcu Alptekin'den dinledik.

"Yanlış umut diye bir şey yok"

- Üç birbirinden farklı kadının arkadaşlığı izlerken o kadar gerçek geldi ki arkadaşlarımı özledim! Bir de daha 2 ay önce en yakın arkadaşlarımdan birini kanserden kaybettiğim için ilk ve son bölüm bana çok ağır geldi, tek seferde izleyemedim. Hatta üçüncü arkadaşımız da doktor ve her şey yeniden karşımdaydı resmen…

Nuran Evren Şit: Başınız sağ olsun… Zor ve aslında çok da öğretisi olan bir durum, ben de babamı kanserden kaybettim ve bu diziyi yazma motivasyonlarımdan biri de bu duyguyla baş edebilmekti…

- İzleyen ve çok da bilinçli olmayan kişilerde diyelim, yanlış bir umut yaratma endişesi taşıdınız mı hiç? Gerçi sık sık bunun tıbbi bir tedavi olmadığı belirtiliyor ama…

Tuba Büyüküstün: Hepimizin hayatında kanser hastaları var, kanser hastalığı hayatımızın o kadar içinde ki… Ama bu hikâyedeki kanser hastalığı sadece bir motif. Bu başka bir hastalık da olabilirdi. Sizin de dediğiniz gibi bunun bir tedavi yöntemi olmadığından sıklıkla bahsediliyor.

Burcu Alptekin: Ben Karadenizliyim, bizim coğrafyada kanserin uğramadığı aile yok. Bize artık çok normal. Yazarımız Evren Şit'in babası Cem Amca'yı kanserden kaybettikten sonra köken aile açılımınının, konuda olması fikri çıkmıştı. Evren yazmak istemişti ve ben de bu fikre aşık olmuştum. Sürece dair en iyi anlatımı ondan dinleyebiliriz. Bence yanlış umut diye bir şey yok. Hayatımız bize ait onunla ne yapacağımıza, neye inanacağımıza biz karar veririz. Fakat konu çok derin ve hassas, onkologlara danıştık, köken aile açılımı yapan danışmanlarımıza, terapistlere danıştık ve aramızda da çok tartıştık, içi boş hayallere kimseyi sürüklemek istemeyiz bu yüzden sürekli tıbbi tedavinin öneminin altını çizdik. Bu ve benzeri hastalıklarda umut, moral, stres, inanç vb kavramlar kişi için önemli, tıbbi tedavinin yanında kendisine iyi gelen, rahatlatan şeyleri keşfe çıkmak, daha da önemlisi kendi keşfine çıkmak da önemli. Yani tıbbi tedavi devam ettiği sürece ve hasta kendini iyi hissettiği sürece alternatif yöntemleri de tedavisine doktorunun izniyle ekleyebilir. Gerçi bizde Ada izin vermeye mecbur bırakılıyor ve hikâye orada başlıyor.

- Başınız sağ olsun Evren Hanım. Bu hikâye babanızı kaybettikten sonra mı ortaya çıktı o halde?

N.E.Ş.: 5 yıl önce ilk kez kendim aile açılımını deneyimlediğim zaman, bu konuyu ele almak aklıma düştü. Sonrasında Sabri Salış ve Gülçin Önel'le bu çalışmalara devam edip, onların da bir gün bir dizi ya da filmde bu konuyu ele almak istersem bana destek olacaklarını söylemeleriyle bu projenin ilk fikri tohumu atıldı. 4 yıldır aklımda olan bir şeydi, ama bunu üç kadının sıcak dostluğu zemininde anlatma fikri, babamı kaybettikten sonra ortaya çıktı. Acı, trajik ve dramatik bir yerden değil, günlük hayatın içine entegre edebileceğim, umut veren, iç açan bir proje yapmak istedim. Çünkü benim buna ihtiyacım vardı. Dünya pandemi sürecindeydi, evlere kapandığımız, kimseleri göremediğimiz bir dönemde, Ayvalık'ta rakı sofrasında dertlerini paylaşan üç kadını hayal etmek bile bana iyi geldi. Yola öyle çıktım.

B.A.: Hikâye anlatmayı seven insanlar olarak deneyimlerini başkalarına da anlatmak istiyor insan.

- Tuba Hanım, sizin senaryoyu okumadan önce köken aile açılımı hakkında bilginiz var mıydı, deneyimlemiş miydiniz?

T.B.: Evet bilgim vardı ve bir kez deneyimlemiştim.

- Peki ekip olarak birlikte köken aile açılımını denediniz mi gerçekten?

T.B.: Evet, birer kez bireysel ve bir kere de karakterler üzerinden deneyimledik. Köken aile açılımı deneyimlenmedikçe anlaşılması oldukça zor bir şey.

N.E.Ş.: Ben zaten 5 yıldır katılıyorum bu çalışmalara, dizinin oyuncu kadrosu ve ekipten insanlarla da bunu beraber deneyimledik ki, onlar da anlatacağımız şeyi daha yakından keşfetsinler, rol yapmak yerine gerçekten hissetsinler… Öyle de oldu… O deneyim bütün ekibi birbirine daha yakın, daha duvarsız bir hale getirdi bence.

B.A.: İstedim ki tüm oyuncular ve ekip nasıl bir şeyi hayata geçireceğiz deneyimlesinler. Önce tüm oyuncularımızla ve ekip şeflerimizle köken aile açılımı yaptık. Bir kısmı inanırken, bir kısmı son ana kadar dalga geçiyor, biri kesinlikle reddediyor, minik bir kısmı deneyimin içinde keyif alıyordu. İlk birlikte deneyimlediğimiz gün çok enteresandı. Sanırım hepimizde bıraktığı his çıplaklıktı. Ben oyuncularımın ve ekibin, oyuncularım benim ve ekibimin önünde çırılçıplaktı. Karşılıklı bazı travmaların su yüzüne çıkması… Yüzde yüz dürüstlük… Ve görünmez bağlarla birbirimize bağlandık. Acayip bir duygu yoğunluğu oluşuyor.

Daha sonra sete çıkmamıza birkaç gün kala sadece oyuncular, yazarımız Evren Şit ve yapımcımız Pelin Kaya ile karakterlere köken aile açılımı yaptık. Yazılmış tüm kurgu karakterleri ete kemiğe orada büründürdük. O gün yaşadığımız şeyi kelimelerle anlatmam mümkün değil "Anlatılmaz yaşanır" anlarından biriydi. Kurgu karakterlerin travmalarını, geçmişini beraberce çıkardık. Sonsuz bir kucaklaşma yaşadık. Bunun sonucunda; bence tüm oyuncular o karakterlerle bütünleşti ve kayıt dediğim anda kimse zorlanmadı. Ve ömür boyu sürecek bir dostluğun tohumu toprağa düştü.

"Biz kimiz ki affediyoruz"

- Tuba Hanım, dizi konusunda çok seçicisiniz, bu yapımı kabul etmenizdeki etkenler neydi?

T.B.: İyi yazılmış bir senaryo, hiçbir şeyi çok büyütmeden hayatın içinden anlatımlar, akan diyaloglar, basit insan halleri, duygular… Arkadaşlık, aldatılmışlık, aldanmışlık, kendimize yenik düşmelerimiz, sıkışmışlıklarımız, bazen hareket edememelerimiz ve tüm bunların arasında sorular… Acaba? Olabilir mi? Düşünelim mi? Bazı şeyler atalarımızdan RNA aracılığı ile bize geçmiş hafıza geninden kaynaklanıyor olabilir mi gerçekten? Projeler genellikle bir şey anlatmaya çalışır, ben soru soran bir senaryonun içinde olma fikrini sevdim.

- Affetmek üzerine aslında öğretici sahneler var. Sizin affetme ya da "kabul etme" ile ilgili hissiyatınız nasıl? Kolay affedebilen biri misiniz?

T.B.: Evet hakikaten affetme üzerine güzel diyaloglar var. "Biz kimiz ki affediyoruz… Kimden üstünüz? Affetmek değil, kabul etmek" gibi. Ben de kendi yolumda öğreniyorum, dönüşüyorum.

- Dizideki arkadaşlık o kadar gerçek ki özendiriyor! Siz "kız arkadaşlar"ı çok olan kadınlardan mısınız yoksa daha içine kapanık biri misiniz?

T.B.: Daha içine kapanık biriyim. Bir iki tanesi haricinde kız arkadaşlarım daha çok 30 yaşından sonra hayatıma girdiler. 

- Canlandırdığınız karakterde gerçek hayatta anlaşamayacağınız, sevmeyeceğiniz yönler var mıydı?

T.B.: Ada beni sinir edebilirdi, onda olanların kendimde de olduğunu bilip kabul etmek istemediğim için!

- Peki Ada'dan ne öğrendiniz ya da Ada'ya ne söylemek isterdiniz?

T.B.: Ada'dan ne öğrendiğim bana kalsın. Ama 3 kız arkadaşın bir lafı var. Ada'ya söylemek için ondan daha iyisi gelmiyor aklıma "Sal gitsin ya!"… "Biliyorum zor mükemmel olmaya çalışmak, güvenmek en ideali için hem başkalarına, hem bulunduğun ortama, hem kendine. Ama biliyor musun en ideali yok ya da belki de en ideali senin düşündüğün gibi değil. Güven Ada… Hayat seni zaten mükemmele götürüyor."

- Bir anne olarak annesi ile ilişkisi kopuk birini canlandırmak nasıldı? 

T.B.: Hepimiz aynı zamanda kendimizin annesi ve çocuğuyuz ve içimizdeki anneyle aramızın kopuk olduğu bir alan var. 

Nuran Evren Şit

"Sal gitsin ya!"

- Karakterler o kadar gerçek ki sanki gerçek bir hikâyeye dayanıyor hissi yaratıyor. Var mı arka planda yaşanmış bir hikâye?

N.E.Ş.: Birebir gerçek hikâye diyebileceğim bir durum yok ama çok yakın kadın dostlarımla olan ilişkimiz, o sıcaklığın temeli. Sevgi'nin durumu ise menajerim ve yakın arkadaşım Rezzan Çankır'ın geçirdiği süreçlerden ilham alarak yazdığım bir şey. Onun kanseri yenip hayatına ışıl ışıl devam ediyor olması, bana anlattıkları, ya da konuşmadan anlattıkları… Geçmiş hikâyelerinin ise, birileri tarafından gerçekten yaşanmış olabileceğine çok inanıyorum, birebir olmasa da benzerleri, tarih boyunca yaşandı, yaşanıyor…

B.A.: Evren'le benim bir kadın arkadaş grubumuz var. Varlıklarına sürekli şükrettiğim, hesapsızca sevdiğim bir grup kadın. İnsanın etrafında ağlarken sümüğünü omzuna sileceği ve bunun için kahkahalarla güleceği insanlar olması paha biçilemez bir duygu. Yani arka planda birebir yaşanmış bir hikâye yok ama sanki var gibi. Karakter hikâyelerinde aile açılımı seanslarından destek aldığımız için her hikâye aslında gerçekmiş gibi de. Kadınların ruh hali benim hikâyem, arkadaşlarımın hikâye, annemin, kardeşlerimin hikâye. Hissettiğimiz şeyler hep ortak. Kolektif hafızada kayıtlı ve tüm karakterleri tanıyormuşsun hissi yaratmasının sebebi de bu sanırım.

- Sadece gençlik dönemlerine dair sahnelerde makyaj/saç konusunda tereddüt yaşadım izlerken. Neden başka oyuncular yerine aynı oyuncuları "gençleştirerek" oynatmayı seçtiniz?

N.E.Ş.: Gençlik dönemi dediğiniz, üniversite dönemi. 10 yıl önceki halleri için başka bir cast oynasa çok daha kafa karıştırıcı olurdu ve özdeşim kurmak zor olurdu.

B.A.: Geçen süre 10 yıl. Oyuncuların kendilerinden ve 10 yıl önceki hallerinden yola çıktığımda tek farkın yüzdeki bazı minik çizgiler olduğunu fark ettim. 10 yılda kendilerinde çok şey değişmişti ve ama yüzleri pek değişmemişti. Tıpkı dizideki karakterlerimiz gibi. Gerçek neyse onu uyguladık aslında. Ses, giyim, hâl ve tavırlarını 10 yıl önceymiş gibi kurgulamaya çalıştık.

"Cunda meydanının dili olsa da konuşsa"

- Sette hep birlikte rakı masaları, birlikte Duman şarkıları söyleme anları oldu mu çekimler haricinde?

N.E.Ş.: Benim çekimlere katıldığım süre içinde, uzun masalar kuruldu, uzun sohbetler ve bütün ekibin bir arada söylediği şarkılarla süslenen tatlı geceler oldu, evet. Duman değil ama Sezen Aksu ve Türk Sanat Müziği ağırlıklıydı repertuar:)

T.B.: 2 hafta İstanbul, 1,5 ay Ayvalıkta'ydık. Ayvalık'ta resmen hep beraber yaşadık. Hem çekimlerde hem set dışı çok keyifli vakit geçirdik. Anlatması zor, hani derler ya "Anlatılmaz, yaşanır".

B.A.: Ayvalık ve Cunda :) Gönül yaylarını gevşetiyor ve hepimize şarkılar türküler söyletiyor diyelim. Cunda meydanının dili olsa da konuşsa. Oyuncular ve ekip arasında kuvvetli bir bağ oluştu. Biz sanki dizi çekmeye değil de tatile çıkmış kocaman bir arkadaş grubu gibiydik.

- "Damakta acı güzel de yürekte fenaymış be" gibi Instagram'da yayılacak, duvar yazısı olacak replikler var, hangisi sizin favorileriniz?

N.E.Ş.: Ben yazdıklarımı hemen akabinde unutuyorum, o yüzden replikleri ezbere söylemem mümkün değil. Ama duvar yazısı olsun, Twitter'de alıp başını gitsin diye beylik laflar yazmaktan özellikle kaçındım diyebilirim. Gerçekten karakterlerin ağzından dökülen haliyle, gerçek hayatta nasıl konuşuyorsak diyalogların öyle olmasına gayret ettim. Benim favorim, yönetmenimiz Burcu'nun da içinde olduğu, yakın arkadaşlarımızdan oluşan bir WhatApp grubundan çıkıp ağzımıza dolanmış olan: Why not coconut!

T.B.: "Sal gitsin." "Sorduğun soruların cevabını dinlemeye mi sabrın yok, yoksa bir zeytin ağacının altında dinlenmeye mi?"

B.A: "Geçmişi öfke yüklü bir küfe gibi sırtında mı taşıyacaksın? Yoksa, o küfeden alman gerekeni alıp, kendi yolunu mu açacaksın?" Ve benim için efsaneleşen "Sal gitsin" kısa ve net. Sette oyuncularla sahne sırasında da çok kullanırım: "Sen O'sun şimdi lütfen SAL GİTSİN."

- Dış sese neden ihtiyaç duydunuz? Aslında kendini olduğu gibi çok güzel anlatıyor her sahne…

N.E.Ş.: Ben dış sesi tamamlayıcı ve duyguları yoğunlaştırdığı noktada seviyorum ve gerekli olduğuna inandığım için kullandım… Dış sesin ne olduğu sonraki sezonun sürprizi. Şimdilik öyle kalsın.

B.A.: Özellikle açılış sahnelerindeki dış sesleri seviyorum ben. Bambaşka bir zamanın travmalarına ait tüyolar veriyor ve bizi bölüm finaline götürüyor.

Burcu Alptekin

"Mağdur, kurban rolündeki kadın karakter algısı yıkılalı çok oldu"

- Geçmişi bilmeden şimdi yaşanmaz mı gerçekten?

N.E.Ş.: Yaşanır tabii ki, yaşıyoruz da zaten. Geçmişi bilmesek de, hatırlamasak da yaşıyoruz. Ama mevzu nasıl yaşadığımız… Bugün yaptıklarımızın yarına nasıl etkisi varsa, dün yapılanların da bugüne etkisi var. Tek başımıza olsak da, değiliz . Birilerinin devamı, birilerinin öncesiyiz... Bunu fark etmek aslında güzel bir kapı aralıyor insanın hayatında… Hatta çoklu kapılar…

T.B.: Geçmişi bilmeden şimdi tabii ki yaşanır. Bu dizi bir şey söylemekten çok soru soruyor "Geçmişimizi çözemezsek, geleceğimizi çözebilir miyiz? Gelin hadi düşünelim, siz de bizimle beraber sorgulayın" diyor izleyiciye.

B.A: Yaşanır tabii ki. Öyle ya da böyle nasıl bir yaşam istediğine bağlı. Ama benim açımdan kendi gerçekliğini yaşayabilmek için geçmişi bilmek gerekir. Yaşam bir döngüden ibaretse, yolumuza döşenen taşları bu sayede düzeltebilir ya da anlamlandırabiliriz. Çok uzak bir geçmişe gitmeyelim; 0-3 yaşımıza dair hiç hatırlamadığımız bir an tüm hayatımızı etkilemiş olabiliyor. Bir şekilde hatırlayıp anlayınca şimdi de değişim başlıyor. Ve bu değişim o duygudan kabul etme yoluyla özgürleşme oluyor sanırım. Sanırım ben kendini ve yaşamı kurcalamayı seven bir insanım ki köken aileden aktarılanları keşfe çıkmanın keyfi paha biçilemez.

- Bu dizinin 3 kadının (hatta annelerle 5-6 kadın) hikâyeni anlatması, kadın yönetmen ve senarist olması size ne ifade ediyor? Dizi sektöründe neyi farklılaştırıyor kadınların daha görünür olması?

T.B.: Kadınları görünür olmadığına inandıran kim? Bu sektörde yıllardır çok iyi kadın yönetmenler, senaristler ve kadın hikâyeleri var. Ama bu proje özelinde konuşursak hikâye çok samimi bir kadın dünyasının içine sokuyor izleyiciyi. Üç birbirinden farklı karakterdeki çok yakın kız arkadaşın kavgalarına, birbirlerine tutunmalarına, hayatla dalga geçmelerine şahit oluyoruz. Ve tabii ki hikâyemizdeki erkek karakterleri de görmezden gelemeyiz. hikâye ne kadar üç kadın çevresinde dönüyor olsa da erkeklerin de arasındaki ilişki, dayanışma, dostluk, birbirine omuz vermelerini de izliyoruz ve tabi ki aşkın hallerini, insan hallerini…

"Hayat bize acıları gizlemeyi öğretti"

- Kadın hikâye denince genelde ya fazla güçlü kadınlar ya da çok acı çekip güçlenen kadınları izliyoruz. Zeytin Ağacı ise hayattan gerçek bir kesit gibi. Kadının olduğu gibi yansıtılmaması konusunda ya da hep benzeri kadın hikâyelerini izlememiz konusunda ne düşünüyorsunuz?

N.E.Ş.: Ben 16 yıldır dizi ve film yazıyorum. Hiç bu bahsettiğiniz profilde bir kadın hikâye kaleme almadım. Elveda Rumeli, Hanımın Çiftliği, Sen de Gitme, Vatanım Sensin; Aşk Tesadüfleri Sever serisi, 8 Saniye, Atiye hep kadınları çok yönlü ve kadın taraflarıyla anlatan karakterlere zemin olan projelerdi. Bunlar biraz fazla genelleme yapmak gibi geliyor bana. Nedense Türk dizilerinde kadının ele alınışını tek bir kalıba sokmaya ya da hunharca eleştirmeye eğilim var. Oysa gayet güzel işler yapılıyor ve sayıları giderek artıyor. Seyirci artık ona karton ve inandırıcılık dışı gelen şeyleri kabul etmiyor zaten. Aslına bakarsanız hiçbir zaman da etmedi. Mağdur, kurban rolündeki kadın karakter algısı yıkılalı çok oldu. Bunu Yeşilçam döneminde başlattılar zaten ustalarımız.

T.B.: Evet haklısınız, senaristimiz Evren kadın dünyasını en doğal hâli ile anlatmış. Benim de bu işi kabul etmemdeki en büyük etkenlerden biri bu. Yönetmenimiz Burcu'nun da hem rejisi hem de sette üç kadın arasında oluşturduğu sinerji sayesinde Türk yapımları içinde bugüne kadar hiç rastlamadığımız doğallıkta kadın dünyasına eşlik ediyoruz.

B.A.: Hayat bize bunu öğretmişti acını gizle, ondan güç al, kimseye zayıflığını gösterme. Herşey normal, sensin anormal. Kadın olarak varlığımızı gösterebilmemiz, dikkat çekebilmemiz adına o hikâyelere de ihtiyaç vardı çünkü o acılar da yaşandı. Evet biraz egzajere ediliyor ama o karakterlerde gerçekten hayatta var. Ben artık acıdan, kaostan beslenmeden ne oluyorsa onu göstermek isterim. Zeytin Ağacı'nın gerçek gelmesinin sebebi gerçeğe dayanması. Kadınlar hayatın içinde biraz da böyle var. Cast seçiminden, mekanların seçimine, her bir aksesuarın seçimine kadar dayandığımız tek şey gerçeklikti. Gerçekte kimdi? neredeydi? nasıldı?

- Geleneksel kanallara dizi hazırlama, yazma ve çekme ile streaming kanallarıyla çalışma konusunda farklar sizin açınızdan nedir?

E.Ş.: Süre, süre, süre… En büyük fark bu, 160 dakikalık haftalık dizi yazmak bir delilik hâli iken, burada 45 sayfa ile 50 dakikalık bölümler yazdığımız için, konuya ve kurguya çok daha hakimiz, çok daha derdine odaklı yazabiliyoruz, dolgu sahneler, uzayıp giden diyaloglar yazmadan… İkinci faktör de tabii ki sansür. Televizyonda hassasiyetler çok fazla, her şey yasak, her şeye ceza kesilebilir, bu insanın elini kolunu bağlıyor. Dijital platformlarda bu kaygılardan daha arınmış daha özgür bir yazma alanı var. Burda özgürlük derken, alkolü, çıplaklığı, sevişmeyi, küfürü kastetmiyorum. Hayatın içinden olan, eskiden TV'de görebildiğimiz ama artık göremediğimiz bir gerçeklik algısından bahsediyorum. Dijital platformlarda, İçerik olarak daha özgür bir alandasınız, hem tür hem de hikâyenin tonu ve gereği olan şeyleri yapma konusunda..

B.A.: Yumurta ve tavuk kısır döngüsü bu benim için. Ben yönetmen kimliğimle hep gerçeğin peşine düşmeyi tercih ediyorum, egzajere etmeden en sakin sade haliyle duyguyu yansıtmaya çalışıyorum. Aslolan her zaman anlattığın hikâye oluyor. Streaming yani dijital kanallarda çalışma koşulları ve saatleri daha ideal. Seyirciye gereksiz bir sahne izletmemek adına yapılan revizyonlar hep yaratıcılığı arttırmak üzerine. Tabii ki seyirciyi de düşünerek proje üretiliyor ama ben çekerken öncelikle karakterlerimi ve dizinin bütününü düşünüyorum. Çünkü seyirci reaksiyonu neredeyse 1 sene sonra belli oluyor. Ulusal kanallarda ise her hafta başka bir gerilim, adrenalin. Reyting savaşları, sansür, süre problemleri. Seyirciden alınan reaksiyon daha da önemli. Bir yandan süre sıkıntısı var, o kadar uzun ki süreler, duyguları sağmak adına, saniyeleri uzatırken illaki saçmalamak zorunda kalıyoruz. İki karakterin bakışmasını o kadar uzatıyoruz ki hah şimdi bir şey olacak dedirtiyoruz seyirciye ama birşey olmuyor. Çalışma saatlerinin uzunluğu verimliliği etkiliyor, insanın neşesi ve hayat sevinci sömürülüyor -du… Geçmiş zaman eki kullanmam gerekir çünkü artık çoğu yapım şirketi 12 saat kuralını getirdi ve ulusal kanallara dizi hazırlarken çalışma şartları iyileştirildi.

- Bu diziyi izledikten sonra izleyicide neler kalsın istersiniz?

N.E.Ş.: Sizin röportajın başında kurduğunuz cümle… O kadar gerçek ki arkadaşlarımı özledim dediniz. Bunun gibi insanlarda, özledikleri, yapmak isteyip erteledikleri şeyleri yapma arzusu uyansa mesela… Ya da köken ailelerinin nerden geldiğini, neler yaşadığını merak etmeye başlasalar. Sohbetler etseler bu konularda… Güzel olmaz mı?... Bir diziyi zaten özünde eğlenmek, dinlenmek , kafamızı dağıtmak ve günlük hayatın zorluklarından uzaklaşmak için izliyoruz. Bunu yaparken, aklımızda da bir iki soru işareti oluşsa, beni mutlu eder mesela…

B.A.: İlişkiler ve dostluk üzerine hayattan bir kesit anlatmaya çalıştık. Bu dünyaya yalnız geldik, yalnız gidecekmişiz gibi görünüyor ama öyle değil. Kimse aslında yalnız değil biz varız ve hepimiz birbirimize bağlıyız. Sadece bir an dizinin bütününü izleyip bunun üzerine düşünmelerini, tartışmalarını, anlamaya çalışmalarını dilerim..

- İkinci sezon ne zaman geliyor? Başladınız mı çekimlere?

N.E.Ş.: Henüz başlamadık. Ama umarım ve dilerim Zeytin Ağacı'nın yolu daha uzun olur çünkü karakterlerin daha yaşayacakları hikâyeler var…

B.A.: Ben bu üç kadının hikâyeni sezonlarca izlerim. Sen de izler misin?

Yazarın Diğer Yazıları

Oyun devam ediyor: 'Squid Game'in başrol oyuncuları Lee Jung-jae ve Wi Ha-jun, ikinci sezonda izleyicileri nelerin beklediğini anlattı

Netflix’in en popüler dizilerinden olan Squid Game, 26 Aralık’ta ikinci sezonu ile karşımızda olacak. Dizinin iki başrol oyuncusu Lee Jung-jae (Gi Hun yani Oyuncu 456) ve polis rolündeki Wi Ha-joon ile dizinin yeni sezon basın lansmanında online olarak bir araya geldik ve sorduk: Şimdi neler bekliyor bizi?

Melsa Ararat: Türkiye için umutlu, dünya için umutsuzum

"Kadın bakışının girdiği şirketlerde kârlılık oranı artıyor. Ama genel olarak şirketlerin özellikle çevresel sorumlulukları, sosyal sorumlulukları, yasal haklarına saygı, işten çıkartmaların azalması, yeniden yapılanmaların azalması, risklerin daha iyi yönetilmesi açısından baktığımızda bütün sektörlerde kadınların aynı olumlu etkiyi yarattığını ortalamada görüyoruz"

Bilge Kağan Etil: Beste yaparken içsel olarak duygu bütünlüğünü hissetmem gerekiyor

Red Bull 60 Seconds Solo'da yaylı tambur tercih eden Bilge Kağan Etil, bunun nedenini "Kendime yaylı tanbur almıştım kısa süre önce. Enstrüman bir nevi seçilmiş oldu" ifadeleriyle anlattı

"
"