29 Mart 2024
Organizasyonundan DEM Parti'nin sorumlu olduğu ve on binlerce kişinin katıldığı bu seneki İstanbul Newrozu'nda LGBTİ+ bireyler (lezbiyen, gey, biseksüel, trans, interseks ve daha fazlası)[1] şiddete maruz kaldı ve alandan dışarı çıkmak zorunda bırakıldılar. İstanbul'da polis eşliğinde çıkmak zorunda kalınması, bu gerginliklerin üç senedir farklı seviyelerde yaşanıyor olması, buna rağmen tertip komitesinin önlem almaması ve yaşananlara o esnada da müdahale etmemesi Kürt siyasi hareketinin içindeki çatlaklara işaret ediyor. LGBTİ+'lar içinse böyle gelişmeler doğrudan bir hayatîlik taşıyor. Çünkü LGBTİ+'ları kapsayan siyasi ve kamusal alanların daha da küçülmesi, yaşam alanlarının da daralması anlamına geliyor.
Translar özelinde yaşam alanlarının daralmasının bir örneğine bu ay Beyoğlu'nun Bayram Sokak'ı bir kez daha tanıklık etti. 1950'lerle birlikte pek çok trans kadının evi olmuş bu sokak yine mühürlendi ve trans seks işçisi kadınlar hem çalıştıkları mekânlardan hem yaşadıkları evlerinden uzaklaştırıldı.
Daha önce Beyoğlu'nun Ziba, Abanoz ve Ülker sokaklarının başına gelen kapatmayı yeniden yaşamak istemeyen Bayram Sokak 12 Platformu üyeleri bu geçmişi hatırlatarak "Hortum Süleyman'a karşı direndik, torunlarına karşı da direneceğiz" ifadesiyle basın açıklaması yaparken bu baskıların tarihini hatırlamak ve yeni biçimlerini öğrenmek için antropolog Aslı Zengin'e ulaştık.
ABD'de, Rutgers Üniversitesi'nin Kadın, Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik Çalışmaları Bölümü'nde öğretim görevlisi olarak çalışan Zengin'in Violent Intimacies: The Trans Everday and the Making of an Urban World kitabı 2024 Şubat ayında Duke Üniversitesi Yayınları'ndan çıktı. Zengin, daha önce kayıtlı ve kayıtsız çalışan seks işçisi kadınlara ve devletin seks işçiliğiyle kurduğu ilişkiye dair araştırma yapmış ve çalışması Metis Yayınları'ndan İktidarın Mahremiyeti: İstanbul'da Hayat Kadınları, Seks İşçiliği ve Şiddet başlığıyla çıkmıştı. Zengin, bu kez 2010'da başlayan çalışmasında transların, özellikle de trans kadınların gündelik hayatlarında ailelerinden, polisten, sağlık ve hukuk çalışanlarından, ev sahiplerinden, müşterilerinden ve toplumun genelinden gördükleri şiddet ve ayrımcılık biçimleri ve bu cinsiyetçi şiddet ortamıyla baş etmek için geliştirdikleri dayanışma ve örgütlenme pratikleri üzerine eğiliyor. Zengin'in, kendisine mail aracılığıyla yazılı olarak ilettiğimiz sorulara yanıtları şöyle:
- Güncel olanı başta soracağım. DEM Parti'nin İstanbul ve İzmir'de bu 17 Mart'ta düzenlediği Newroz kutlamalarında LGBTİ+ bireylerin lince maruz kalmaları sence ne demek? Şunu okuyucular için not düşmek elzem: Parti, ertesi gün saldırılar için "konumlandırılmış gruplar"ı işaret etti ve 21 Mart'ta yapılan Diyarbakır Newrozu'nda kendilerini "nasyonalist Kürtler" olarak adlandıran bu grubu alana almayarak LGBTİ+'ların katılımlarını güvence altına aldı. Fakat bu gerilimlerin üç yıl boyunca sürmesi ve önlem alınmaması da bir vaka. Buradaki dalgalanma sence nasıl bir şiddete tekabül ediyor?
Lince girişmek, yumruk atmak, fiziksel şiddete başvurarak insanları alandan kovmaya teşebbüs etmek durumun en yalın tabiriyle faşist bir eğilim. Bu şiddetin İstanbul ve İzmir Newroz kutlamalarında yaşanması ayrıca dehşet ve üzüntü verici. Newroz alanı tam da Türkiye'deki ırkçılık ve devlet şiddetiyle sürekli beslenen ve son yıllarda iyice yükselişe geçen faşizmlere cevap verilmesi gereken bir yerken, cinsiyet ve cinsellik üzerinden ataerkil-hetero faşist değerlerin yeniden üretildiği ve lubunyaları yok etmek istercesine bir şiddetin hortladığı bir alan haline gelmeye başladı. Bu yüzden Amed Newrozu'ndaki müdahale çok önemliydi. Kürt siyasal hareketinin şiddeti görüp, eleştirileri duyup, hemen somut bir adım atarak Newroz kutlamalarına katılan lubunyaları koruması bu topraklarda beraber özgürleşme mücadelesi veren hepimize çok iyi geldi. Bu hareketin kendini ne kadar eleştiriye açtığının ve dönüşmeye çabaladığının da göstergesi. Bunu önemsiyorum.
Zaten LGBTİ+ düşmanlığı DEM Parti'yi aşan ve toplumun hem muhalif hem de egemen kesimlerini bir araya getiren ender mevzulardan biri. AKP egemenliğinde yükselen LGBTİ+ düşmanlığı ve hetero-ataerkil aile dışındaki yaşamlara uygulanan baskı lubunyalara uygulanan şiddetin iyice yaygınlaşmasına neden oldu. Hetero-ataerkil aile modeli ve bu model etrafında cinsellik ve cinsiyete dair örülen ahlak değerleri çoğu toplumsal hareketin, özellikle de milliyetçi hareketlerin atar damarı gibi işliyor. Ulus devletin devamını sürdürme çabaları ya da özgürleşme mücadelesini milliyetçilik üzerinden veren hareketlerin çoğu gelecek tahayyüllerini erkeklik ve kadınlığa yükledikleri özcü anlamlar üzerine inşa ediyorlar. Bu anlamlara göre kadın ve erkek heteroseksüel bir aile ilişkisi içerisinde cinselliğini yaşar, ürer ve içinde bulundukları toplumun değerlerini taşıyıp devam ettirecek bireyler yetiştirirler. Bu projede en büyük fatura kadınlara, kadınsılığa ve cinsel arzunun hetero-üretkenlik dışındaki hallerine kesiliyor. İşte lubunyalara yapılan saldırılar bu aile ve ahlak değerlerinin milliyetçilikle pekişerek ürettiği queer (dayatılan heteroseksüel anlatıları reddedenleri kapsayan şemsiye bir terim) ve trans düşmanlığına dayanıyor.
Şu noktada var olan herhangi bir toplumsal mücadelenin LGBTİ+'ları yok sayma ya da sözde temsil etme lüksü yok. Queer ve trans özneler siyasetin artık tam merkezindeler. Bu LGBTİ+ özgürlük mücadelesinin hem artan görünürlüğünün ve gücünün hem de bu güçlenmeye karşı köhnemiş ahlak değerleriyle beslenen iktidarın ve çeşitli muhalif kesimlerin korku ve paniğinin sonucu. LGBTİ+, hatta en çok da trans düşmanlığı küresel düzeyde de Amerika, Macaristan, Rusya, Polonya, Brezilya ve daha nice coğrafyadan yükselen faşizmlerin birbirlerinden ilham alarak kendilerini örgütledikleri ortak noktalardan birisi. O yüzden Audre Lorde'un dediği gibi, herkes kendi içine dönüp bakacak ve kendi içinde taşıdığı ırkçı, cinsiyetçi, kadın-queer-trans düşmanı faşistle yüzleşecek. Bu sancılı bir süreç; çünkü bildiğin, inandığın değerlerin alaşağı olmasını içeren yıkıcı bir süreç. Ama bu yıkıcılıktan geçmeden özgürleşmek mümkün değil. Bence Kürt hareketi bunu görmeye başlayan en önemli muhalif hareketlerden biri ama daha beraber yürünecek çok yol var.
- Translar özelinde söyleşiye devam etmeden önce, bunun farklı konularda yaptığımız üçüncü söyleşimiz olmasının verdiği güvenle şunu sormak istiyorum: Transların yaşadıkları üzerine iki cis kadın olarak, yani doğduğu cinsiyet ile benimsediği cinsiyet kimliği eşleşen kişiler olarak konuşacak olmamız seni de rahatsız ediyor mu? Kürtlerin yokluğunda Kürt meselesini konuşanlar veya yokluğunda kadınları konuşan erkekler gibi bir kategoride bulunma ihtimalimizi sen nasıl ele alıyorsun?
Çok önemli bir soru. Elbette rahatsızım. Keşke burada benim kuşağımdan Türkiyeli sosyal bilimci bir trans kadın akademisyen olsaydı ama benim tanıdığım, bildiğim biri ne yazık ki yok. Bu çok korkunç bir eksiklik. Trans karşıtı şiddetin her alana yayılması ve sistemik olarak işlemesi sonucu ortaya çıkan bir yokluk ya da kurumsal süreçlerin yarattığı bir sindirme, dışlama ve yok etme biçimi. Bunun en yakın örneğini Larin Kayataş'ın sürecinde gördük. Tıp fakültesini bin bir transfobik zorluğa rağmen bitirip doktor olabilmiş bir kadın olan Larin'i mesleğinden men etmek için ellerinden geleni yaptılar ama Larin'in verdiği hukuki mücadele sayesinde başaramadılar. Güzel ve umut verici olan şu ki, yeni nesil trans kadınlar bomba gibi geliyor ve yakın gelecekte bir sürü trans arkadaşı hem doktor hem de akademisyen olarak aramızda göreceğiz.
Öte yandan transların yaşadıkları sorunlar üzerine konuşmak benim için feminist bir mesele. Kendine feminist diyen çok fazla cis kadın translarla ilgili düşmanlaştırıcı bir şekilde konuşuyorken, bu translık karşıtı sözde feministlerle mücadeleyi sadece translara bırakarak onları yalnızlaştıramam. Transları bu alanda trans düşmanları ile yalnız başına bırakmak bizim de şiddet failliğinde pay sahibi olmamıza yol açar. Fakat şunu da vurgulamak lazım: Konuşmakta bir yandan ısrar ederken, bir yandan da hâlâ rahatsız hissetmek, bu rahatsızlığı kaybetmemek önemli. Rahatsızlık, üzerine düşündükçe katman katman açılan, etik ve siyasi bir pusulaya dönüşebilen bir duygu. Natrans (cisgender kavramının Türkçesi: trans olmayan) feminist bir akademisyen ve queer-trans feminist siyaset yapan biri olarak translarla ilgili konuşurken veya çalışma yürütürken sormamız gereken elzem sorular olduğunu düşünüyorum: Bunları aslında kim ve ne için yapıyoruz? Kimin sözünü, deneyimini önceliyoruz? Sözümüzün transların yaşamında doğurabileceği şiddet, önyargı ve yaftalama riskleri var mı? Transları nesneleştirecek dinamikler ve sonuçlar taşıyor mu? Araştırmamızın sonuçları kime ve neye hizmet ediyor? Natrans araştırmacıların bu soruların cevaplarını hakkıyla vermeden ortaya etik ve nitelikli bir araştırma çıkaracaklarını düşünmüyorum.
- Herkesin ortaklaştığı bir tanım olduğunu varsaymadan, bazen de cinsel yönelimle karıştırılabildiğini hatırlayarak soracağım: Çatı bir kavram olan translığı sen nasıl tanımlıyorsun?
Translık üzerine araştırma ve siyaset yapan akademisyenlerden tarihçi Susan Stryker'ın transgender üzerine yaptığı tanımlama bana çok yardımcı oldu: Doğduklarında kendilerine atanan toplumsal cinsiyetten uzaklaşma, bedenlerine kendi kültürlerinin dayattığı tanım ve içerikten ortaya çıkan cinsiyet sınırlarını aşma ve bu sınırların ötesine geçme hâli. Bazısı içerisine hapsedildiği cinsiyet kategorisinden çıkıp başka bir cinsiyet kategorisine yerleşmek için keskin arzu duyabilir. Bir başkası atanan cinsiyetten uzaklaşıp henüz bilinmedik ya da tanımlara sahip olmayan bir bedensellikte kendini evinde hissedebilir. Bir başkası için ise, içine hapsedildiği ikili cinsiyet rejimini sürekli bozmanın kendisi translık deneyimine işaret edebilir. Yani aslolan toplumsal olarak tanımlanmış cinsiyet sınırlarından öteye geçmek, hareket etmek, ama geçiş sürecinin herhangi bir biçim veya varış noktası ile tanımlanıp sınırlanmadığı gibi tanım. Bu tanım, toplumsal cinsiyetin çeşitli anlamları, işleyişi ve hareketleri arasında bize yol gösteren bir pusula sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda translığın mevcut veya potansiyel olan çoklu anlamlarının anlaşılmasına da olanak tanıyor. Transgender'ın bu formülasyonunda hareket bir kez başladığında mutlaka sabit, istikrarlı veya belirlenmiş bir varış noktası yok. Stryker bu tanımı transgender için kullanıyor olsa da ben "trans" kavramı için de geçerli buluyorum.
- Transların gündelik hayatlarında yaşadıklarından hareketle şiddeti kitabında illaki fiziksel ya da psikolojik gibi kategorilere ayırmadan, başka bir tarifle ele alıyorsun; dolaşımda olan ve yakınlıklar kuran bir toplumsal birim (social currency) olarak. Anlamamız için bu tarifini açar mısın? Bu açıdan bakınca şiddetin göz ardı edilen hangi hâlleri görünürleşiyor?
Şiddeti üretken ve şekillendirici bir toplumsal ilişki biçimi olarak görüyorum. Şiddetin toplumsal dünyası üzerine yazan Veena Das, Deborah Poole, Saidiya Hartman, Hortense Spillers ve Allen Feldman gibi düşünürlerden beslenerek geliştirdiğim bir şiddet analizi yapıyorum. Şiddeti insanların gündelik varoluşlarının bir parçası, bir koşulu olarak görüyorum. Dolayısıyla sürekli dolaşımda olan ilişkisel bir dinamik. Antropolog Veena Das, şiddetin toplumsal yaşamı ve gündelik yaşamın mahrem alanlarıyla ilişkisi üzerine kapsamlı olarak düşünen akademisyenlerden birisi. Das, şiddeti sıradan olanın alanı içerisine yerleşmiş, dokunaçlarıyla gündelik hayata tutunmuş bir ilişki olarak kavramsallaştırıyor. Yani şiddeti anlamak için illa kriz yaratan ya da gündelik hayatı askıya alan olağanüstü bir olayla karşılaşmak zorunda değiliz. Şiddet olayı dediğimiz şey aslında gündelik hayatın dokusuna içkindir, onu ilmek ilmek örer. Trans hayatlarının gündeliğini tam da böyle bir şiddet kavramsallaştırması üzerinden anlamamız gerekiyor diye düşünüyorum. Olağanüstü şiddet biçimlerinin gündelik hayat rutinlerinin içerisine gömüldüğü, sıradanlaştığı, süreklileştiği ve dolayısıyla normalleştiği bir trans karşıtı dünya işleyişinden bahsediyorum.
İkinci soruya gelirsek; trans hayatların şiddetle şekillenen gündelik koşulları, aynı zamanda direnişin, örgütlenmenin ve güçlenmenin koşullarını oluşturuyor. Trans gündelik yaşamı yalnızca mağduriyet, nesneleştirme ve acı çekmeyi değil, aynı zamanda şiddetin translar tarafından yaratıcı bir hammaddeye dönüştürüldüğü ve alternatif dünyaların kurulduğu bir alanı içeriyor. Translar alternatif yakınlık ilişkileri, seçilmiş aile bağları, dayanışma ağları, hayatta kalma yolları ve birbirini koruma ve kollama pratikleri oluşturuyorlar. Mesela, aileleri tarafından terk edilen arkadaşlarına sahip çıkıp onların bakım ve ihtiyaçlarını karşılamak için dayanışma ağları kurabiliyorlar. Ailelerin reddettiği trans cenazeler translar tarafından sahiplenilip gerekli törenler düzenlenebiliyor. Örgütlenme ve toplanma alanlarıyla kolektif ev ilişkisi kurabiliyorlar. Şehir dokusunun dönüşümünde aktif olarak rol alıyorlar. Devlet şiddetiyle başa çıkmak için taktikler icat edip, polisi yeni baskı ve yönetim biçimleri oluşturmak zorunda bırakıyorlar. Nefret suçları, kadın cinayetleri, polis şiddeti, işkence ve cinsiyet uyumlama süreci üzerindeki devlet kontrolüne karşı harekete geçme ve örgütlenme konusunda çok değerli siyasi birikimlere sahipler. Transların gündelik yaşamı aynı zamanda partilerin, gösterilerin, pikniklerin, yemeklerin ve meyhane gecelerinin neşe, sevgi, coşku ve başka yakınlık bağlarını ortaya çıkarıp pekiştirdiği anları da içeriyor. Bu anlar ve ortamlar, lubunyaların toplumsal dönüşümün duygusal ve kolektif biçimlerini hayal edip eyleme geçirdikleri güzelliklere sadece birer örnek. Dolayısıyla şiddet ve yakınlık/temas ilişkisini beraber düşünerek her ikisinin de birbirini nasıl oluşturduğuna, birbirine ne kadar içkin olduğuna bakıyorum ve böylece yakınlık kavramının kendisini yeniden düşünmeye teşvik ediyorum.
- Şiddet ve yakınlık ilişkisinden doğanlar, etkilenenler arasında eğlenceden de bahsediyorsun ve sahne bu eğlencelerin en kamusal görünümlerinden biri. Fakat, bildiklerim arasında yer alan Dudakların Cengi, Florence Konstantina Delight, Babykilla, Kübra Uzun ve Akış Ka'nın yaptıkları gibi çeşitli queer performansların sıklıkları ve alanları geçmişe kıyasla seyrelme izlenimi veriyor. Sen bu gözlemi paylaşıyor musun? Evetse, neye bağlıyorsun?
Şehrin yeraltı dünyasında çok şey yaşanıyor elbet. Drag gösterileri, dans partileri, dayanışma geceleri, ev toplaşmaları, film gösterimleri, sanat ve kitap etkinlikleri vs. Her şeye rağmen bunları organize etmeye devam etmek için müthiş bir mücadele var. Bu mücadeleyi besleyen en önemli alanlardan biri de sosyal medya ve dijital yayın dünyası. Yaratıcılığını ve aklını kullanarak kendine alan açmış ya da örgütlenme faaliyetine girişmiş bir sürü lubunya var. Eğlence dünyasında ise dediğin gibi maalesef bir daralma var. Bunun hem yaşanan ekonomik krizle hem de yükselen LGBTİ+ karşıtı faşist süreçlerle çok ilgisi var. Son yıllarda birçok lubunya yurtdışına göç etmek zorunda kaldı. Bu lubunyalar arasında bahsettiğin sanatçılardan bazıları da var.
- Anlattığın şiddet ve yakınlık ilişkisinden yola çıkarak özgün olarak önerdiğin ve kitabın başlığına taşıdığın "şedit yakınlıklar" kavramını, bir mekânla, bu ay bir kez daha mühürlenen Bayram Sokak'la anlatman mümkün mü? Bayrak Sokak'taki evler translar için ne ifade ediyor, diğer semtlerdeki evlerden farkı ne? Ve sokakları onlara kapatıldıkça trans seks işçileri nerelere gidiyor?
İstanbul'un tarihine baktığımıza Beyoğlu içerisinde birkaç sokak Osmanlı'nın son döneminden beri seks işçiliği için özel bir anlam taşıyor. Bunlar Abanoz, Ziba ve Bayram sokakları ve son dönemdeki bazı tarihsel araştırmalara da konu oldular. Artık Abanoz ve Ziba yok. Karaköy genelevi de kapanınca geriye sadece Bayram Sokak kaldı. Bu sokak yüzyılı aşkın süredir cinsiyet ve cinselliğin aşkın hâllerinin mekânsal kaydını tuttu ve tutmaya da devam ediyor. O yüzden Bayram Sokak hem koskoca bir seks işçiliği arşivi hem de toplumdan cinsiyet kimliği ve cinselliği yüzünden dışlanmış lubunyaların kendilerine yuva olarak inşa ettikleri bir yer. Mühürlenene kadar kızlar burada hem çalışıyor hem yaşıyorlardı. Bir arada yaşayarak çalışabilmenin getirdiği dayanışma ve güvenlik ihtiyacını başka bir semtte bulmak o kadar kolay olmayabilir.
Bu nedenle de Beyoğlu'nun tarihi aynı zamanda seks işçiliğinin, lubunyalığın ve queerliğin tarihi. Bu tarih bir yandan sürekli yerinden edilmekle şekillendi. Özellikle devlet, egemen cinsel ahlakı bahane edip transları polis şiddetiyle defalarca yerinden ederek kentsel dönüşüm projelerinin ve neoliberal sermayenin önünü sürekli açtı. Öte yandan, defalarca şiddetli yıkıma ve amansız sürgüne maruz kalmalarına rağmen, trans kadınlar kentin dokusunda kendilerine sürekli yer açabildiler. Yani yerinden edilme süreçleri yeni yer inşa etme süreçlerini doğurdu. Bu, tam da "şedit yakınlıklar" kavramını şehir coğrafyası ve mekân üzerinden anlamak için önemli. Henri Lefebvre'den bildiğimiz gibi, mekânlar ve özneler karşılıklı olarak birbirini oluşturur ve şekillendirir. Cinsellik ve toplumsal cinsiyet de bu dinamiğin bir parçası. Translar İstanbul'un coğrafyasını şekillendirmekte başat aktörlerden biri. Kent içi hareketlilikleri, oluşturdukları yeni mekânlar, tuttukları köşeler, şehre dair ördükleri alternatif haritalarla İstanbul'u aktif bir şekilde durmadan inşa ediyorlar. Kitapta bundan "trans coğrafyası" diye bahsediyorum. Ancak bu trans coğrafyası ayrı, izole bir coğrafya değil; belirli sokaklar, ortak evler, odalar, oteller, merkezler, kuaförler, kafeler, barlar ve kulüpler gibi güvenli mekânlardan oluşan bir kırkyama. Bayram Sokak, tam da bu haritanın göbeğinde olan bir sokak. Zamanın Ülker Sokağı gibi.
- Ülker Sokak'a baskınlar olduğunda ve oradan uzaklaştırıldığında trans seks işçileri sana E-5'e çıkmak zorunda kaldıklarını anlatıyorlar. Türkiye'de ev işletme veya 'pezevenklik' yasak ama seks işçiliği suç değilken devlet bu işçiliğin bugün nerede gerçekleşmesini salık veriyor sence?
Devlet şu an seks işçileri için güvenli alan sağlamak derdinde değil ve hiç de olmadı aslında. Yakın zamana kadar açık olan Karaköy genelevinde dahi derdi kendi kâr mekanizmalarını, cis-hetero erkek vatandaşlarıyla kurduğu ittifakını ve cinsel iktidarını pekiştirmekti. Bunu ilk kitabım, İktidarın Mahremiyeti'nde uzun uzun tartıştım. Şimdi ise şehrin merkezi semtlerinin muhafazakâr ve otoriter neoliberal süreçlerle vahşice el değiştirip yeni sahiplerine devredildiği bir dönemden geçiyoruz. Küresel kapitalist süreçler metropollerin merkezinde yer alan semtlerin değerini fahiş oranlarda artırdı. Bu bölgeler alt ve alternatif kültürlerin büyük bir kıyıma uğradığı süreçlerden geçiyor, bir sürü toplumsal grup yerinden ediliyor. Değeri iyice artan bu bölgelerde seks işçileri ve lubunyaların görünmeleri istenmiyor. Kızların çoğu İstanbul'un çeperindeki semtlere kaymak ve oralarda çalışmak zorunda bırakıldı.
- Türkiye'de yakınlık büyük ölçüde kan bağı ile ölçülürken mevzu translar olduğunda yakınlığın ölçütünü soy bağından çıkarma nedenlerinden biri; sadece devletin değil, aksi örnekler olsa da çoğunlukla ailenin de translara yönelik şiddet üretmesi. Kitabında bunun ölüm sonrasında da devam edebildiğini anlatıyorsun. Aileler, çoğu zaman eceliyle değil, nefret dolayısıyla öldürülmüş trans çocuklarıyla nasıl vedalaşıyor? Örneğin, 2016'da Harbiye'de bir arabaya bindikten sonra katledilen trans kadın Hande Kader, ailesi ve arkadaşları olmasına rağmen, neden kimsesizler mezarlığına gömüldü?
Bunun elbette tek bir cevabı yok. Yani ölen trans çocuğuyla farklı şekillerde vedalaşan ve çocuğuna cenaze düzenleyen aileler var. Ama öte yandan cenazesi ailesi tarafından reddedilen trans çocukların ya da cenazeyi çocuklarının doğumda atanmış cinsiyetine göre düzenlemekte ısrar eden ailelerin hikâyeleri de epey yaygın. Hem kanunlar hem de dinî hükümler ölü bedene olan hakkı öncelikle ailesine ve cenazeyle kan bağı olan kişilere teslim ediyor. Yani ölü beden üzerine nihai söz söylemek hetero-ataerkil aileye ait. Devlet, din ve aile arasında kurulan bir yakınlık ittifakı var ve bu ittifak Medeni Kanun yoluyla sabitlenmiş durumda. Tam da bu ittifakın kendisi transları ölüm esnasında bir kez daha öldürebiliyor. "Şedit yakınlıklar" kavramıyla tartıştığım meselelerden biri de bu öldüren yakınlık ittifakı. Hayatını kan bağı ailesi tarafından reddedilmiş olarak yaşamak zorunda kalan translar ölüm esnasında da terk edilebiliyor.
Öte yandan lubunyaların elbette seçilmiş aileleri, başka yakınlık bağları, toplumsal grupları ve dayanışma ve mücadele ağları var. Türkiye LGBTİ+ tarihinde lubunyalar trans cenazelerine defalarca sahip çıkıp toplumun kan bağı ailesinden beklediği rolleri kendileri gerçekleştirdiler. Fakat cenazelere sahip çıkmak her zaman o kadar kolay olmuyor. Kan bağı ailesinin lubunyalara engel olduğu durumlar da yaşandı. Devletten çocuklarının kimsesizler mezarlığına gömülmesini isteyen aileler oldu. Egemen yakınlık ilişkileri sadece kan bağı üzerinden tanımlandığı için, toplumsal grup aidiyetlerine veya sevgililik, arkadaşlık, yoldaşlık gibi başka yakınlık biçimlerine yasal haklar tanınmadığı için ailesi tarafından 'namus' uğruna katledilen kadınların ve lubunyaların cenazeleri sahipsiz kalıp kimsesizleştirilebiliyor.
Ailenin izin verdiği durumlarda ise dinî otoriteler ve devlet yetkilileri transların arkadaş ve yoldaşlarına cinsiyet kimliği konusunda sorun çıkarabiliyor. Mesela trans bir kadını erkek ya da trans bir erkeği kadın olarak gömmekte ve cenaze merasimini ona uygun düzenlemekte ısrar edebiliyor. Dolayısıyla ölüm ve yasın kendisi bir mücadele alanına dönüşüyor. Yine aynı şekilde kan bağı ailesinden veya akraba çevresinden yakınını kaybetmiş bir lubunya, aile evinden ve kolektif yas süreçlerinden dışlanabiliyor. Kaybının haberini alması bazen ayları, hatta yılları bile bulabiliyor. Yani sadece yası tutulamayan lubunyalar değil, yas tutma hakkı elinden alınan lubunyalar da var.
- Ailelerin bu şiddet seviyesinde inkâr tepkisi vermesinin zemininde olan "borç" ilişkisi ne?
Borç tartışması aslında Sara Ahmed'e ait. Ben onun kavramını ödünç alıp biraz daha genişlettim. Aile kendi bünyesindeki hayatları, bedenleri ve arzuları üretmeye ve düzenlemeye yönelik kurallarla bezeli bir kurum. Aile, hem maddi hem de sembolik olarak farklı beden ve arzular arasında sınırlar çizerek, kendi üyeleri için ailenin içine ve dışına dair sınırlar üretir ve bunlar üzerinden aile bireyleri üzerinde egemenlik kurar. Ahmed Queer Phenomenology kitabında hetero aileye mensup olabilmenin koşulunun ailenin arzu çizgisini takip etmeyi gerektirdiğini, yani bu ailedeki bir mensubun "karşı" cinsin bedenini arzulayan bir çizgiyi benimsemeyi gerektirdiğini tartışır. Bu aile çizgisinden sapmamak aynı zamanda aile sevgisinin de koşulunu oluşturur. Dolayısıyla, bir çocuk hetero-üremeye yönelik bir gelecek arzusu ve yönelimini içselleştirmediğinde, ailenin sağladığı maddi ve manevi kaynakları riske atmış olur. Yani çocuk aileye bu arzuyu ve yönelimi borçlu hale gelir. Çalışmamda bu borcun sadece cinsel yönelim değil, cinsiyet kimliği de olduğunu vurguluyorum. Başka bir deyişle, pek çok aile, çocuklarının sadece hetero-arzuyu değil, aynı zamanda cis cinsiyeti de miras olarak almalarını ve benliklerinin bir parçası haline getirmelerini şart koşar. Ailelerin saygı duyulan, sevilen ve önemsenen bireyleri olabilmek için ailelerine cis'liği borçludurlar.
- Geçerli vasiyet olmadığında Türkiye'de miras soy bağına bağlı işlediği için: Çocuklarını cinsiyet kimliklerinden dolayı reddeden ailelerin onlardan gelen mirası da reddettiklerini varsayabilir miyiz?
Aksine, aileler bu mirasa el koymakta çekince göstermeyebiliyor. Bu da aile kurumunun ikiyüzlülüğünü gösteren tavırlardan bir tanesi zaten. Ayrıca vasiyet olsa dahi, bunun bir kısmı hukuki olarak yine kan bağı mensuplarına aktarılıyor. Kan bağındaki yakınlık derecesine göre bu kararlar da çetrefilleşiyor.
- Transların birikimlerine çoğunlukla onları reddeden aileleri el koyuyorsa cenaze trans dostları tarafından düzenlediğinde sürecin maddi yükü nasıl karşılanıyor? Bunu şu nedenle soruyorum: Bazıları için 'ölüm'le 'sektör' kelimelerini yan yana getirmek fazla gelse de aslında bir ölüm endüstrisi var. Örneğin, SunLife şirketinin sağladığı verilere göre, 2023'te İngiltere'de ölmenin bedeli 9 bin 200 pound. Türkiye'de böyle bir veri yok, cenaze hizmetleri de daha sınırlı ama cinsiyetlere göre değişen kefenler tam takım olarak internette ortalama bin liradan satılıyor; mezar taşı ve mezar yeri ile birlikte düşünüldüğünde Türkiye'de de ölmek ucuz değil. Bu kadar sık ölümün yaşandığı trans camiada bu yük nasıl karşılıyor?
Türkiye'deki cenazeler İngiltere ve Amerika'da olduğu gibi henüz özel şirketlere teslim edilmiş değil. Mesela belediyeler hâlâ cenaze yıkama ve mezarlığa transfer etme hizmetlerini ücretsiz karşılıyorlar. Fakat dediğin gibi kefen parası, mezar yeri ve taşı ciddi bir endüstri. Özellikle İstanbul'da Zincirlikuyu, Aşiyan, Eyüp Sultan ve Karacaahmet mezarlıklarında ne yer bulmak ne de yer satın almak kolay. Bütçeye daha uygun mezar yerleri genelde Kilyos Mezarlığı'nda bulunabiliyor. Benim parçası olduğum lubunya cenazelerinde para toplandı, gerekli masrafları karşılamak için dayanışma kampanyaları düzenlendi. Maddi desteğin olmadığı ve ailenin cenazeyi reddettiği durumlarda ise cenazeler ne yazık ki kimsesizler mezarlığına gömülüyor. Bu noktada belediye müdahil olup kefeni ve mezar yerini karşılıyor ama ismi bilinse dahi mezar taşı yaptırmıyor. Onun için maddi kaynak lazım.
- Translar için cenaze namazı kıldırırken değişmemiş kimliği esas alarak "merhume" ya da "er kişi" demekte ısrar etmeyen din görevlisi bulmanın cenaze sürecinde esaslı bir uğraş olduğunu not düşüyorsun. Cenaze hizmetleri belediyelere ait olduğu için soracağım, ölüye kimlik ayrımcılığı yapmadan saygı duyan görevli bulmak Ekrem İmamoğlu'nun belediye başkanlığı döneminde iyileşti mi yoksa aynı mı kaldı? Çalışman bu dönemi kapsamıyor ama varsa duyumların hangi yönde?
Hiçbir fikrim yok çünkü İmamoğlu'nun belediye başkanı olduğundan beri hiçbir cenazeye katılamadım. Ama hâlâ kimsesizler mezarlığına gömülen trans kadın cenazelerinin haberlerini hepimiz görüyoruz.
- Bu çift cinsiyetli cenaze düzeni içinde intersekslerin ölü bedenleri neler yaşıyor?
İntersekslerle birebir konuşmasam da bu memlekette interseks olarak yaşamanın ve ölmenin zorlukları üzerine daha fazla konuşmamız ve bu alanda daha fazla mücadele etmemiz gerekiyor. İnterseksler de hem yaşamın hem de ölüm ve cenaze sürecinin dayattığı ikili cinsiyet ve cinsellik rejiminden paylarını alıyor ve büyük bedeller ödüyor. Yine belirtmek isterim ki, eğer aile interseks çocuğunu desteklemiyorsa ve ölen kişinin cenazesini sahiplenecek bir dayanışma ağı veya grubu yoksa o zaman devletin kimliğe işlemiş olduğu ve doğumda atanmış cinsiyete göre cenaze işlemleri yapılıyor.
- Translar, ailelerinin onlara yaşatabilecekleri olasılıkları, sürekli dönüşen polis şiddetini ve hukuki ayrımcılık dahil kurumsal şiddeti göze alarak hukuk ve tıbbın iç içe geçtiği cinsiyet uyum sürecine giriyorlar. Türkiye'de tıp bu noktada transları nasıl karşılıyor? Uyum sürecinin yasal olarak gerektirdiği doktor raporunu vermek için onlardan neler bekleniyor? Ve bu alan, penisiyle sorun yaşamayan bir trans kadına veya erkekleri arzulayan bir trans erkeğe ne kadar açık?
Önce Türkiye'deki tıp bilimi genel olarak translığı nasıl tanımlıyor ve düzenliyor, onu anlatayım. Türkiye'de "transseksüelliğin" tıbbi bir kategori olarak yasalaşması 1988 yılına uzanıyor. Bülent Ersoy pembe kimlik kartını almak için yedi yıl boyunca verdiği hukuk mücadelesini nihayet kazanınca "transseksüellik" yasaya resmî olarak girmiş oldu. Ama onun öncesinde özellikle İngiltere, Almanya ve İsveç gibi Avrupa ülkelerindeki adli tıp ortamlarında üretilen bilgi ve yöntemler Türkiye'de tıp ortamının translığa yaklaşımını ciddi biçimde şekillendirdi. Bu süreçleri kitapta ayrıntılarıyla anlattım.
AK Parti 2002'de iktidara gelir gelmez Türk Medeni Kanunu'nda bazı değişiklikler yaptı ve bu kapsamda cinsiyet uyumlama sürecine dair olan 40. maddeyi de değiştirdi. Bu değişimden önce transların ameliyat yaptırmak için resmî bir rapora ihtiyaçları yoktu, ancak şimdi özellikle psikiyatri ve psikolojinin gözetiminde 1,5-2 sene grup terapisinden geçerek alınan kapsamlı bir sağlık raporu gerekiyor. Bu rapor, "cinsiyet değişikliğinin" kişinin ruh sağlığı için gerekli olduğunu kanıtlamalı. Kişi ancak bu raporu mahkemeye sunarak ameliyat için izin isteyebiliyor. Kişi mahkemeye çıktığında evli olmamalı ve çocuk sahibi olmamalı. Zorunlu kısırlaştırılma diye de bir düzenleme vardı fakat bu durumun kişinin insan haklarına aykırı olduğu gerekçesiyle Edirne yerel mahkemesinde başlatılan bir dava sonucu 2018'de bu zorunluluk resmî olarak kaldırıldı.
"Cinsel organ ameliyatı" ve kimlik değişimi arasındaki zorunlu ilişki ise çetrefil bir mesele. Trans kadın ve trans erkeklerin resmî kimliklerini değiştirme süreci bu anlamda farklılaşabiliyor. Mesela kadınlar vajinoplasti ameliyatı olmadan ve bu vajina belirli kriterleri karşılamadan resmi kimliklerini kadın olarak değiştiremiyorlar. Falloplasti, yani penis yapma operasyonu ise tıp alanındaki en karmaşık ameliyatlardan biri. Bazı hâkimlerin inisiyatiflerini kullanarak bu ameliyatı olmayan trans erkeklerin erkek kimliğini almalarına izin verdiğine dair duyumlar var. Kitapta bir bölüm tamamen bu tıbbi süreçlerle ilgili.
Transların hemcinslerine duyduğu arzu babında ise, tıp alanı bu konuda kendini benim araştırma yaptığım döneme göre çok daha fazla eğitmiş durumda. Mesela önceden trans bir erkeğin translığını psikolojik olarak kanıtlaması için kadınlara ilgi duyduğunu göstermesi gerekebiliyordu. Yani trans birisi ancak heteroseksüel olabilir anlayışı hakimdi. Ama bu algı da artık değişiyor. LGBTİ+ siyaseti sayesinde artık hem queer hem de trans olmak tıp alanındaki kişilere de yabancı gelmemeye başladı.
- Geçen sene muhafazakâr medya içinden bazı yazarlar, trans ergenlere dair tıbbî araştırmalarını çarpıttıkları bazı doktorları hedef yaptı ve onları "çocukların cinsiyetlerini değiştirmek"le suçladı. Baskıyı takiben ÇAPA rektörlük kararıyla ergenlere endokrin desteği vermeme kararı aldı. Kamu hizmetindeki bu geri çekilmeler nedeniyle sadece özelde ilerleyen süreçler sence yakın gelecekte nelere sebep olabilir?
Bu düzenlemenin ergenleri ve onların sağlığını önemsemekle alakası yok. Aksine çok fazla zarara yol açacak bir uygulama. Öncelikle sınıfsal bir ayrımcılık yaratacak ve özel kliniklerde ya da yurtdışında bu tedaviyi görme imkânı olan trans çocuklar ve yoksul trans çocuklar arasında büyük bir uçuruma neden olacak. Daha önemli bir nokta ise hormon terapisi gören tek ergen grubunun translar olmadığı. Erken ergenlik teşhisi konulan veya regl düzensizlikleri yaşayan bir sürü ergen cis kız çocuğu rahatlıkla hormon tedavisi görebiliyor. Ya da büyümenin sona ermesini geciktirmek için ergenlikleri durdurulan kısa boylu cis çocuklar var. Bu çocuklar trans değil, cis oldukları için bedenlerine yapılan hormon müdahalesi normal ve gerekli bir tedavi yöntemi olarak görülüyor. Yine interseks çocuklar ve ergenler hormon tedavisi görmeleri için teşvik ediliyor.
Burada amaç çocukların bedenleri ikili cinsiyet rejiminin sınırlarına ve dışlama mekanizmalarına karşı çıksa bile amaç, bu ikili cinsiyet rejimi tekrar tekrar kurmak ve güçlendirmek. Trans ergenler bu rejimden en çok şiddet gören çocuklar. Trans ergenlerin kendi beden ve cinsiyetleriyle ilgili deneyim, bilgi ve hissiyatları sürekli yetişkinlerin inceleme, test etme ve yargı verme süreçlerine tabi kılınıyor. Ergenlik süreci cis çocuklar için bile zaten sıkıntılı bir süreçken ve bedenleri büyük değişim ve dönüşümlerden geçerken, bu durumu kendinizi trans bir çocuğun yerine koyarak düşünün. Misal, kendini erkek olarak tanımlayan ve atanmış cinsiyeti kız olan bir trans ergeni düşünelim. Bu çocuk memeleri büyümeye, vücudu toplumca kadınsı olarak algılanan bir forma kavuşmaya başladığı zaman psikolojik olarak nasıl bir savaş verecek? Bu psikolojik savaştan çıkamayan, intiharın eşiğine gelen ya da intihar eden çocuklar var. Hormonlar bazı çocukların hayatlarını kolaylaştırıp, hatta kurtaracakken, dünyayı bu çocuklara dar etmek, onları yok etmeye çalışmak büyük bir zulüm. Uyumlama sürecine erişkinlik döneminde giren birçok trans öznenin yaşadığı belirli sıkıntılar uyumlama süreçleri daha erken başlasaydı önlenebilirdi. Çocukların ve ergenlerin sözlerine kulak vermek zorundayız, onlara destek olarak hareket etmeliyiz. Trans çocukların ergenlik deneyimini onlardan çalmaya hakkımız yok.
- Kapatmadan: Konuştuklarımız dışında daha pek çok konuyu etraflıca incelediğin kitabında LGBTİ+ olmayan toplum üyeleri transların gündelik hayatında sadece müşteri, devlet çalışanı, profesyonel veya komşu olarak çıkıyor. Translar ile ilişki içinde olan bir toplum olamamanın başat sorumlusu iktidarlar olsa da transfobi, bu iktidarların mağdurları tarafından da paylaşılan bir tutum. Bunu kırabilen veya kalıcı olarak kırmaya çalışan gruplar sence bugün hangileri?
Bazı feministler, bazı solcular, bazı anarşistler, bazı vejetaryen ve veganlar, Kürt hareketindeki bazı muhalifler, bazı mülteciler ve azınlıklaştırılan bazı Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Yahudiler ve Araplar… "Bazı…, bazı…" diye gidiyorum ama başka türlü ifade etmek zor benim için çünkü her ezilen kesimin ve direniş gösteren siyasi yapılanmanın içinde belirli sayıda muhalif transfobiyi ciddiye alıp buna karşı mücadele ediyor. Bu yapıların içerisinde trans karşıtlığının çok etkili bir biçimde bazen açıkça, bazense sinsice işlediğini görüyorum. Bu durumdan bazı LGBİ+ grupları da azade değil. Bu gruplar içerisinde kendini özellikle trans kadınlardan ayrıştırmak isteyip daha homonormatif ve trans karşıtı bir yaklaşımla hareket eden çok fazla eşcinsel de var. Bunu da unutmamak lazım.
[1] Parantez içindeki terim açıklamaları KaosGL Derneği'nin 2021'de hazırladığı "LGBTİ+ Temel Kavramlar Atölye Kolaylaştırıcı Kılavuzu"ndan özetlenerek alınmıştır.
Hazal Özvarış kimdir? Hazal Özvarış 1986 İstanbul doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden mezun oldu. T24 internet gazetesinde editör olarak başladığı gazeteciliğe, haftalık söyleşilerle devam etti, yazı işleri müdürlüğü yaptı. Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün kurucu üyeleri arasında yer aldı. İsveç Enstitüsü bursiyeri olarak yüksek lisansını Göteborg Üniversitesi'nde siyaset bilimi alanında tamamladıktan sonra Anadolu Kültür'de çalışmaya başladı ve Adalet Atlası podcast projesinin yürütücülüğünü yaptı. Projeyle aynı ismi taşıyan ve İletişim Yayınları'dan 2023'te çıkan Adalet Atlası'nın yanı sıra T24'te yaptığı medya söyleşilerini kapsayan Kayıp Medyanın İzinde: 2012-2018 adlı bir kitabı (P24 Medya Kitaplığı, 2018) yayımlandı. |
Çevik, Adana Altın Koza Film Festivali'nde finale kalan filmi "Hiçbir Şey Yerinde Değil"i anlatırken, "Seyirciye gözlük vermedim, şiddetin gözünün içine bakmak dönüştürücü olabilir” diyor
Prof. Dr. Meltem Ahıska anlatıyor: Radyoda sesin yarattığı bir şimdi-sellik var; sözü edilen herkesin “millet” olduğu varsayımı hâlen çok güçlü
Greenpeace Türkiye/Akdeniz'in eski direktörü Ersin Tek anlatıyor: Dergi abonelerinden Greenpeace İsrail ile birlikteliği saklamamız doğru değildi… Greenpeace Türkiye soykırıma sessiz kalan İsrail ofisi ile ortaklığını sonlandırmalı
© Tüm hakları saklıdır.