31 Temmuz 2024

Erken Cumhuriyet’ten cezalandırılan Açık Radyo’ya: Türkiye radyoculuğu hakikati nasıl dışladı?

Prof. Dr. Meltem Ahıska anlatıyor: Radyoda sesin yarattığı bir şimdi-sellik var; sözü edilen herkesin “millet” olduğu varsayımı hâlen çok güçlü

Radyo dergisi, arka kapak, 15 Şubat 1942 / Meltem Ahıska’nın ‘Radyonun Sihirli Kapısı’ kitabından

Alo alo muhterem samiîn! Burası İstanbul telsiz telefonu…

6 Mayıs 1927’de kurulan İstanbul Radyosu yayına Sirkeci’deki Postane binasının bodrumundan dinleyicilere böyle seslenerek başladı. Yayını binanın dışına kurulan hoparlörlerle duyurmaya çalışan radyo, başta özel bir şirket tarafından işletilirken Atatürk’ün radyoya önem verme çağrısı ardından şirketin kontratı yenilenmedi ve radyo millileştirildi. Devletleştirmeye uygun olarak merkezi Ankara’ya taşınan radyo, yayına başladığı 1938’den 1994’e kadar devlet tekelinde kaldı.

50 yılı aşkın yayın tekeli ilk defa 1990’ların başında fiili girişimlerle delinmeye başlandı. Korsan yayınlara karşı hükümet 1993’te radyo yayınlarının durdurulmasına karar verince sürücülerin arabalarının antenlerine siyah kurdele bağlayarak başlattıkları protesto işe yaradı ve RTÜK’ün (Radyo ve Televizyon Üst Kurulu) kurulmasıyla birlikte ticari radyo yayıncılığı resmen başladı. Böylece Türkiye’de devlet kontrolünde en uzun süre kalan kitle iletişim aracı unvanını alan radyo, yeni kanallara açıldı.

Bu süreçte gündeme seslenerekÖzel değil, özgür sloganıyla yola çıkan Açık Radyo da 1995’te kolektif bir girişim tarafından İstanbul ve çevresinde yayın yapan bölgesel bir istasyon olarak kuruldu. Ve aradan geçen 29 yılda topluluk radyoculuğunu Türkiye’ye tanıtan Açık Radyo, sadece desteklere dayanan ekonomik yapısıyla değil, dinleyicilerini içermesi ve yayını dolduran programların çeşitliliği ve niteliği ile de Türkiye’deki radyo yayıncılığında müstesna bir alan açtı.

Ancak 24 Nisan 2024’te radyonun kurucularından Ömer Madra’nın Özdeş Özbay’la birlikte sunduğu günlük haber programı Açık Gazete’de düzenli bir yorumcunun “Ermeni soykırımı” ifadesi kullanılması nedeniyle program durdurma cezası aldı. Cezayı verirken 1915’te ne olduğuna dair yaptığı detaylı açıklamayla Dışişleri Bakanlığı’nın resmî açıklamasıyla çelişen ve “tehcir” için Almanları işaret eden RTÜK’ün, “program durdurma kararının öngörülen sürede uygulanmadığı” gerekçesiyle peşi sıra verdiği “lisans iptali” kararı, Açık Radyo için zor bulunan frekansın kaybedilme riskini beraberinde getirdi. Buna karşı hem radyo içinde hem radyoya destek için temmuz ayı boyunca yapılan tüm yayınlar bu yönde karar çıkana kadar yürütmenin durdurulmasına odaklandı. Yayıncılar cezaya konu olan ifadeyi kullanmamaya özen gösterirken 1915’in, en çok Hrant Dink cinayeti ardından girdiği ifade özgürlüğü kapsamından bugün çıkıyor olması bu aciliyetin gölgesinde kaldı.

Konuyu es geçmemek ve daha geniş bir açıdan ele almak için sosyolog Prof. Dr. Meltem Ahıska’ya ulaştık. Metis Yayınları’ndan 2005’te çıkan Radyonun Sihirli Kapısı: Garbiyatçılık ve Politik Öznellik kitabına bugünden bakmayı kabul eden Ahıska ile şu soruların yanıtlarını aradık:

Özel yayıncılık serüveni, devlet tekelindeki ömrünün yarısını henüz aşmışken gelen bu karar radyoculuk geleneğinde ne anlam ifade ediyor? Radyo kurulurken Türkiye’de nasıl örgütlendi? İstanbul ve Ankara arasında, yayıncılar ile dinleyiciler arasında nasıl ilişkiler kuruldu? Milli ses kimin sesi oldu? Yayınlarda nelere öncelik verildi, radyo haberciliğinde neler elendi? Özelleşmeyle birlikte milli ses nasıl dönüştü? Radyo, hakikatle ilişki açısından AKP’lilerle erken Cumhuriyet dönemi seçkinleri arasında nasıl benzerliklere işaret ediyor? 1915’i “soykırım” olarak anmak neden yeniden sakıncalı oldu?

Radyonun Sihirli Kapısı dışında yazdığı ve derlediği çeşitli kitabı bulunan Ahıska, Westminster Üniversitesi'nde iletişim alanında yüksek lisans derecesini aldıktan sonra, Londra Üniversitesi Goldsmiths College'da sosyoloji doktorasını tamamladı. Uzun yıllar sürdürdüğü Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’ndeki öğretim üyeliği görevini 2023’te bırakana kadar toplumsal hafıza, garbiyatçılık, estetik ve politika, toplumsal cinsiyet ve milliyetçilik başta olmak üzere pek çok konuya akademik olarak eğildi. Ayrıca şiir ve deneme kitapları kaleme aldı, Akıntıya Karşı, Zemin, Defter, Pazartesi dergilerinin kuruluşunda ve yayın kolektiflerinde bulundu. Bugün de Red-Thread dergisinin yayın kolektifi ve Critical Times dergisinin yayın danışma kurulu üyesi.

Yazılı ilerleyen söyleşide Meltem Ahıska’nın T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

Farklı iletişim araçları nasıl kitleler yaratıyor; radyo neden hâlâ ‘tehdit’?

- Yazılı medya büyük ölçüde gözden düşmüş ve kitlesel iletişime internet ve televizyon egemenken sizce neden hâlâ radyoyu konuşuyoruz; siyasetin gözünde bu aracın önemi eskinin bakiyesi mi yoksa güncel rejimin kısıtlamalarda sınır genişletme hamlesi mi?  

Farklı iletişim kanallarının yarattığı farklı toplumsal ilişkilenme ve iletişim modelleri var. Örneğin, internetin özgürleştirici bir yeni kamusal ortam yaratıp yaratmadığı bugün çok tartışılan bir konu. Kimilerine göre internet ve onun dolayımıyla şekillenen sosyal medya dünyası resmî kanalların ötesinde yeni ve alternatif iletişim imkânları sağlıyor. Elbette internet üzerinde büyük bir sansür ve kısıtlama çabası var. Öte yandan internetin alternatifliği konusunda tam tersini iddia eden argümanlar var; Jonathan Crary’nin, Türkçede de yayımlanan Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken: Dijital Çağdan Kapitalizm-Sonrası Dünyaya adlı kitabı geliyor aklıma, internetin yeryüzünü yok eden kapitalizm projesiyle tümüyle iç içe geçtiğini, toplumsallığı tahrip edici etkilere sahip olduğunu tartışıyor. Bu tartışmada taraf almanın ötesinde, her “iletişim ortamı”nın sırtını dayadığı ve sınırlandığı tarihsel-toplumsal ve politik çerçeveleri sorgulamak önemli geliyor bana. Farklı iletişim kanallarıyla yaratılan farklı zamansallık ve öznellik modelleri var. Örneğin, tarihsel olarak gazete her güne yeniden başlamak konusunda eşzamanlı bir ritim yaratıyor, Benedict Anderson’un ulusun hayal edilmesinde saydığı başat faktörlerden biri. Televizyon görüntüye dayanmakla birlikte sesin alıp sürüklediği bir akış, günü farklı zamanlara bölüyor ve esasen insanları eve kapatıyor. Sosyal medya, kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar “bireyler” arası zamansız bir iletişim simülasyonu yaratıyor. Radyoda ise sesin yarattığı bir şimdi-sellik var. Herkesin aynı anda duyduğu varsayılan, hayal gücünü tetikleyen bir ses: “şimdi ve burada”. Sözü edilen herkesin “millet” olduğu, hatta farklı milletlerin oluşturduğu “dünya” olduğu varsayımı hâlen çok güçlü. Radyo kitle iletişim aracının ilk modellerinden biri ve “kitle”nin şimdi içinde duyduklarından etkilenmesi, hele de bu etki, iktidar çerçevesinin dışında kalıyorsa, hâlen tehdit edici görülebilir. Bir de unutmamak gerekir ki sesin içinde bedensellik var, duyumsayan, arzu eden bir beden var, etkileme, kışkırtma gücü hayli yüksek.

Prof. Dr. Meltem Ahıska / Radyo dergisinin 4. sayısının kapak fotoğrafı, 15 Mart 1942

‘Devletleşen radyo zamanı ve yeri Türkleştiriyor, milletin ‘saf’ sesini yaratmaya çabalıyordu’

- Söyleşimiz RTÜK’ün Açık Radyo kararını nasıl bir radyo yayıncılığı geleneği üzerine verdiği üzerine olacak ve bunu sağlayan kitabınız Radyonun Sihirli Kapısı bu alanın başlangıçta Atatürk’ü dahi kapsamakta zorlandığını söylüyor. Başlarken okuyucuların o dönemi canlandırabilmesi için Atatürk’ün sesinin Ankara Radyosu’nda yayınlanmasının radyocular arasında nasıl bir gerginliğe neden olduğunu paylaşır mısınız?

Radyonun Sihirli Kapısı’nda ses ve gerçeklik ilişkisi bağlamında kısaca bahsettim bundan. 1938’de radyonun resmî olarak devletleşmesinin ardından İstanbul Radyosu bir süreliğine kapanırken yeni Ankara Radyosu milletin sesi olarak konumlandırılıyor. Daha önceki İstanbul ve Ankara şirket radyolarının (T.T.A.Ş şirketi, 1927-1936) işleyiş biçiminden çok farklı bir konum bu. Örneğin şirket radyosu dinleyicilerine “Allo, allo muhterem samiîn (dinleyiciler)…” diye seslenerek açılıyordu. Devletleşen Ankara Radyosu ise “Burası Türkiye radyosu” diye açılıyordu. Zaman ve yer tekleştiriliyor, millileştiriliyor, Türkleştiriliyordu. Bu dönemde milletin yekpare bir bütün olarak kurgulandığını, milletin “saf” sesini yaratmak için büyük bir çaba sarf edildiğini görüyoruz. Bu hem politik hem de teknolojik bir çaba. Radyo konusuyla yakından ilgilenmiş olan Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Yeni Adam dergisinde 1946’da şöyle yazıyor: “Radyo kutusu her şeyden önce ses kutusu, güzel ses kutusudur. Radyodan güzel sesi, güzel okuyanları, güzel konuşanları kaldırın, radyo ölür. Güzel ses radyo politikasının özüdür… Radyoda çirkin ses hem kendini hem de kendisi olmayan şeyleri öldürür.” Baltacıoğlu’na göre “elektron süzgeciyle süzülünce” radyofonik bir ses çıkabilir. Ancak bu da yetmez, sesler radyo estetiğine uygun olarak “radyojenik” bir hale getirilmelidir. Böylesine bir idealleştirmenin gerçeklikle ilişkisi hayli sorunludur. Nitekim o dönemde radyodaki sesin sürekli olarak sorunsallaştırıldığını görüyoruz. Müzik ile ilgili tartışmalar bir yana radyodaki dilin kusurlu, yapmacık bulunması, “Türk inkılabının” sesini yansıtmakta yetersiz kalması gibi eleştiriler hep gündemde olmuş.

Bu ortamda “Atatürk’ün sesi”nin ne kadar hassas bir mesele olduğunu tahmin etmek zor değil. Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, Ankara Radyosu ses teknisyenleri, Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamalarındaki nutkunun Ruslar tarafından kaydedilmiş ses kaydını çıkararak yeniden üretmeye çalıştılar. “Elektrikli filtreler” yapmak suretiyle üzerinde iki ay çalışarak hazırlanan bu ses kaydı Ankara Radyosu’nda yayınlandı. Ancak sonuç hiç de tatmin edici olmadı. Dönemin ses teknisyeni Suat Osmanoğlu anılarında bundan söz eder. “Vatandaş sızlanıyordu, Atatürk’ün sesi böyle mi diye.” Bugün ses üzerine çalışan düşünürlerin de dediği gibi ses muğlaktır, çok yönlüdür, anlamdan, temsilden kaçan bir yanı vardır. Ses ile gerçekliğin örtüştürülmesi neredeyse imkânsızdır, ama tam da imkânsız olanı mümkünmüş gibi göstermek, kurgulanan sesi tek gerçeklik olarak sunmak milli radyonun temel misyonu olmuş. Milli bir temsil yaratma sürecini ses üzerinden düşünmek bu açıdan ilginç.

Dönemin Başbakanı Saydam: Radyo hükümetin ağzı, milletin kulağı

- Alıcıların hareketli olması, insanların radyo açıkken onu dinlememesi veya istasyonları ayrıştırmanın zorluğu gibi nedenlerle radyo, ölçümü zor bir kitle iletişim aracı. Bunun için kurulan sistemler 2024’te güven verici bulunmazken erken Cumhuriyet döneminde milli sesi kim, nasıl bir millet/dinleyici tasavvuruyla biçimlendiriyor? İstanbul Radyosu’na örneğin neden tahammül edilemiyor ve hitap edileni tanımama nasıl telafi ediliyor? Yapılan programlarla nasıl bir Türk kimliği inşa ediliyor?

1940’larda devlet radyosu kendini “milletin emrinde” olarak tanıtıyordu, dönemin Başbakanı Refik Saydam, radyo haberciliğinden söz ederken, “hükümetiniz, tatlı acı hiçbir hakikati sizden gizlemez” diyerek radyoyu “milletin kulağı, hükümetin ağzı” olarak tarif ediyordu. Yani memleketi yönetenlerin ağzından çıkanın hakikat olduğunun kanıtı radyonun aynı zamanda milletin kulağı olma iddiası gibi görünüyor. Çok açık ki ideolojik bir söylem bu. Dinleyiciler içinde kim bu iddiayı ne kadar ciddiye aldı bilmiyoruz. Zaten dinleyicinin kim olduğuna, neyi nasıl dinlediğine, nasıl yorumladığına dair bir bilgi yok. Radyonun bu bilgiyi edinmek gibi bir niyeti de yok. Dinleyici, idealleştirilmiş millet ve halk kurguları içinde hayal edilen, varsayılan bir varlık. 1930 ortalarındaki alaturka müzik tartışmalarının epey sonrasında, 1940’ların sonuna doğru Burhan Belge Radyo dergisinde şöyle yazıyor: “Alaturka müzik bugün 30-70 yaş arasında olanların hoşuna gidebilir. Araştırırsak, bunların daha birçok şeyler hoşlarına gitmektedir. Şu var ki, onların hoşlarına giden şeyleri Türk cemiyetinde muhafaza etmek lazım gelirse, inkılaba lüzum kalmaz.” Biz ve onlar! Hayli de geniş bir skala: 30-70 yaş arası! “Onları” görmezden gelmek inkılabın anlamları açısından da düşündürücü! 

Aslında kitapta tartıştığım gibi radyo tam da gözle görünen, yaşanan, hatta büyük ölçüde herkes tarafından bilinen yurt gerçekliğini inkâr etmenin teknolojik bir çözümü olarak görülmüş. Radyo milleti bütünleştirecek bir araç olarak algılanmış. Radyonun, ses yoluyla, yine Baltacıoğlu’nun deyişiyle, “milletin taneleri arasında kaynaşmaya” engel olan “dağlar, denizler, çöller, uzaklık, hep bu maddelik ve coğrafyalık sebepleri” aşarak halka ulaşacağı hayal edilmiş. Ya da Burhan Belge’nin sözleriyle: radyonun sesi “vücuda kulaktan girecek”, gövdenin koşullarını değiştirmeden, “gözlerini yormadan, vücudunu rahatsız etmeden” onu içinden kavrayacaktır. Maddi olanı, yaşanmış, yaşanmakta olanı inkâr eden bir tavır var burada. 1930’ları, 1940’ları düşünürsek Türkiye topraklarında yaşanmış olan katliamlar, mübadele, acılar, isyanlar, sürgünler, kopuşlar müthiş bir etki yaratmış. Sonuçta, yaşanmış deneyimlerin, mücadelelerin, kayıpların, toplumsal farklılıkların hiçbir yansıması bu soyut halk ve dinleyici tasarımının içinde yer almıyor.

Cumhuriyet’in ilk Sağlık Bakanı ve 4. Başbakan (1939-1942)
Dr. Refik Saydam

Ankara’nın gözünde İstanbul: Yabancılarla dolu şehir, yoz radyo, alkolik alaturka

Bu noktada radyo özelinde iki şeyden bahsedebiliriz, birincisi Garbiyatçı fantazi, ikincisi de erken dönem Türkiye radyosunda fiilen benimsenen “iletişim modeli”.  Kitapta Garbiyatçı fantaziyi radyo üzerinden tartışırken var olan yönetimi destekleyen seçkinlerin, hayal edilen bir Batılı göz ya da kulak ile hayal edilen milli kulak arasındaki bağdaştırıcı pozisyona konuşlanarak ve “konuşma” tekelini ellerine alarak nasıl bir iktidar kurduklarına dikkat çekiyorum. Hem Batılı hem milli olmanın formülünü “ileri teknolojinin” yardımıyla icra ettiklerini, oldurduklarını düşünüyorlar, kimi zaman da bu imkânsız formülün icrasıyla ilgili hüsranlar yaşıyorlar.  

Radyonun devletleştirilme kararı 1936’da alınıyor, şirket radyosunun 1927’de kuruluşundan yaklaşık on yıl sonra. Bunda 1930’ların ortasında rejimin yeni kurumlarla, yeni düzenlemelerle sıkılaştırılması, kültürel milliyetçiliğe ağırlık verilmesi gibi faktörlerin yanı sıra şirket radyosunun, özellikle İstanbul Radyosu’nun yayınlarından duyulan hoşnutsuzluk önemli bir rol oynuyor. İstanbul Radyosu’na damgasını vuran modernlik anlayışı, milli modernlikten çok farklıydı. İstanbul hâlâ başka dünya kentleriyle aynı düzlemde yer alan kozmopolit bir kent olarak algılanıyordu. Radyonun açılış ve kapanış anonsları hem Fransızca hem Türkçe yapılıyordu ve programlar esas olarak hem “Türk” hem de “Batı” müziği yayınlarından oluşuyordu. Anadolu Ajansı tarafından hazırlanmış haber bültenlerinin dışında bir iki söz programı daha vardı ama müzik yayınlarıyla kıyaslandığında oldukça sınırlı kalıyordu. İstanbul Radyosu’na milli seçkinler tarafından getirilen eleştirilerde sıklıkla “yabancılık” ve “yozluk” temalarını görüyoruz. “Yabancılar, Ermeniler, Rumlarla” dolu bir şehir… eğlendirmekten başka bir hedefi olmayan bir radyo ve “alkolizm”e yakalanmış, “cinsî hevesleri” harekete geçiren alaturka müzik… Hem marazi bir Batılılık, hem marazi bir Doğululuk! Milli sesi kurgulamaya aday devlet radyosu ise duyguların terbiyesini ön plana çıkararak hem Batılılığı hem Doğululuğu disiplin altına alacak, kendi süzgecinden geçirerek, yeni bir bileşim yaratarak milliliğe yeni bir içerik kazandırmaya çalışacaktı: Batı’nın hayranlığını kazanarak dize getirecek bir yerli ve milli! Garbiyatçı fantazi dediğim esasen bu dinamikten besleniyor. Tarihin yüküne karşı, Batılı güçlerden gelen etkilere ve yaptırımlara karşı, yerel kültürlerin çeşitliliğine karşı, ama aynı anda modern ve milli olmak için sarf edilen çabaların sınır idaresinin yürütüldüğü bir dinamik.

Türkiye radyoculuğu neden en çok Sovyetler’i andırıyor?

- Türkiye adına yayın yapan Ankara’nın dinleyicisini merak etmeyen yayıncılığını ABD ve İngiltere gibi başka ülke yayınlarıyla kıyasladıktan sonra kitabınızda şu ifadeleri kullanıyorsunuz:

“Bu örnekler içinde en çarpıcı olan Nazi Almanyası ile ilgilidir çünkü totaliter bir rejimin dinleyici ‘içerme’ çabasını ve tekniklerini ortaya koyarak bunun sadece ‘liberal’ yayıncılık pratiklerine özgü olmadığını göstermektedir. (…) Dinleyici ayrıştırmadan halka hitap eden ve dinleyicinin isteklerini kendi ilkelerinden çıkarsayan bir yayıncılık tarzı olarak Türkiye Radyosu’nu bu açıdan Browne’ın incelediği haliyle Sovyetler Birliği’ndeki radyoculuğun 1950’lere kadarki işleyişine benzetmek mümkün olabilir.”

Cumhuriyet seçkinlerinin bu tutumunu, kitlesel bir iletişim aracını iletişimden ayıklamasını siz neye bağlıyorsunuz?

Dünya radyoları arasında üzerinde en çok konuşulan, araştırma yapılan örneklerden biri devletle yakın ilişkilerine rağmen kendini bağımsız bir kamu radyosu olarak sunan BBC’dir. 1920’lerde BBC’nin ilk yöneticisi olan Reith’in çok alıntılanan bir sözü vardır: “Biz kamuya istediklerini değil, onların neye ihtiyacı olduğunu düşünüyorsak onu veriyoruz.” Bu paternalist bir tavır ama radyodan yayılan ses pratikte bir mücadele alanı, araya başka radyoların sesleri karışabilir, dinleyici kanal değiştirip yerli-yabancı farklı radyolara yönelebilir. Kamu radyosu olsa da çoğunlukla özel alanda dinlenen, kişinin tercihlerinden, yönelimlerinden etkilenen bir pratikten söz ediyoruz. 1930’larda BBC paternalist tavrını yumuşatmak zorunda kaldı, dinleyici araştırmalarına ağırlık vererek yönelimlerini saptamaya çalıştı.

Aslında “dinleyici araştırması” da farklı bir iktidar modeli. İktidarın kendini gerekçelendirme, meşrulaştırma, “normalleştirme” şekillerine bakmak önemli.  “Biz size ihtiyacınız olanı veriyoruz” ile “biz araştırdık, size istediklerinizi veriyoruz” modellerinin arasındaki farkı, eleştirel bir şekilde ele almak lazım. İkincisi, birincisinin panzehiri gibi görünse de farklı bir ideolojik kurgu. Dinleyici araştırması, kullanılan yöntemler, yaratılan kodlamalar ile verici-alıcı ilişkisine indirgenen bir iletişim fantazisi yaratılıyor. Bugünün reytinge dayalı piyasa araştırmalarından da tanıdığımız bir model. Nazi Almanyası’na dair alıntı da totaliter bir rejimin de kendi ırkçı ve ayrımcı sistemi içinde kitlesini etkilemek için demokratik görünümlü “rasyonel” bir düzenek yaratabileceğini gösteriyor. Türkiye radyosunun buna yanaşmaması bu noktada farklı bir yorumlamayı talep ediyor. Evet, erken dönem Türkiye radyosunda paternalist tavrı net bir şekilde görüyoruz, bu açıdan BBC’nin ilk dönemlerine benziyor. Öte yandan radyo pratiği içinde dinleyici araştırmasının demokratik bir vitrin olarak bile sunulmaması bana göre tekçilik ve inkârcılıkla açıklanabilir. 1930’larda, 40’larda Türkiye Radyosu, telaffuz etmekten kaçınılan, yok sayılan gerçekler ve olmayanı da gerçekmiş gibi göstermeye çalışan inkârcı bir ortam içinde şekillendi diye düşünüyorum. Sovyet radyosuna benziyor mu? Bunu daha çok araştırmak lazım, özel olarak bu konuda çalışmadım ama ilginç gelmişti Browne’ın bulguları. Sovyet Radyosu esas olarak Stalin döneminde serpildiği için o bağlamda da inkâr edilen hem ülke içindeki farklı diller, kimliklerdir hem de belki yakın geçmiştir, devrimin potansiyelinin nasıl yok edilerek devletleştirildiği, muhaliflerin acımasızca susturulduğudur. 1920’lerde Lenin radyoyu “kâğıtsız ve mesafesiz bir gazete” olarak görüyor, işçileri birleştirmek, kitleleri bilinçlendirmek için büyük imkânlar sunduğunu düşünüyordu. Stalin döneminde ise radyo, rejim propagandasının ulusal ve uluslararası düzeyde temel aracı haline geldi. Türkiye radyosuyla ilişkilenen kimi seçkinler için Sovyet modelinin, eğitim, disiplin temalarıyla bir esin kaynağı olduğunu biliyoruz. Ama aynı yıllarda Türkiye radyosunda daha karmaşık bir dinamik olduğunu düşünüyorum, tekçi ve inkârcı olduğu kesin, ama propagandası yapılan bütünlüklü bir ideolojiden çok zamana ve zemine uydurulan çok daha oynak ve pragmatik bir özelliği var-kitapta da sözünü ettiğim sınır idaresi kavramına uygun olarak.    

‘Devlet radyosunda habercilik en gelişmemiş alanlardan biri’

- “Güzel ve inkârcı” milli sesin içinde yurt içi radyo haberciliği nasıl bir yer tutuyor? Yok sayılan, inkâr edilenler seste neleri kapsıyor? Ve 1915 başta olmak üzere tabu konulara gelmeden, güncel hakikatin yokluğu bugünden bakınca Türkiye için muhalefete izin vermemekten, tartışmaya engel olmaktan daha başat, kurucu bir nitelik olabilir mi?  

Üzerine konuştuğumuz dönemde Türkiye’de “inkılap” kilit bir sözcük, her ortamda her vesileyle dile getiriliyor ancak birçok sosyal bilimcinin de tartıştığı gibi muğlak bir kavram. Devrim mi, reform mu? Daha birçok soru eklenebilir, Osmanlı ile nasıl bir kopuş yaşandı? Gidenler, yok edilenler, kayıplar nedir? Yeni düzene uydurulanlar, eski kurumlardan devşirilenler nedir? Ya da emperyal güçlere karşı verilen kurtuluş mücadelesi ne denli bağımsız ve özgür bir düzen yarattı? Bu mücadele içinde kimler yeni tesis edilen iktidara taşındı, kimler dışlandı, yok edildi? Bu sorulara cevap vermek konusunda yapılmış çok kıymetli çalışmalara rağmen bugün biraz elimiz kolumuz bağlı diye düşünüyorum. Çünkü hakikat konusundaki mücadele hâlen sürüyor ve sadece güncel rejim tarafından uygulanan değil, çok katmanlı bir sansür var. Daha doğrusu yıllar içinde oluşmuş son derece kilitleyici, Doğu/Batı, İslam/laik, modern/geleneksel gibi ikiliklere hapsedici hegemonik bir repertuvarın içinde düşünmeye çalışıyoruz. 1930’larda da, bugün de kendini farklı şekillerde ortaya koyan, kendinden menkul “Yeni Türkiye” mefhumunun çekirdek repertuvar anlamında bir sürekliliği var. Çeşitli olgular arasındaki ilişkileri eleştirel bir şekilde ele almayı engelleyen bu sürekliliği sorgulamak gizli bir yasayla yasaklanmış gibi.  

Erken dönem Türkiye radyosu da “hakikat” konusundaki muğlak tavrın içinden konuşuyor.  Dönemin başbakanı radyo için, “tatlı acı hiçbir hakikati sizden gizlemez” diyor ama devlet radyosunda habercilik en gelişmemiş alanlardan biri. Uzun yıllar radyonun esas haber kaynağı Anadolu Ajansı (AA) oldu. Dile yerleşmiş “ajansı dinlemek” lafı da buradan geliyor. AA’nın hikâyesi de ilginç. 1920’de kurulan AA, Fransız Havas ve İngiliz Reuters ajanslarının ağırlığıyla işliyordu, daha sonra bağımsız bir haber kurumu haline geldi. Ancak, AA’nın tarihi üzerine yazılanlardan anladığımız kadarıyla bu dönüşüm, ajansın bağımsız haberler ürettiği anlamına gelmiyordu. Yapılan anlaşma uyarınca Havas ve Reuters’dan alınan haberler tercüme edilerek AA tarafından yayınlanıyordu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu 1939 tarihli bir mektubunda, “Anadolu Ajansı denilen heyulanın dahili istihbarat teşkilatı yoktur. Royter ile Havas ne derse onu alıp neşreder. Yani memlekette bir nevi ecnebi propagandası yapar ve memleketten dışarıya tek bir ses sızdırmaz” diye yazıyordu. Üstü örtülen bu “bağımlı bağımsızlık” durumu hakikatin inkâr yoluyla bulanıklaştırması olarak düşünülebilir. Radyoda yurt haberlerine çok az yer veriliyordu, yabancı haberler gecikerek aktarılıyordu. Öte yandan 1940’ta Başbakanlığa bağlı bir Matbuat Umum Müdürlüğü kuruldu ve radyo bu yapıya bağlandı. Bu da çok sıkı bir denetim ve sansür anlamına geliyordu. Bütün “sözlü yayınların tespiti ve yayın metinlerinin vize selahiyeti” bu müdürlükte toplandı ve katı bir merkeziyetçi sistem kuruldu. Bu koşullar altında hükümetin/devletin, hatta Havas ve Reuters ajanslarının onaylamayacağı hiçbir haberin zaten radyoda yer alması mümkün görünmüyor.

‘Neşe bir milli duygu olarak idealleştiriliyordu’

Erken dönem Türkiye Radyosu’nda haberler, belgeseller geri planda kalırken Radyo Konuşmaları ve Radyo Oyunları öne çıktı. Ağır bir sansürden geçen bu söz programlarında esas mesele duyguların pedagojisiydi, yeni “milli” yaşama şekillerinin ve ilişkilerin öğretilmesiydi. Örneğin, “Neşeli olunuz” temalı konuşmalarda neşe bir milli duygu olarak idealleştiriliyordu, bir bakıma hüzün, yas tutma bastırılıyordu. Duyguların terbiyesinin hakikatle ilişkisini mutlaka düşünmek gerek, çünkü hakikat sadece bilgiyle edinebilecek bir şey değil, duyumsamak da hakikati anlamak için elzem bir yol. İktidar tarafından terbiye edilen duygular inkârcı ortamı besliyor, sonuçta hakikat kıt bir kaynak haline geliyor. 

‘Her alanda arşivlere karşı sıradan görünen bir yok etme refleksi var’

- 1927’den başlayarak 1940’ların sonuna uzanan bir dönemde araştırdığınız radyo yayıncılığını pek çok açıdan ele aldığınız kitabınızın önemli bir kısmı radyo arşivlerinin nasıl yok edildiği üzerine; kolay saklamak için kırılan plaklar, yılbaşında personele hediye edilenler, farelerin yedikleri ve kâğıt fabrikasına gönderilen yazılı belgeler. Dahası bu hikâyelerin size zevkle, eğlenerek anlatıldığını not düşüyorsunuz. Farklı “hakikat sicilleri”nin yok edilmesi üzerine çalıştığınız için yanıtınız önemli: Sizce Türkiye devleti kurumları kendi arşivlerini ne ölçüde ve neden yok ediyor? Kayıt altına alınan geçmiş, iktidarlar için nasıl bir tehdit barındırıyor?

Arşiv hikâyeleri aslında çalışmanın seyrini değiştiren bir etken oldu. Araştırmaya başlarken radyo yayıncılığıyla ilgili hem yazılı hem ses kaydı olarak düzenli ve kapsamlı bir arşivle karşılaşacağımı hayal ediyordum. Sonra adım adım bu hayal çöktü, ne TRT kütüphanesinde ne Ankara ve İstanbul radyolarında, “milli önemde” olduğu için saklanmış birkaç kayıt dışında, arşivlere rastladım. Görüştüğüm üst düzey yetkililer bana radyoda kapsamlı ve düzenli bir arşiv olmadığını defalarca tekrarladılar. Sorun bir yokluk gibi çıkıyordu karşıma. Ancak sonradan görüştüğüm farklı yönetici ve yayıncılardan duyduğum hikâyeler beni arşivlerin yok edilme süreciyle tanıştırdı. Bunların bir kısmı senin de sözünü ettiğin “kolay saklamak için kırılan plaklar” gibi gülerek anlatılan hikâyelerdi, bir kısmı ise 1971 ve 1980 askeri darbelerindeki yok etmeler gibi şiddet doluydu. Yokluğun içi aslında resmî kayda geçmeyen bir tarihle doluydu. Buradan vardığım sonuç inkâr yoluyla kalıba dökülmüş bir resmî hakikatin hemen yanı sıra kayıt dışı başka bir hakikatin yaşadığı oldu. Kayıt dışı hakikatin çok da gizli olmadığını, anılarda, hikâyelerde bölük pörçük de olsa bir şekilde yaşadığını fark ettim. Ankara Radyosu’nda efektçi olarak çalışmış olan Ertuğrul İmer’in görüşmemizde bana Ankara Radyosu’nda “efekt diskoteğinin arkasında bir yerde eski dönemden söz plakları duruyor, hâlâ orada olmalı” sözü ve radyonun içinde yolumu bulmam için çizdiği kroki farklı bir arşiv oluşturuyor. Gerçekten de dolabın arkasına yığılmış o plakları bulmak, araştırmam için bir dönüm noktası oldu.

Arşivler geçmişin düzenlenmesi, kullanılabilir bir geçmiş yaratılması anlamında önemli bir işleve sahip. Ancak dünyanın birçok yerinde arşivlere neyin dahil edildiğinin, neyin dışlandığının sınırları egemen iktidarlar tarafından çiziliyor. Bir yandan Güney Afrika’da olduğu gibi arşivler bir toplumsal mücadele alanı haline gelirken öte yandan Saidiya Hartman gibi araştırmacılar resmî arşivin anlamını radikal bir şekilde sorguluyor. Hartman, 20. yüzyıl başında ırkçı-köleci rejim nedeniyle en baştan arşive dahil edilmemiş, tarihe yazılmamış siyah kadınların hayatlarını, yaratıcı deneylerini eleştirel bir kurgulamayla canlandırmaya çalışıyor. Resmî tarih ile imgelem arasındaki boşluk, şiddeti olduğu kadar kıyıda köşede bırakılmış hafızaları, deneyimleri duyumsayabileceğimiz bir alan.

2005 yılında çeşitli tehditlere rağmen Boğaziçi, Bilgi ve Sabancı üniversiteleri tarafından gerçekleştirilen, sonradan kitabı da yayımlanan “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri” başlıklı konferansta arşiv araştırmasına dayalı sunumlarla birlikte arşivlerin durumunu, erişilebilirliğini eleştirel-tarihsel bir perspektiften sorunsallaştıran sunumlar vardı. Politik olarak önem taşıyan konuların yanı sıra bir de her alanda arşivlere karşı sıradan görünen bir yok etme refleksinden söz edebiliriz. İnkâr rejiminin bir tezahürü olarak geçmişin, yaşanmış olanın ve hatta yaşamın çoğulluğunun tehdit ediciliği söz konusu. Hesap sorulabilirliğin reddi, dün dündür, bugün bugündür mantığının yarattığı iktidar zemini… Radyo araştırmasında bir üst düzey yetkilinin bana söylediği gibi “yeni yönetici gelir, temizleyin burayı, kaldırın bunları der, bütün eski plaklar, arşivler atılır.

28 Ekim 1938’de hizmete açılan Ankara Radyoevi binası

‘Artık milli ses için deneyler pek yok, kitleyi teskin edebilecek şeylere icazet veriliyor’

- Arşivle barışık olmamak bugün özel teşebbüsler için de geçerli olabiliyor; radyo programları çoğunlukla kaydedilmiyor veya Radikal’de olduğu gibi bazı gazete arşivleri gözden çıkarılabiliyor. Özelleşme dönemi çalışmanıza dahil değil ama hâlâ bir radyo dinleyicisi olduğunuzu düşünerek soracağım: Bugün yayın yapan 40 ulusal radyo kanalının 31’i müzik, biri spor, dördü din üzerine. Haber kanallarının kalan dörtle sınırlı olması (A Haber, Ülke, NTV, TRT) ve onların da resmî söylem hattındaki televizyon kanalları olması size bugünün milli sesi hakkında ne söylüyor? Ulusal olmayan yayınlar arasında da dinî yayınların baskınlığı ve “Araplaşma korkusu” yaşandığını yazdığınız geçmiş yıllara kıyasla Arapça yayın hacminin artması gibi değişikliklerin sizdeki yankısı ne?

Türkiye’de hakikat her zaman çatışmalı bir alan oldu, hem olgular hem de duygular anlamında. O yüzden medya üzerinde devlet denetimi her zaman kritik bir öneme sahip. Bugün habercilik, gazetecilik sürekli kriminalize edilen, tutuklanan gazeteciler, kapatılan, cezalandırılan medya kanallarıyla büyük bir baskı altında; dolayısıyla hakikat büyük bir kuşatma altında. Öte yandan, daha çok müzik yayını yapan radyo kanallarının sayısının görece yüksek olması bir çoğulluk görünümü yaratıyor. Geçmişte yasak olan dinî yayınların varlığı da bu görünüme katkıda bulunuyor.

Bir yandan, erken dönem radyo yayıncılığı da dahil radyodaki sesin insanlarda nasıl etkiler yarattığı, nasıl duygular uyandırdığı çok daha karmaşık bir alan ve resmî söylemin sınır koyma çabasına indirgenemez diye düşünüyorum. Bir yandan da “milli ses” sadece yasaklarla değil nasıl bir “mutabakat” içinde şekilleniyor, bunu düşünmek lazım. “Ulusal çerçeveyi” kuran sömürgecilik rejiminin “Siyah hayatlar önemlidir” gibi dünya çapında hareketlerle, feminist eleştiriyle, Kürtlerin özgürlük mücadelesiyle çatırdadığı, milli sınırların çok daha geçirgen hale geldiği, kapitalizmin dünyayı yerle bir eden vahşetinin arttığı, savaşların hakim olduğu günümüz dünyasında “milli ses”i yaratmak için radyo stüdyosunda yapılan “radyonun sihirli kapısı” gibi naif sayılabilecek deneyleri pek görmüyoruz. Daha ziyade kıyasıya bir savaş ortamında güvencesizleştirilen “kitle”nin hoşuna gidebilecek, onu teskin edebilecek birtakım şeylere icazet verildiğini, bunların araçsallaştırıldığını söyleyebiliriz. Dayatılan “mutabakatın” ise, “eğer hayatta kalmak istiyorsan verileni kabul edeceksin, daha fazlasını sormayacaksın, hatta hakikatle ilgilenmeyeceksin, hatırlamayacaksın, hayal etmeyeceksin, kayıtsızlaşacaksın” diktası ile kurulduğu söylenebilir.

“Kritik olan, birlikte nasıl yaşayacağımıza dair bir hafıza mücadelesi”

- Milli sesi kurgulamaya çalışan o günün seçkinleri ile bugünün seçkinleri arasındaki devamlılıklar sizce neler? RTÜK’ün 1915 kararı radyo yayıncılığında nasıl sürekliliklere işaret ediyor?

Bugüne geldiğimizde inkâr rejimindeki “tekerrür” ilgimi çekiyor, belirli sözcüklerden (provokasyon, tahrik, hassasiyet) ama öte yandan duygulanımlardan oluşarak yapılaşan bir repertuvar var. Ancak tekerrür, aynının tekrarı değil, süreç içinde üst üste binen katmanlar var; bu katmanların oluşumu sürecinde de kaybolan hikâyeler, acılar, arşivler… Değişen koşullara, söylemlere ve pratiklere rağmen ayakta tutulan, kimi zaman yeni eklemelerle tazelenen kimi zaman da bazı durumlara adapte edilmek üzere eksiltilen ama çekirdeği katı bir repertuvar. Söylenebilir olanın sınırlarını söylenemez olan çizer. 1915” çeşitli şekillerde söylense de geçmiş ve bugün için taşıdığı hayati anlamlar bakımından kamusal alanda söylenemez olanların başında geliyor. Açık Radyo’ya RTÜK tarafından verilen ceza kararındaki gerekçeler arasında Açık Gazete’de söylenen şu sözler yer alıyor: “Ermeni, yani Osmanlı topraklarında gerçekleşen tehcir ve katliamların, soykırım olarak adlandırılan katliamların 109. yıldönümü, sene-i devriyesi. Bu yıl da anma yasaklandı biliyorsunuz.” Burada tehdit edici olan nedir? Öncelikle ulusal ve uluslararası hukuk ve hak mücadelesinin bir parçası olduğu için üzerine yasaklar bindirilen soykırım sözcüğü. Ancak “hassasiyet”in bundan ibaret olduğunu düşünmüyorum. Daha yaşamsal boyutlarıyla inkâr rejimini düşünürsek Türkiye coğrafyasının Ermenilerin yurdu olduğunu, tehcir ve kıyımlarla tarif edilmesi zor büyük acılara, kayıplara maruz kaldıklarını, sadece geçmiş değil bugünlerinin ve gelecek hafızalarının ellerinden şiddetle koparılıp alındığını söylemek “milli mutabakat” açısından son derece tehdit edici. Ermenilerin nasıl bir “azınlık” hale getirildiğini sorgulamak da öyle. 1915 anmalarının yasaklanması da bununla ilgili. Anmak ve yas tutmak, kaybın bizim için ne anlama geldiğini, kayıpla ne kaybettiğimizi idrak etmekle ilgili.

‘Bugün ‘kâinatın bütün seslerine açık radyo’ demek bile yeterince kışkırtıcı’ 

Cumhurbaşkanı bu yıl verdiği 24 Nisan mesajında “Ürettikleri kültürel ve beşerî eserlerle Anadolu topraklarını zenginleştiren Ermeni vatandaşlarımızın emniyeti, refahı ve mutluluğu bugün de teminat altındadır. Tek bir Ermeni vatandaşımızın dahi ötekileştirilmesine, dışlanmasına, kendini vatanında ikinci sınıf hissetmesine müsaade etmedik, etmeyiz” dedi. Bu cümleler karşısında insanın aklına ister istemez Hrant Dink’in ötekileştirilmesi, tehdit edilmesi ve sonunda katledilmesi geliyor. O zaman kritik olan, birlikte nasıl yaşayacağımıza dair bir hafıza mücadelesi. Bu süreçte, yaşanan acılar ve kayıplar telafi edilebilir mi, geçmiş onarılabilir mi bunu da ayrıca ve özenle düşünmek lazım ama mücadeleyi de sürdürmek lazım. Açık Radyo ele aldığı sorularla, açtığı tartışmalarla, birlikte yaşama meselesine dair önemli ve zengin sesler üretiyor. Çok demokratik bir işleyişi var mı, hangi seslere açık, hangilerine değil gibi sorular sorulabilir elbette. Ama karşılığı ne olursa olsun bugün “kâinatın bütün seslerine açık radyo” demek bile yeterince kışkırtıcı ve tehdit edici.

95.0 frekansından yayın yapan Açık Radyo, 2023 Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün sahibi oldu

- RTÜK’ün faaliyet gösterdiği ve devlet kurumlarıyla milli sesi temsil etmeye devam eden Ankara’nın gözünde, çevresindeki entelektüel kesim ve bu kişilerin çoğul birikimlerinin ürünü olan içerikler nedeniyle Açık Radyo, yabancılık ve yozlukla suçlanan İstanbul Radyosu’nu temsil ediyor olabilir mi? 1915’in soykırım olarak tanımlanmasının da bu bakışı Ankara gözünde teyit ettiğini düşünmek sizce ne kadar doğru olur?

İstanbul şirket radyosuyla kurduğun paralellik ilginç. İstanbul Radyosu’na yöneltilen yabancılık ve yozluk suçlamaları dizginlenmemiş, ehlileştirilmemiş, daha doğrusu millileştirilmemiş bir Batılılık ile ilişkiliydi. Bugün bunun karşılığı “Türkiye aleyhine Batılı güçlerle iş birliğine giren entelektüeller ve sivil toplum örgütleri” olabilir, Açık Radyo da böyle konumlandırılıyor olabilir. RTÜK ceza karar gerekçesi de buna değiniyor tabii ki: “Ayrıca, soykırım iddiasının uluslararası kamuoyunda Ermeni lobileri tarafından Türkiye'nin iç ve dış siyasette hareket alanını daraltacak bir silah olarak kullanılmaya çalışıldığı ve bundan bazı politik faydalar umulduğu yadsınamaz bir gerçektir.” Entelektüel düşmanlığı da yeni bir olgu değil. Halkı için çalışan, milli görevleri kuşanmış bir aydın tipinin karşısına kendini Batılı heveslere, sevdalara kaptırmış, ahlak yoksunu bir entelektüel tiplemesi Osmanlı’nın son döneminden beri var.

‘Garbiyatçılık bugün herhangi bir fantaziye yer bırakmadan araçsallaşıyor’

- Son soru: Bugün gelinen noktada sizce garbiyatçılık kendine Açık Radyo gibi farklı cisimler bularak sürüyor mu yoksa Batı, yükselen aşırı sağ, krizler ve göç nedeniyle otoritesini kaybetti ve garbiyatçılık da bir fantazi ve motivasyon olarak Türkiye yönetimini terk mi etti?

Garbiyatçılığın da bir tarihi var elbette, değişmeden bugünlere geldiğini söylemek yanlış olur. Ama politikacıların verdiği demeçlerden tutun da toplumsal olaylara verilen tepkilere, gündelik sohbetlere kadar Garbiyatçı temaların bir sürekliliği olduğunu düşünüyorum. Yani sadece iktidardakilerin ürettiği bir söylem değil, daha önce de dediğim gibi duygulardan, duygulanımlardan örülmüş bir fantazi bu. Bugün belirli kesimden insanların, sözünü ettiğin, Batı’daki aşırı sağ, kriz, yabancı, göçmen düşmanlığı gibi konularla pek de ilgilenmeden Türkiye’yi terk edip “Batı”ya gitmek istemesi ne olursa olsun Batı’nın cazibesinin pek de azalmadığını gösteriyor. Bir de Müslüman ve yabancı düşmanlığı nedeniyle Batı’ya ve onun yerli “uzantılarına” nefret ve hınçla bakanlar var, onlar da Batı’yı bir mihenk noktası olarak ciddiye alıyorlar hâlâ, kendilerini onun karşısında tanımlıyorlar. Kutuplaşma demek bile doğru değil, iki uçlu ama uçları birbirine düğümlenmiş bir yumak. Bu uçların ötesinde, ülke içindeki baskıcı rejime karşı özgürleştirici bir imgelemle mücadele etmek, birçok hayati konuda dayanışma ağı örmeye çalışmak oldukça küçük bir kesimi ilgilendiriyor bugün.

İktidar açısından da Avrupa’nın en büyük havaalanını yapmaktan, ileri teknolojiden, uzay bilimlerinden dem vurarak Batı’ya meydan okunması hem Batılı hem de milli olmanın bir ifade biçimi olarak görülebilir. Burada Batılı olmak derken kapitalist-sömürgeci anlamları ve epistemolojisiyle kabul edilen Batı kurgusundan söz ediyorum. Batı denilen yerlerdeki toplumsal mücadelelerden, demokratik kazanımlardan, karşı akım eleştirel düşüncelerden, edebiyattan sinemadan değil. Zaten başından beri kültür-medeniyet ikiliği içinde Türkiye bunlara karşı direnmiş, Batılı teknolojiyi ve ilerleme ideolojisini model olarak almış. Yani daha önce bahsettiğimiz gibi Açık Radyo’nun ele aldığı konular kabul edilebilir bir Batılılık değil iktidar açısından. 2005’te yayımlanan kitabımda şöyle yazmıştım: “İslam’ın yeni Batılılaşma sürecine hegemonik bir meşruluk kazandırdığını, bunu geniş bir kesim için daha kolay kabul edilir kıldığını düşünüyorum. Böylece hem milli hem Batılı olmanın formülünü bugün bir arabulucu olarak ‘İslam’ın üstlendiğini görüyoruz. Bunun en büyük dayanağı da Batılı olma özlemini, Batı’ya direnç duygularıyla birleştiren Garbiyatçı fantazinin sürekliliğidir.” Bugün değişen belki direnç diye ifade ettiğim duygunun hınca dönüşmesi, dünyanın ekonomik, ekolojik, politik krizinin çok daha derinleşmiş olması, Garbiyatçılığın da herhangi bir hayale, fantaziye yer bırakmadan araçsallaşması, sonuçta toplumsal ortamın açık bir şekilde sertleşmesidir.  Tatminsizlik artıkça özlem hızla agresyona dönüşüyor.

‘Geçmiş içinde potansiyeller taşıyor, faşizme karşı hatırlamak canlanmamıza yol açabilir’

Böyle bir ortamda faşizmin sıradanlaşmasından söz edilebilir. Tarihsel örneklerine bakarsak faşizm kitleleri belirli bir şekilde yoğurup şekil vererek, şiddeti yücelterek iktidar kurmanın pratiği. Yılgınlaşan, yoksullaşan, yoksunlaşan kitlelere kendini önemli hissetme, “düşmanları” yok ederek büyüklenme imkânı sunuyor. Zayıflayan milli ideolojiye de “repertuvarı” ayakta tutmak konusunda büyük bir destek sunuyor tabii. Faşizm ve totaliterlik konusunda çok kıymetli eleştiriler getirmiş olan Hannah Arendt ile bitireyim. Arendt geçmişin yükü ile geçmişin gücü arasındaki farktan söz eder. Geçmişten bugüne uzanan çizgiyi bir zorunluluk olarak görmek yerine, geçmişin içinde farklı potansiyeller taşıdığını anlamak önemlidir. Faşizme karşı hatırlamak, bugün Türkiye’de midemize taş gibi oturan geçmişin yükünü, sözünü ettiğim “repertuvarı” parçalarına ayırarak, bunlar arasında yeni bir imgelemle ilişkiler kurmayı mümkün kılabilir; yeni yarınlar hayal etmek, geçmişin gücünü duyumsamamıza, canlanmamıza yol açabilir. Hatırlamak, yas tutmak, Adalet Atlası’nda Aylin Vartanyan’ın dediği gibi “ölümden hayata doğru ilerlemek” hayatın farklı seslerini duyabilmemizi sağlayabilir.  

Hazal Özvarış kimdir?

Hazal Özvarış 1986 İstanbul doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden mezun oldu.

T24 internet gazetesinde editör olarak başladığı gazeteciliğe, haftalık söyleşilerle devam etti, yazı işleri müdürlüğü yaptı. Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün kurucu üyeleri arasında yer aldı.

İsveç Enstitüsü bursiyeri olarak yüksek lisansını Göteborg Üniversitesi'nde siyaset bilimi alanında tamamladıktan sonra Anadolu Kültür'de çalışmaya başladı ve Adalet Atlası podcast projesinin yürütücülüğünü yaptı.

Projeyle aynı ismi taşıyan ve İletişim Yayınları'dan 2023'te çıkan Adalet Atlası'nın yanı sıra T24'te yaptığı medya söyleşilerini kapsayan Kayıp Medyanın İzinde: 2012-2018 adlı bir kitabı (P24 Medya Kitaplığı, 2018) yayımlandı.

Yazarın Diğer Yazıları

"Greenpeace Türkiye, soykırıma ses çıkarmayarak iklim adaletinin içini boşaltıyor"

Greenpeace Türkiye/Akdeniz'in eski direktörü Ersin Tek anlatıyor: Dergi abonelerinden Greenpeace İsrail ile birlikteliği saklamamız doğru değildi… Greenpeace Türkiye soykırıma sessiz kalan İsrail ofisi ile ortaklığını sonlandırmalı

Cumartesi Anneleri 1000 haftadır nöbette, yakınları nerede; Türkiye'deki 348 toplu mezar nasıl keşfedildi, nasıl göz ardı ediliyor?

İHD'den avukat Rehşan Bataray Saman anlatıyor: Son kayıtlara göre, toplu mezar sayısı 348, kişi sayısı 4 bin 201. Açılan mezar sayısı 45, mezardan çıkarılan kişi sayısı 281...

Greenpeace Türkiye, sakladığı Greenpeace İsrail ile ortaklığı sonlandırır mı?

20 bine yakın dergi abonesi Greenpeace Türkiye'nin İsrail ile ortak yapılanmasını bilmiyor...

"
"