18 Şubat 2024
Ali Fuat Bilkan, "divan şiiri" hocasıdır lakin öyle şiir açıklayıp ders bitirenlerden değildir onun hocalığı. Çalışmalarına bakanlar, onun "klasik şiir" eksenindeki uygarlığın kültürüne yakınlığını görebilirler. Öncesinde başka kitapları varken Bilkan ile Osmanlı Şiirine Modern Yaklaşımlar (L&M, Şubat, 2006) kitabıyla tanışmıştım. Kitapta; Bâkî, Nâbî ve Sâbit'in şiirlerine yönelik değerlendirmeler yanında tarih-edebiyat-toplum ilişkilerine değinen yazılar da vardı. Örneğin; tekke-medrese mücadelesinin şiire yansıması, tarih araştırmalarında edebiyat metinlerinin yeri, liselerde divan şiirinin etiğimi gibi konular da vardı kitapta. O yıllarda TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesinde çalıştığını bildiğim Bilkan'ın başka kitapları yayımlandı ya ben de izini kaybettim.
Yıllar sonra, 2023 yılının sonlarında, nasıl olduysa Bilkan'ın Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik (İletişim, 2023) kitabını edindim. Kitabın mevzuu doğrudan edebiyat değil ancak edebiyata uzak değil anlatılanlar. Uzak yakın bazı dostlarımı kitaptan haberdar ettim, kitabı okumalarını istedim. Orta Doğulu olarak bugünün Türkiye'sinde Doğu'nun parçası olan her birimizin öğrenecekleri var kitaptan. Ben bildiklerimin bazılarını kitapla tazeledim yeniden. Kitabı değerlendirmek gibi bir niyetim yok, bunu istesem de yapamam. İsteyenlerin de işinin kolay olduğu söylenemez. İlgililerini haberdar edebilmek için Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saydığım kitapta neler var bilsinler istedim o kadar.
Şimdiye dek böylesine kalabalık sayıda dipnot barındıran kitap okuduysam da sayıları pek fazla değildir onların. Hemen belirteyim, Bilkan hoca nedense "dipnot hastalığına tutulmuşlardan" biri gibi gelmedi bana. "Doğu'da yönetim tarihinin, bir bakıma görünen iktidarlar ile görünmeyen muktedirler arasındaki mücadelelerden oluştuğu" tezine sıklıkla vurgu yapan kitapta; ilahiyat, tarih, edebiyat, felsefe, bilim, mitoloji vb. alanların birbirlerini tamamlayışı önemli bir kazanım bizim için. Açıkçası; ilgimiz, bilgimiz oluyor bu kitapla.
"Giriş" ve "Sonuç" dışında dört bölümden oluşan Kültürün İktidarı, "kültürel sermaye ve kültürel zemin" eksenine odaklanmış bir kitap. "Vezirlerin Devleti" başlıklı birinci bölümde, "vezir ve danışmanların oluşturduğu "gölge hükümdarlık kurumu" anlatılmış. "Ahlâk, Şeriat ve Hakikat" başlıklı ikinci bölüm, "idare sanatıyla ilgili olarak siyaset-ahlâk, siyaset-din ve siyaset-realite ilişkilerini" anlatıyor. "Tasavvuf ve İktidar" başlıklı hayli çetrefil üçüncü bölümün konusu, "yönetim üzerinde etkili olan tasavvuf çevrelerinde üretilen teoriler" ile tasavvuf çevrelerinin her dönemin siyasal iktidarını etkilemesi. "Kültürün Mekânı" başlıklı dördüncü bölüm, "kültürel sermayenin de mayasını oluşturan "kültür ortamı'nın belirleyici ve baş döndürücü gücü" Hint ve Pers imparatorluklarına uzayan bir süreçte anlatılmış. Kitabı, "Giriş" bölümünün ilk yazısı, "İslam toplumunda siyasetin icadı" açılışıyla okumaya başlayınca benim gördüğüm, 2024 ne ise 1024 de aynı: Güç kimde ise o haklıdır, iktidar olmak için bütün yollar mubahtır, kutsal iktidarı ve alt iktidarlarını onaylamak boynumuzun borcudur. Söz eklemeden seçeceğim cümleleri alsam kitaptan, buradaki yerim yetmez.
"Kuran-ı Kerim'de herhangi bir yönetim biçiminin zikredilmemiş olmasına rağmen, adalet, liyakat ve şûrâya sık sık vurgu yapılması, yönetim modelinden ziyade, yönetenlerin ahlâkî sorumluluğunu öne çıkarır." (s. 15). Oysa dikkat ediniz, bugün "iktidar hırsı" ile "güzel ahlâk" yer değiştirmiştir. Aynı bölümden, "Bilhassa tasavvufun tarikatlaşma sürecinde, devlet ve tarikatların karşılıklı menfaate dayalı ilişkileri, hükümdarın metafizik referanslarla daha güçlü bir konum sağlamasına zemin hazırlamıştır." (s. 21). Bugün de "karşılıklı menfaate dayalı ilişkiler" yabancısı olmadığımız bir alış veriş türüdür. Bilkan, "İslâm toplumunda siyasetin icadı" sözünü, tarihsel süreci öylesine süzerek şöyle bağlıyor: "Bu bakımdan iktidar teolojisinde Hint, Sâsânî ve Yunan siyaset felsefesinde öne çıkan kutsal hükümdar anlayışının, âyet ve hadislerin yorumlarına dayalı olarak oluşturulmasının hükümdara ve devlete sağladığı meşruiyet, günümüze kadar devam eden 'kutsal iktidar' zihniyetinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. İnsanı değil devleti, zulmü değil fitne çıkarma riskini, adaleti değil kudreti öne çıkaran bu zihniyet, İslam düşüncesindeki meşrutî yönetim tarzının anlaşılması ve uygulanmasının önündeki en büyük engeli oluşturmuştur." (s. 28).
Hz. Musa'nın, "Bana, kendi ailemden birini yardımcı yap, kardeşim Harun'u. Onunla gücümü artır. Onu işimde ortak et." (Tâ Hâ: 29-32) talebi, "Geleneksel anlayışta, devletin başına gelecek kişinin bilgi ve tecrübeye göre değil, soya (asabiyete) göre belirlenmesi, aynı zamanda hükümdarı bilgi kaynaklarına bağımlı hale getirir." (s. 29) gerçeğidir. Böylece pek çoğu çocuk padişah "ruh", veziri de "akıl" oluyor. "Doğu İslam coğrafyasında, sadece Arap ve İran toplumlarında değil, Moğollarda ve Türklerde de vezir ve danışmanlar, genel olarak 'karar verici otorite' ve 'devlet aklı' mevkiinde bulunurlar. Bunun en açık örneği, Yusuf has Hâcib'in 1069-1070'te kaleme aldığı Kutadgu Bilig adlı siyasetnâmesinde görülür." (s. 31). Padişahın "adına konuşur, talimat verir" kişi olan vezir dışında, "Saray çevresindeki kadınlar, müneccimler, tarikat şeyhleri, kâhinler, hatta soytarılar ve cüceler de zaman zaman bazı önemli olay ve durumların seyrine müdahale imkânına sahip olmuştur." (s. 38). Anlaşılan, geçmişimizin kutsal devletleri allanıp pullandığı gibi değil.
Farklı dinlerde ve kültürlerdeki "kral tanrı" oluşumuna dikkat çeken Bilkan, "Egemenlik sembolleri açısından Tevrat ve İncil'de olduğu gibi Kuran-ı Kerim'de de 'kral tanrı' anlatımları öne çıkar." (s. 41) tezine, Türk ve Moğol geleneğini de ekleyerek Orhon Kitabeleri'ndeki "Ben tanrı gibi ve tanrıdan olmuş Türk Bilge hakan, bu devirde tahta oturdum." sözünü aktarıyor. Kur'an'da adı geçen Zülkarneyn ile Makedonyalı kral Büyük İskender'in aynı kişi olduğu varsayımı bu yönüyle -belki bugün için de- dikkat çekici olmalı. Bu "kültürel sermaye" bağlamında oldukça geniş ve kadim bir coğrafyada dolaşan Bilkan, "Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında da henüz bir yerli bürokrasi oluşmadığı için, yazışma ve resmi belgeler Selçuklu devlet geleneğinde olduğu gibi Farsça yapılmıştır." (s. 51) diyor. Karamanoğlu Mehmet Bey'in 1277'deki "Türkçe" fermanını gözden geçirmek gerekiyor. Hamaset erbabı ne der bilemem ama şu yargı önemli: "Kuruluşundan itibaren, kendisinden önceki Türk-İslam devletlerindeki hâkim siyasî kültürün etkisinde kalan Osmanlı Devleti'nin "imparatorluk kültürü'nün hem Sâsânî hem de Roma devlet geleneğinden izler taşıması, kültürel zeminin her iki imparatorluğun da mirası olmasından kaynaklanıyordu." (s. 52).
Mâverdî'nin "Zira sultan, kendisine benzemeye çalışanı sevmez ve kendisine benzeyenden intikam alır." sözü, "Vezirlerin Devleti" başlıklı ikinci bölümü özetliyor. Sâsânîlerden miras vezirlik, yönetimdeki gücüyle iktidara ortak oldukça paylaşım savaşı pahalıya mâl olmuştur. Adını, Abbasilerin kuruluş döneminde "etkili bir bürokrat" olan Hâlid b. Bermek'ten alan Bermekîler, halife Harun Reşid zamanında önemli güç sahibidir. "Bermekî ailesinin şöhret ve ihtişam sahibi olarak halifeyi gölgede bırakması" hoş karşılanmadığından, "Harun Reşid, ani bir karar alarak Hac dönüşünde birlikte yolculuk yaptığı aile üyelerinin hapsedilmesini emreder." (s. 57). Bazı kaynaklar, Bermek'in oğlu Cafer'in, halifenin kız kardeşi Abbase ile gayri meşru ilişkisi nedeniyle idam edildiğini de yazar. Şaşılacak bir durum yok! Batın'ının Ortaçağı ile Doğu'nunki aynı, entrika entrikadır.
Türkiye'de lise okumuş hemen herkes, "din-devlet işlerinin kurgulanmasında söz sahibi olmuş" büyük vezir, "Alpaslan ile Melikşah'a yaklaşık otuz yıl hizmet eden" Nizâmülmülk ile onun Farsça yazdığı Siyasetnâme kitabından haberdardır. Tahta çıkar çıkmaz önceki veziri azledip yerine atadığı Nizâmülmülk'ün zamanla kendi sultanlığını aştığını görmek, Alpaslan için pek hoş sayılmaz. Özellikle Hasan Sabbah sorununda sultan Melikşah'a yol gösteren vezir, Eş'arîlerin öne çıkıp diğer mezheplerin etkisizleşmesiyle de bir muhalefetin müsebbibi olmuştur. Büyük Selçuklu Devleti'nin "onlarca dinî mezhep ve fırkanın ortaya çıktığı" kargaşa döneminde, "meşru kültürün muhafazası, kutsanması, aktarılması ve yeniden üretilmesi" yoluyla huzuru sağlayan Nizamiye Medreseleri, bugünkü "devlet dini" oluşumunun başlangıcı sayılabilir. Melikşah ile Nizâmülmülk arasındaki çekişme, vezir aleyhine sonuçlanmış, zamanına ve sonrasına damgasını vurmuş Nizâmülmülk, "Haşişîler tarafından (14 Ekim 1092) Nihavend yakınlarında katledilmiş."
Babürlülerin, "erken dönemde seküler devlet yönetiminin keşfedilmemiş örneğini oluştur"muş sultanı Ekber, üzerinde durulması gereken önemli bir kişi, bunu öğrendim. Onun da çevresindeki bazı âlimlerin işi bir hayli abartarak "ona secde edilmesine kadar varan bazı törenler" yaptırması da dikkat çekici. Hindistan'daki Ekber dönemi: "Sultanın her dediğini meşrulaştıran veya onun dinî esaslara ters düşen hareketlerini bile çeşitli fetvalarla dinî sınırlarda gösteren ulema, sultanın kafasına koyduğu ve yerine getirmeyi hedeflediği düşünceleri, nasslara uysun uymasın, zayıf hadis veya aklî delillerle meşrulaştırma mekanizması konumuna düşerek bağımsızlığını yitirmiştir." (s. 84). Nasıl bir ulema itaati!
Şu sözleri dikkatle okuyunuz: "Bu devletin başındakiler, gölgeler üstüne birbirleriyle cenkleşmede, sanki başa geçmek büyük bir nimetmiş gibi, kim başa geçecek diye birbirlerini yemektedirler. Doğru olansa şudur: Bir devlette başa geçenler, başa geçmeyi en az isteyenler oldu mu, dirliğin de düzenin de en iyisi var demektir." Yazarı belli olmasaydı bu sözü hangi kanaat ehli mutasavvıf söylemiş diye merak ederdik. Bilkan, kitabının "Ahlâk, Şeriat ve Hakikat" başlıklı ikinci bölümünü Platon'un alıntıladığım sözleriyle açıyor. Başlığı oluşturan üç sözcük her dönem gündemde ve üstelik de bunlar netameli sözcükler. İbn Miskevyh'in "Aristocu ahlâk", İbn Teymiye'nin "şer'i siyaset" ve İbn Haldun'un "siyasi realizm" görüşleriyle konuya açıklık getiren Bilkan, yine uzun yolculuklara çağırıyor bizi.
Neo Platoncu filozof İbn Miskeveyh için ahlâk "bu dünya arzuları içinde ve bu sosyal hayatta gerçekleşir" olduğundan "yalnız yaşayan bir insanda" toplumsal faziletler oluşamaz. Osmanlıda "Aristocu siyasi ahlâk teorisi", Ahlâk-ı Alâ'i yazarı Kınalızâde Ali Çelebi ile İslam tasavvufuyla bağdaştırılarak sürdürülmüştür. Fetvaları ve kitaplarıyla dikkat çeken İbn Teymiye, çok kez hapse girdiğinden kitaplarının bir kısmını "içeride" yazmış, hapisteyken ölmüştür. Döneminde "halifelik kurumunun artık işlevini kaybettiği için" kendisinden önceki dönemlerin "kudretli hükümdar" formülünü savunan Teymiye, 16. yüzyıldan itibaren "farklı din, inanç ve yaşam tarzlarına tavizkâr bir tavır" takınacak Osmanlı yönetimine referans kaynağıdır. Bilkan, uzantıları bugünlere değen tartışmalara dikkat çekiyor: "Bilhassa Osmanlı İmparatorluğu'nun en parlak çağı olan 16. yüzyılda İbn Kemâl ve Ebusuud Efendi gibi şeyhülislamların fetvalarında görülen toplumsal hayatı düzenleme teşebbüsü, 17. yüzyıldaki Kadızâdeliler hareketinin tavizsiz anlayışıyla baskı ve şiddete varan bir mahiyet kazanmıştır." (s.120). Mukaddime kitabıyla ünlenen İbn Haldun, "daima fırsat kollayan ve ele geçirdiği fırsatları derhal değerlendiren, hadiseler ters istikamette geliştiği zaman en yakın dostlarını bile tanımayan, samimi arkadaşlarına dahi yüz vermeyen, ihsan ve ikramına nâil olduğu şahıslara karşı sanki onları hiç tanımıyormuş gibi davranan" kişiliğiyle eleştirilmiştir. Sonraki dönemlerin müracaat kaynağı İbn Haldun, Osmanlı aydınlarını da etkilemiştir.
Yunan felsefesi kaynaklı oluşu ve dindarları tembelliğe sevk ettiği gerekçeleriyle eleştirilmiş olmasına karsın bu topraklarda derin izleri olan tasavvuf, asıl olarak siyasal iktidara yakınlığıyla eleştirilmiştir. Andığım ilk kitabında konuya değinen Bilkan; Gazzâli, İbnü'l- Arabî ve Ubeydullah Ahrâr'ın görüşlerine yer verdiği "Tasavvuf ve İktidar" bölümünde, hayli eski tartışmalardan yakın zamanlara konuya açıklık getiriyor. İran coğrafyasında, Selçuklularda ve Osmanlıda toplumsal yaşamı yönlendiren tasavvuf anlayışı Osmanlıdaki Kadızâdeliler örneğinde olduğu gibi sert tepkilerle de karşılamıştır. Bir güç odağı olarak tarikatlar, iktidar sahiplerinin gündeminden hiç uzak kalmamıştır. Din ve dünya işlerini "dil be-yâr dest be kâr" (gönül yârda el kârda) ile sürdüren Nakşibendilik tarikatının Ubeydullah Ahrâr kaynaklı ve hayli eskiye, Timurlulara uzanan geçmişi, modern Türkiye için de okunmalıdır. Uluğ Bey, Hüseyin Baykara, Ali Şir Nevai, Molla Cami vb. adlarının geçtiği bu süreçte din perdesiyle örtülü çıkar kavgalarının, entrikaların, cinayetlerin de tarihidir bu dönem. Bilimsel çalışmalarıyla anılan matematikçi Uluğ Bey'in, savaşta oğluyla karşı karşıya gelmesi, babanın yakalanıp oğluna teslim edilmesi ve sonunda öldürülmesi bir dramdır. Şu cümle önemli: "Bilhassa Osmanlı İmparatorluğu'nda 16. yüzyıldan itibaren İbnü'l-Arabî metafiziğinin hemen hemen bütün tarikat çevreleri tarafından benimsenmesi ve ulemanın Arabî'nin düşüncelerine sempatiyle yaklaşması, onun aynı zamanda iktidar meşruiyetini sağlayan güçlü bir kaynak olarak kabul edildiğini de kanıtlar." (s. 158).
"Önsöz" yazısında, "modern iktidarların topluma dayattığı aidiyet kültürünün egemen sınıfın dar, sınırlı ve tek taraflı kabuller manzumesi" oluşuna karşılık, "güçlü devletlerin kurulduğu coğrafyalarda, farklılıklardan oluşan ve yüzyıllar boyunca içiçe geçerek bütünlemiş melez kültürler hâkim olmuş" gerçeğini vurgulayan Bilkan, "Kültürün Mekânı" bölümünde, melez kültürler kavramını mekânlarla gösteriyor. "İç içe girmiş kültürlerin melez bir kültür oluşturmasını en iyi temsil eden coğrafya" için farklı kültürlerin kavşağındaki "İran coğrafyası" mekânını uygun gören Bilkan, bunun İran devleti ile sınırlı olan değil de açıkçası, "Çin'den Balkanlar'a" uzanan büyük bir coğrafya olduğunu özellikle vurgular. Mezopotamya kaynaklı bu kültürün dünyayı zenginleştirdiği, dünyanın onayından geçmiştir. Bilkan'ın da işaret ettiği gibi "babasız büyütülme" biçimleriyle Şehnâme'deki Zâl, Yunan mitolojisindeki Oidipus ve Dede Korkut kitabındaki Tepegöz, bu melez kültürün yansımalarıdır. Buna, İbn Tufeyl'in, insan olmayan adada büyüyen kişisi Hay'ı da eklenmelidir.
Abbasîlerin İranlı danışmanı İbnü'l Mukaffa, kültürlerarası etkileşime tercümeleriyle katkı sağlamış, "Sâsânî saray kültürünü ve adabımuaşeretini İslâm dünyasına taşımakla, kültürel dönüşüm sürecinin önemli mimarlarından biri olarak" dikkat çekmiş iken "zındıklıkla itham edilerek Halife Mansûr tarafından idam edilmiş" olma talihsizliğini yaşamıştır. Onun, Berzeveyh'ten Kelile ve Dimne tercümesine eklediği, "[H]ükümdarlar ve sıradan insanlar nezdinde sevilen bir eser haline gelen kitabımızın nüshalarının çoğaltılması hedeflenmiştir. Günlerin ardarda akmasına rağmen eserimizin hep dinç ve okunuk kalmasını sağlayacaktır bu özellik! Ayrıca hem resimleyiciler hem de nüsha çıkartanlar dâimî bir ekmek parasına kavuşmuş olacaklardır." (s. 197) açıklaması, edebiyat sosyolojisi için önemlidir. Ne var ki Mukaffa'nın idamının bu tercümesiyle olduğu söylenir. Birunî'ye göre mütercim Mukaffa, "kendi Arapça nüshasının sonuna dinî inançları zayıf olan kimseleri şüpheye düşürmek ve onları Maniheizm'e döndürmek amacıyla Barzoya adında bir bölüm ilave etmiştir."
Hükümdarlara destan yazma geleneğinin ürünü olarak Firdevsî'nin "İran tarihi ve mitolojisinin diriltilmesini temsil eden" Şehnâme, "Turan coğrafyasındaki Sâsânîlerin Türklerle mücadelesini anlatan ideolojik bir eserdir." ( s. 201). Firdevsî, "bir Türk hükümdarın hamiliğinde kaleme aldığı bu eseriyle İran ruhunu diriltmeyi hedeflemiş" olmanın faturasını ödemiştir. Şehnâme kendisine sunulan Gazneli Mahmud, "İran-Turan mücadelesinde açıkça Sâsânî hükümdarlarını övmüş ve Türkler için tahkir edici ifadeler kullanmış" Firdevsî'yi "küçük düşürücü bir biçimde basit bir ödülle" karşılamıştır. Yine de "Şehnâme, kültürel sermayenin sahip olduğu imkânlarla yönetim erkine meydan okunmasının sembolü niteliğindedir. Şiirsel ifadenin ve bilhassa destan türünün siyasi alandaki değerini yansıtan bu eser, İran coğrafyasında şairlerin siyasî kültürün gelişmesinde oynadıkları rolü ve İran şiirinin bu alanda güçlü bir ifade aracı olarak öne çıkmasını da örnekler. (s. 207).
Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi… İyi ki öncesinde Kadir Işık dostumun yakın coğrafyada gezdiği Yolda Olmak (2023) kitabını okumuştum, en azından yolda kalmadım. Evet, yolda kalmadım lakin söyleyecek çok az sözle döndüm seyahatimden. Kendileri birer "ruh" bazıları çocuk padişah ile onları yöneten "akıl" vezirlerin ördüğü iktidar-muktedir bürokratik yapısı için Osmanlıya bakmak yeterlidir. Modern çağın devletinde iyice modernleşen tarikatların siyasal iktidar ile "menfaate dayalı alışverişleri" şeffaflıkla devam ediyor. İktidarı kutsallaştırma hadislerinin yerine artık medya iş başındadır. Dinlerin, mitolojinin, masalların, yazının vb. kadim zenginliklerin kaynağı Doğu/Orta Doğu ise perişan durumdadır. Geleceği yaşamak için geçmişe bakmak kaçınılmaz görünüyor. Kitabı okuyalım.
Hasan Öztürk kimdir? Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı'da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978). Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitap' eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku' , 'K24' ve 'Gazete Duvar' adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü' dergisini yönetti ve dergide yazdı. Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalık' ve 'Aksi Sanat' sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır. Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır. |
Necatigil için ev, içinde yalnızca yaşanılan bir nesne mekân değildir. Onun için ev, bir tür kaledir öyle ki o, evin içinde yaşanan ve dışında kalan insan ilişkileriyle toplumsal yaşamı değerlendirir, yorumlar
"Bir keresinde Kuş Kısmak romanımla TRT Radyo 1 Gecenin İçinden programına katılacaktım ama romanımın içeriği nedeniyle sansürlendim
Edebiyat ortamında Aylak Adam ve Anayurt Oteli romanlarıyla kendisine özgü bir yer edinmiş az yazan Atılgan, bundan böyle çok okunur mu, üzerinde durulmaya değer. Atılgan, kendi okurluğuyla yazarlığını “Okuyacak bunca güzel kitap varken yazarak ne diye canımı sıkayım,” sözüyle anlatmıştı, bu içtenliği umarım kendisine olumlu geri dönüş olur
© Tüm hakları saklıdır.