02 Mart 2025
Kadim tartışma sorusu, sanatın ‘sanat’ için mi yoksa ‘toplum’ için mi olduğudur. Bu soru, bilindik tartışma kapsamından çıkarıldığında sanatın bireysel ve toplumsal yönüne dair çelişkili bir vurgudur. Bu tartışma sorusu, sanat eserini bir bütün olarak görmek yerine onun ‘teknik’ veya ‘içerik’ özelliklerinden yalnızca birisiyle ölçülebileceğini varsaymak yanılgısına benzerdir. İçinde yaşadığı toplumdan büsbütün tecrit edilemeyen kişinin benzeridir, doğduğu toplumdan soyutlamayan sanatın eseri de. Her ne kadar bireysel kaygıyla kendi iç dünyalarını yansıtmış görünen sanatçıların olduğunu bilsek de onların dışa aktardıklarında, içlerine sinmiş ‘toplum’ havası duyulur. Sanat eseri, haz ve heyecan kaynağı olarak ilkin bireyi kendisiyle yüzleştirebilir buna karşılık sanat, toplumsal yaşama dair fark ettirme işlevini de üstlenebilir.
XVI. yüzyıl şairi Fuzulî, “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge/ Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı” yalnızlığıyla gerçek dünyanın dışında gibidir. Tanzimat şairi Namık Kemal, “Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetden/ Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten” dizleriyle Hürriyet Kasidesi’ni açarken kendisini toplumuna adamıştır. Fuzulî, acıların coğrafyasında değil de zamandaşı Bakî benzeri İstanbul şehrinde sırtını iktidara yaslamış olsaydı muhtemelen o da ‘gür sesle’ yazardı. Namık Kemal’in döneminde, onun duyarlığını göstermeyip gidişata ayak uydurarak hükümet kapısından geçinen ne çok kalem erbabı olmuştur. Orhan Veli’nin “Kuyruklu Şiir’ dizelerine bakınız: “Uyuşamayız, yollarımız ayrı; / Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;/ Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;/ Benimki aslan ağzında;/ Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.// Ama seninki de kolay değil, kardeşim; /Kolay değil hani,/ Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.” Onun için ‘gündelik yaşamın sıradanlıklarıyla uğraşmış, toplumsalı dışlamış’ türünden sözler edenler halt etmiş.
Döneminin yaşam kültüründen izler barındıran edebiyat metni, toplumsal sorunlara içten içe eleştiriyi de barındırır. Olup biteni olduğu gibi değil de değiştirip dönüştürerek anlatan sanatçı, bu işleviyle kendisini topluma karşı sorumlu bilen siyaset/iktidar gücüyle sıklıkla karşı karşıyadır. Bu durumda karşılaştığımız, ‘estetik kaygı’ ile ‘politik güç’ çatışmasıdır. Modernleşme tarihimizin öncülerinden İbrahim Şinasi’nin, ilk özel gazete “Tercüman-ı Ahval” (22 Ekim 1860) için yazdığı “mukaddime”nin şu sözleri önemlidir: “Mademki bir hey’et-i içtimaiyede yaşıyan halk bunca vezaif-i kanuniye ile mükelleftir. Elbette kal’en ve kalemen kendi vatanının menaifine dair beyan-ı efkâr etmeyi cümle-i hukuk-u müktesebesinden addeder.” Şinasi’nin yenilikçi bir edebiyatçı olarak yönetilenin siyaset/iktidar gücüne karşı görüş belirtmesini kazanılmış hak sayması dikkate değerdir.
Edebiyatın genel okurunun Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan romanlarının yazarı bildiği Sabahattin Ali, bu bilinişinden çok daha fazlası bir yazardır. Şinasi’nin “mukaddime” görüşleriyle onun yargı sürecindeki savunma sözleri yakındır. 1930’da Almanya’dan dönüşünde Aydın’da Almanca öğretmenliği yaparken 1931’de hakkındaki “yıkıcı propaganda” suçlamasına yazdığı savunmasında, “bir fikre sahip olmak cürüm[suç] değilse ona lisan vermek de cürüm değildir” çıkışı önemlidir. Onun ‘doktorluk’ öykülerine geçmeden önce hakkındaki suçlamaya verdiği şu karşılığa bakılsın isterim: “Ben bir kafa taşıyorum. Bu kafa yalnız karnımı doyurmak, üstümü giydirmek imkânlarını ihzar edecek bir makine, bir uşak değildir. İnsan dimağlarının ekmek parasından maada[ayrı, başka] da meşgul olması icap eden bir takım meseleler vardır ki bunların gündelik hayatla bir guna [gidiş, tarz] alakaları yoktur. Fakat münevver adam diye, işte bu ‘ekmek parasından başka şeyleri de düşünen’ adamlara derler. Hükümet gazeteleri ‘Avrupa medeniyeti yıkılıyor ya, Amerikan yanlısı medeniyetin kabulüne mecburiyet hâsıl olacaktır’ diye neşriyatta bulunurken bir muallim bunların ne olduğunu bilmez bunlar arasında mukayese yapmak iktidarına malik olmazsa asıl ayıp olan budur.” (Mahkemelerde, 2012)
Bizde sağlık konuşulurken öyküden önce akla gelen Kanuni’nin iki dizelik sözüdür: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/ Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” İlkokul yıllarında öğrendiğimiz, “Güneş girmeyen eve doktor girer.” cümlesi, belleklerimizin başköşesindedir. Yeşilçam filmleriyle televizyon dizilerinin can kurtaran doktorları ve şifa kaynağı hastaneleri gözlerimizin önündedir. Roman kahramanı doktorlar, ressam doktorlar, şair doktorlar, bestekâr doktorlar… Bütün bunlara karşılık bir de basılı ve görsel medyaya yansıyan olumsuz doktor/hastane haberleri vardır ki çok zaman ‘bu kadarı da olmaz’ dedirtir bize. 2024 yılının sonlarında bu can sıkıcı doktor/hastane haberlerinden, olumsuzluğun ‘örgütsel’ boyutunu ve devletin bu duruma el koyduğunu öğrenince şimdi canlarımızı kime emanet edeceğiz diye şaşırıp kaldık. Belki ‘Hipokrat Yemini’ eksik okunuyordur, bakalım.
“Hekimlik mesleğinin bir üyesi olarak; Yaşamımı insanlığın hizmetine adayacağıma/ Hastanın sağlığına ve esenliğine her zaman öncelik vereceğime/ Hastamın özerkliğine ve onuruna saygı göstereceğime/ İnsan yaşamına en üst düzeyde saygı göstereceğime/ Görevimle hastam arasına; yaş, hastalık ya da engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, milliyet, politik düşünce, ırk, cinsel yönelim, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özelliğin girmesine izin vermeyeceğime/ Hastamın bana açtığı sırları, yaşamını yitirdikten sonra bile gizli tutacağıma/ Mesleğimi vicdanımla, onurumla ve iyi hekimlik ilkelerini gözeterek uygulayacağıma/ Hekimlik mesleğinin onurunu ve saygın geleneklerini bütün gücümle koruyup geliştireceğime/ Mesleğimi bana öğretenlere, meslektaşlarıma ve öğrencilerime hak ettikleri saygıyı ve minnettarlığı göstereceğime/ Tıbbi bilgimi hastaların yararı ve sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi için paylaşacağıma/ Hizmeti en yüksek düzeyde sunabilmek için kendi sağlığımı, esenliğimi ve mesleki yetkinliğimi korumaya dikkat edeceğime/ Tehdit ediliyor olsam bile, tıbbi bilgilerimi, insan haklarını ve bireysel özgürlüklerini çiğnemek için kullanmayacağıma/ Kararlılıkla, özgürce ve onurum üzerine, Ant içerim.” Ne güzel!
“Ben bir kafa taşıyorum. Bu kafa yalnız karnımı doyurmak, üstümü giydirmek imkânlarını ihzar edecek bir makine, bir uşak değildir” diyen Sabahattin Ali bugünlerde yaşıyor olsaydı “Sulfata” (1942), “Böbrek” (1945), “Cankurtaran” (1947), “Dekolman” (1947) ve “Hakkımızı Yedirmeyiz” (1947) öykülerine yenilerini eklerdi herhalde. Üstüne üstlük, bu kötülüğü yazınca suçlanacağını bildiğinden “bir fikre sahip olmak cürüm[suç] değilse ona lisan vermek de cürüm değildir” gerekçesini eklemeyi de eksiz etmezdi.
“Sulfata”, sıtmaya yakalanmış köylü kadın Aliye’nin, tedaviye gittiği üç saatlik yoldaki kasabaya gidiş dönüş çaresizliğidir. Güç bela evlendiği karısını ailesine bırakarak askere giden Mustafa, döndüğünde sıtmaya yakalanmış eşi ve aile içi olumsuzluklarla karşılaşır. Hayli uzak bir dağ köyünde yaşam savaşı veren karı-koca, ulaşım güçlüğüne karşın defalarca Sıtma Mücadelesi’ne giderlerse de “tüyü bozuk” doktor, kadını muayene etmez, ilaç vermez. Her gelişlerinde hastayı başından savan doktor, kanında bir şey olmadığını belirtip belediye doktoruna gitmesini söyler. Belediye doktoru da Aliye’ye, “sıtman var” diyerek “Mücadele’ye git” der. Çaresiz karı-koca ‘sulfata’ için türlü yollar denese de devletin ilacını hastaya vermeyen doktorun; “hödük”, “saygısız”, “yalancı” suçlamalarıyla geri çevirdiği Aliye için çalılıklar arasındaki kulübelerine geri dönmekten başka yol kalmamıştır.
1947’de yayımlanmış “Cankurtaran” ve yazarının klinik gözlemlerinin yansıdığı bilinen “Böbrek” öyküleri, sağlık sektöründeki çürümenin seksen yıl önceki fotoğrafıdır ve haberlere bakılırsa ne yazık ki bu fotoğraf, çekildiği zamanın canlılığındadır. Bu iki öykü, tıp fakültelerinin adında ‘insan’ geçen bir ders kitabına eklenmelidir. İlgili fakülte ve başka sağlık birimlerinde ‘etik’ dersinde olarak okutulması gereken bu öyküleri okumayanların ‘Hipokrat Yemini’ etmeye hakları olmamalı derim. Sabahattin Ali’nin yazdıkları birer öyküdür ancak okuduklarımız, gördüklerimiz ve dinlediklerimiz de bizi pek yanıltmıyor. Bilgisiyle şifa bulduğumuz doktorların hakkını teslim edelim elbette. Lakin, böbrek taşı rahatsızlığına taşra hastanelerinde şifa bulamadığından İstanbul’a gelen Niğde’nin eski nüfus memuru Avni Akbulut’u, kesip doğrayarak sakat bırakan İrfan Bey ve Osman Bey ile doğum yaptırırken çocuğu ölen genç kadını, ameliyat parasını alamadığı için rehin tutarak kocasına vermeyen ve üstelik de ameliyatlı kadını hastanesinde hizmetli olarak çalıştıran Mutena Cankurtaran benzeri ‘Hipokrat Yemini’ etmiş nice paragöz kasap/doktorlara bugün de can emanet etmek durumundayız çaresizce. Avni Akbulut benzerleri, “helal süt emmiş” doktor peşindeler.
“Hakkımız Yedirmeyiz” öyküsünde, namazında niyazındaki kırçıl sakallı Hacı Bey, hastanede idare müdürüdür. Çalışan herkese titizlenip kök söktüren anasının gözü idare müdürü, devletin olanaklarından yararlanıp para vurmanın peşindedir. “İki ölüyü bir kefenle gömdürür, öteki kefeni evine yollar.” türdeki kurnazlardan Hacı Bey, hastanenin otomobilini “iki senede dört defa” boyatırken hastane binasına da “üç ayda bir” badana yaptırır. Yaptırdığı her işten avantasını ustalıkla almayı beceren Hacı Bey, alım satım kayıt defterlerini de tutarak teftişe takılmayacak sahteciliklerle kazanç sağlar. Bir oğlu tıbbiyede diğeri kolejde okuyan Hacı Bey, “sırf memlekete hayırlı evlat yetiştirmek” amacıyla yapar bütün bu yaptıklarını.
“Dekolman” öyküsünü okuyunca Necip Fazıl’ın, “Batı, bir kuru akıldır ve Allah kuru akla ne kadar hak ve imtiyaz vermişse Batı hepsine malik; ve kuru aklı nelerden mahrum etmişse hepsinden yoksundur.” (İdeolocya Örgüsü, 1976) cümlesini anımsadım. Ardından da Cemil Meriç’inkini: “Aydınlarımız, Batı’nın her hastalığını ithâle memur bir anonim şirket.” Bu Ülke, 1979). Sonra ‘Heyhat!’ dedim kendime. Öykünün olay mekânı Ankara’da “büyük zatlardan biri” gözlerinden rahatsız olur ancak “dekolman” denilen bu göz hastalığını tedavi edecek Türk doktor bir türlü bulunamaz. Sonunda, anlatıcı gencin yakınının özel hastanesinde tedavi edilecek “büyük zat” için İstanbul’dan “Alman Yahudisi bir profesörün çağrılması münasip” görülür. Hastanenin doktorları, İstanbul’dan gelecek profesörü, “bu memleket bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacak” türünden sözlerle çekiştirirler. Anlatıcı gencin, aktüel bir tıp dergisinden kendilerine para karşılığı çevirdiği “Dekolman Ameliyatında Bir İki Yenilik” başlıklı imzasız makaleden kısa sürede öğrenebildikleriyle profesörü kendilerince hesaba çekmeye çalışan malumatfuruş doktorlar, mütevazı doktorun açıklamasıyla şaşırıp kalırlar. Adı geçen makaleyi Alman Yahudisi profesör yazmıştır ancak “Yahudi olduğu” için yazısına imza atamamıştır. “Dekolman” öyküsüne yerli ve millî doktorları küçük düşürdüğü gerekçesiyle soruşturma açılmış mıdır bilemem lakin Ahmet Hamdi Tanpınar’ı bir kez daha onayladım: “Bizim için asıl olan miras, ne mâzidedir, ne de Garp’tadır; önümüzde çözülmemiş bir yumak gibi duran hayatımızdadır.” (Yaşadığım Gibi, 1970)
Türkiye, 24 Şubat 2025’te oynanacak Galatasaray-Fenerbahçe maçı için Avrupa’dan hakem çağırdı. MHK hakemlerinin bu konuda ne/ler düşündüklerini merak ediyorum doğrusu. Öykünün genç anlatıcısı gibi aralarında olsam da hakemleri dinleyebilsem. Yabancı doktor çağırıldığında “Bu memlekette bu ameliyatı yapacak adam yok mu?” diyen doktorlar gibi hakemlerimiz de “bu memlekette bu maçı yönetecek adam yok mu’ diye sitem ettiler mi dersiniz. Şimdi şu soruyu soralım: Futbol sahasındaki maç mı önemli yoksa ameliyat masasındaki can mı? Alman Yahudisi doktoru çağırmak tartışılabilir ama hazır yabancı hakem çağırılmışken yanlış tedavi nedeniyle yakını sakat kalmış ya da ölmüş olan kaç kişi hukuki yollara başvurmuş ve bu davalar nasıl sonuçlanmış bilgisini edinmemizde yarar vardır.
Sağlığında pek çok soruşturma-kovuşturma geçirmiş Sabahattin Ali’nin 1947’de yayımlanmış Sırça Köşk kitabı, ölümünden kısa süre sonra kitaba adını veren öykü nedeniyle Bakanlar Kurulu Kararı ile toplatılmış ve 1966’ya kadar onun hiçbir kitabı basılamamıştır. 1966’da, adı geçen kitap aynı adla ancak kitaba ad veren öykü çıkarılarak yayımlanmıştır. Yetmiş yıllık telif sorunu kalktı ya Sabahattin Ali bu ülkenin çok satan yazarlarından biri artık. Edebiyat Nedir? kitabının yazarı Sartre, “Edebiyat nesnesi tuhaf bir topaçtır, yalnızca devinim halindeyken vardır. Onu yüzeye çıkarmak için okumak olarak adlandırılan somut bir edim gerekir ve o ancak okuma boyunca varlığını sürdürür.” diyor ya biz de edebiyatın sanat metinlerini okuyalım. Neredeyse ülkeyi kuşatan Roman Kahramanları Festivali'nde gençler, Raif Efendi ile Maria Puder karakterlerini oynamayı seviyor. Bu böyleyken kitabı yasaklatan “Sırça Köşk” öyküsünü okuyanların okuduklarının nereye gittiğini pek kestiremiyorum.
Hasan Öztürk kimdir? Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisindeki yazılarıyla başlayan Hasan Öztürk, sonraki yıllarda; -bir iki yazısıyla adı geçenler sayılmazsa- Milli Kültür, Türk Edebiyatı, Türkiye Günlüğü, Polemik, Liberal Düşünce, Dergâh, Arka Kapak adlı dergiler ile K24, Gazete Duvar ve Aksi Sanat adlı sanal ortamlarda yazdı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa sürelik (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı "kitap kültürü" dergisini yönetti ve dergide yazdı. 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında, Roman Kahramanları ve Kitap-lık dergileriyle T24 Haftalık ve Sanat Kritik adlı sanal ortamlarda aralıklarla yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017), Üç Duraklı Yolculuk (2021), İktidarın Gölgesi ve Roman (2022) ile Yazdıkça ve Yaşadıkça Edebiyat (2024) adlı kitapları yayımlandı. Hasan Öztürk'ün ilk yedi kitabını konu edinen "Hasan Öztürk'ün Eleştirel Denemeciliği" (Zeynep Şule Şahin, Ahi Evran Üniversitesi, Kırşehir 2023) adlı yüksek lisans tezi hazırlanmıştır. |
Türkiye’nin 30’lu ve 40’lı yıllarındaki ‘günlük yaşam’ biçimleriyle ilgilenecekler, Reşat Nuri’nin ‘toplum’ yazılarından yararlanmalıdır. Akademisyenler, romancılar, sinema ve belgesel yapımcıları, politikacılar vs. yüz yıl önceki Türkiye’yi ve özellikle de İstanbul’u, yirmi bir yaşında “viran bir Anadolu kasabasında” öğretmenliğe başlamış yazarın dikkatli gözlemleriyle tanıyabilirler
Oya Baydar ‘meselesi olan’ bir yazardır. Öncekilerinin meselesi, Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı romanında sorularını daha da çoğaltarak büyük bir 'sorun’a dönüşmüştür: Devlet adına işlenen suçlar mubah görülebilir mi?
Necatigil için ev, içinde yalnızca yaşanılan bir nesne mekân değildir. Onun için ev, bir tür kaledir öyle ki o, evin içinde yaşanan ve dışında kalan insan ilişkileriyle toplumsal yaşamı değerlendirir, yorumlar
© Tüm hakları saklıdır.