Behçet Necatigil
Behçet Necatigil (16 Nisan 1916 -13 Aralık 1979), bizim edebiyatımızın ‘ev/ler’ şairidir. Edebiyat kamuoyunca onaylanmış bu yargı, onun şiirlerindeki baskın ‘ev imgesi’ gerekçesiyledir. “İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar./ İrili ufaklı, birbirinden farklı,/ Ahşap evler, kâgir evler yaptılar./ Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu,/ Evlerin içi devir devir değişti/ Evlerin dışı pencere, duvar.” dizeleriyle açılan “Evler” şiiri, onun ev poetikasına bir giriş sayılabilir.
Necatigil için ev, içinde yalnızca yaşanılan bir nesne mekân değildir. Onun için ev, bir tür kaledir öyle ki o, evin içinde yaşanan ve dışında kalan insan ilişkileriyle toplumsal yaşamı değerlendirir, yorumlar. Onun ev şiirlerine eşinin, “Behçet Necatilgi’in sanatçı kişiliği ‘eve’ ne kadar yansırdı?” sorusuna verdiği şu karşılığı eklemek isterim:
“Yüzde yüz, belki de yüzde iki yüz yansırdı. Çünkü hep şiir için yaşadı. Bana ve çocuklara ‘Siz hepiniz şiirden sonra gelirsiniz, bunu bilin yerinizi kabul edin’ derdi. Ben de bunu memnuniyetle kabul ettim, baştan beri hep bir şairle evlenmeyi düşlemiştim, onun için de onu olduğu gibi kabul etmiştim. Genellikle dış dünyayla ilişkisi çok azdı. Kafasında hep şiirler ve yazacağı konular vardı. Behçet Necatigil’in bütün hayatı okuluyla evi arasında geçmiştir.” (Tahsin Yıldırım, Eşlerinin Gözüyle Edebiyatçılarımız, 2003)
“Kelebeğin Rüyası” filmini seyredenlerin de tanığı ‘mahcub’ öğretmen şair Necatigil; radyo oyunları, biyografileri ve çevrileriyle de adından söz ettirmiştir. Onun nice zorluklarla hazırladığı Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü ile Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü kitapları bugün de başucu kaynaklarımızdır. Türkçemizdeki ‘bakmak’ ile ‘görmek’ sözlerine açıklama sayılması gereken “Yıldızlara Bakmak” ve bir de ‘yazar’ ile ‘eleştirmen’ ilişkisini sorgulayan “Kutularda Sinekler” oyunları ayrı bir önemlidir bende. Ne çok kitap, Necatigil’in arı duru Türkçesiyle dilimize kazandırıldı vaktiyle. Dikkat ediniz, bugünlerde bazı yayınevleri, onun çevirilerine dönüyor yeniden. Bütün bu güzel işleri, evinde ve ailesinden çaldığı zamanlarda yapmış öğretmen Behçet Necatigil. Bu güzel evi evin küçük kızı Ayşe Sarısayın, Bir Roman Kadar Uzun kitabında anlatır yıllar sonra.
Yolun yarısını aşan bir zaman sonra Necatigil’den mektuplarıyla söz etmek istiyorum. Dostlarına yazdığı mektupların toplamı Mektuplar (YKY, 2012) kitabı, her birimizin zevkle yediği yemeklerin hazırlandığı gözlerden ırak hamarat aşçının mutfağını hatırlattı bana. Necatigil’in mektuplarını eşinin, “insan onun bir saatlik güzel konuşmasını dinlemek için on iki saat çalışmasına razı olurdu” sözündeki incelikle okudum. Mektuplar kitabı için 1927’deki el yazısı “Küçük Muharrir” dergisiyle başlayan edebiyat çalışmalarının belgeseli dense yeridir. Öğretmenliğin çilesi, zamanın yetersizliği, yayın evlerinin dayatmaları, bürokrasinin açmazları, para için yazmanın ezikliği, medyanın görünürlük çağı yerine matbuat dünyasının telaşlı samimiyeti, çevirinin bütün zamanlara el koyan meşguliyeti, sanatçı dostların aymazlıkları, bir türlü denkleşmeyen aile bütçesi… İşte, Mektuplar kitabın içindekiler.
Öğretmenlerin yazan kişi olarak asıl sorunu, zamanlarını para karşılığında devlete satmış, satmak zorunda kalmış, olmalarıdır. Necatigil’in pek çok mektubunda yakındığı “vakitler öyle az ki…” tanımlı zamansızlık, bu zorunlu alışverişten kaynaklanmıştır. Bu mecburiyete okul/sınıf ortamının aymazlığı eklenince sorun yeni bir sıkıntıya dönüşür.
Mustafa Şerif Onaran’a yazdığı mektupta edebiyat/şiir çalışmalarını anlatırken “zaman çölünü birbiriyle ilgisiz görünen çabalarla aşmaya çalışmışımdır” (7.12.1976) diyen Necatigil, henüz yirmi bir yaşında gittiği Berlin’den Tahir Alangu’ya gönderdiği mektubun, “vakitten tasarruf için” kendi evine yazdığının “bir sureti” (4 Temmuz 1937) olduğunu açıkça söyler.
Zamansızlığını Salah Birsel’e, “Bitmeyen işler yüzünden… çok yorgun, direniyorum.” (8 Haziran 1966) çaresizliğiyle anlatan Necatigil, bir sonraki mektubuna “hep telaşlarda, tedirgin” olduğunu ekler. Yüksel Pazarkaya’ya geçmiş günlerin güzelliğini hatırlatıp da yeni çıkan kitabından söz ederken sonuncu yılına girmiş, başını kaşıyacak vakti olmayan Necatigil, şiirlerine yansımış bu vakit darlığından yakınır: “İnanır mısın, benim yeni bir kitabım çıktı. Bile/yazdı. Nasıl bir kitap? Şiir değil, şiirimsi -düzyazı vb. Eve alıp geleli bugün (bugün 4 Mart) neredeyse iki hafta, açıp bakamadım bile.” (4-5 Mart 1979).
Çok kere öğrencilerinin ilgisizliğinden rahatsız olduğunu söyleyen Necatigil, bir öğrencisinin çalışmasını yerel dergide yayımlatmayı da mutluluk sayar. Kars’ın soğuğundan kaçıp gelmişken rutubetiyle başının derde girdiği Zonguldak’taki öğretmenliğinin bir gününü Alangu’ya özetleyen Necatigil, yaşının henüz çeyrek yüzyılındadır. “Sabah erkenden yollara düşüyor ve tepeleri boyluyorum. Bazı kapıları açıp bazı odalara giriyor ve saat birlere kadar laf ediyorum. [Ah! Konuşmak beni ne sıkıyor, hep başkaları konuşsa da ben sussam ve dinlesem!] Yemek bile içime sinmez. Saat iki buçuk olur, zil çalar ve yine halden anlamaz, usulünce susup oturmaz bir orta kısım sınıfında müzakereci sıfatıyla oturursun. Kafan kazan gibi olur, saat dördü bulursun. Muallimler odasındaki sedire gelir yorgun düşer ve konuşulanları bile dinlemek istemez, dinledin diyelim, anlamazsın.” (4.4.1942). İstanbul’un da öğretmenliği aynıdır Necatigil için.
Okulundan bir öğretmen (Zeki Ömer Defne) alınınca ders yükünün artışıyla memnuniyetsizliğinin artışını da Oktay Akbal’a yazar: “Çok yoruluyor, çok sıkılıyorum. Muallimlikten bezdiğim zamanlar oluyor. Talebelerim uysal, çalışkan olsalar gam yemem. İçlerinde öyleleri var ki sınıfı ifsat ediyorlar.” (7 Kasım 1950). Sonunda, emeklilik can simidi gibi imdadına yetişir ve 1972 başında emekli olan Necatigil, “aziz şairim” dediği Cevdet Kudret’e, “Şimdi, cidden feraha çıktım, bitti, gönlümce!” (14.XII.1972) yazar. Neyse ki Kabataş Lisesinden öğrenci Hilmi Yavuz çıkmış ya bu yeter.
Zamansızlık gibi parasızlık da edebiyatçıların, genelde bütün sanatçıların ortak sorunudur. İstisnalar kaideyi bozmaz, kuralıyla onların mektupları, günlükleri ve anıları okuduğunda sanatçıları anlatacak başka bir tanığın bilgisine gerek kalmaz.
Berlin’de yaşadıklarını Alangu’ya anlatırken hüzünle “parasızlık” diyen Necatigil, “İstanbul’dan çıkalı beri doğru dürüst bir şey yiyememiş” olduklarını, Berlin’de “iki gün aç” dolaştıklarını, lokantaya gidemediklerini söyleyip durumu özetler: “Elimizdeki cüzi parayla otomat denilen yerlerde otomatik makinelere onar fenik atarak avucumun yarısı kadar ve gayet ince ekmek dilimleri üzerine peynirlerle karın doyuruyorduk.” (4 Temmuz 1937).
Kars’tan ayrılıp Zonguldak’a gelmiş öğretmen Necatigil, “Vekâlet kânunuevvel maaşımın verilmemesini emretmiş. Beş parasızım. (…) Şimdilik eş dost yardımıyla idare ediyorum.” (8.12.1941) diye yazar Alangu’ya. Öğretmen Necatigil aynı mektuba, akşamları yemekten sonra oturacak bir yerinin olmadığını, “buz gibi bir yatağa, ayacıklarını tamamen içine bile alamayan yorganın altına” sokulmak zorunda olduğunu da eklemiştir. Yıl 1950, adı şaire çıkmış ve kitapları yayımlanmış Necatigil, “Yakacak derdi düşündürüyor bizi. En belalı yıkıcı mesele işte budur, kitabın basılması değil.” (16 Ekim 1950) diye yazar Akbal’a. Bu parasızlık, başını sokacakları bir ev aldığında da büyük sorundur şair için.
Ne tesadüf! Sabahattin Eyüboğlu’nun ‘sanat’ ile ‘para’ karşılaştırması yaptığı “Mavi ve Kara” (1955) yazısının yıllarında Necatigil, sorunla yüz yüzedir. Akbal’a yazdığı mektupta “Ah, elimde imkân olsa da, para kazanmak hırsımı bırakıp boş zamanlarımı şiire versem de iyi eserler yazabilsem! Nerede bizde o talih!” (17.12.1951) sözleriyle yakınan Necatigil, yayın evlerinden gelen bazı çalışmaları “hatır” için ya da kendini “üç beş kuruşun cazibesine” kaptırarak yaptığını yazar Birsel’e. Birkaç yıl sonra yine Birsel’e yazdığı mektupta yeni ev kaygısıyla “Şu sıra bütün yaz biraz para kazanmak için durmadan çalışmak zorundayım.” (31 Mart 1964) der. Alacaklıların sardığı evinde roman yazan Dostoyevski’nin kulakları çınlasın.
Necatigil; şiirlerinde, radyo oyunlarında ve çevirilerindeki dil özenini Onaran’a yazdığı çeviri konulu mektubunda vurgular: “Romanda ‘hürriyet, hür’ kelimeleri geçiyorsa, bunları silip yerlerine ‘özgürlük, özgür’ sözcüklerini koyamıyorum. Çünkü Namık Kemal’in ‘Hürriyet Kasidesi’ni, Tevfik Fikret’in ‘Fikri hür, vicdanı hür… bir şairim’ mısraını hatırlıyorum hemen ve gönlüm elvermiyor.” (12.7.1976)
Necdet Tezcan’a yazdığı mektupta aynı dil özenini şiiriyle birleştirir: “‘Özgürlük, barış, bağımsızlık, devrim… gibi sözcükler yok şiirlerinde’ diyorsun. Yok, olmaz da! Bu gibi güncel ve moda ve politik kavramların öz şiire bir şey ekleyeceğini sanmıyorum. Şiir ne nutuktur, ne protesto, ne politika. Çağdan, çevreden yakınmayı şiir, başka yollardan sessizce hatırlatır.” (7Aralık 1976)
Yaşadığı onca olumsuzluğa karşın Necatigil’in yazı/yayın çalışmalarına sabırla devam ederek üretmekten vazgeçmeyişini, Van Gogh’un kardeşine mektuplarındaki ‘resim’ tutkusuna benzettim doğrusu. Sanatçı azmi buymuş demek ki. Akbal’a, biraz da mahcubiyetle yazdığı mektubun, “Yani biz öyle kişileriz ki kendimize veya sanata faydalı olamadığımızı hissettiğimiz anda adeta yaşamaz oluruz, lüzumsuzluk korkusu bir kurt gibi içten içe bizi yer.” (3 Mart 2950) cümlesi, onun bu yönünü özetler. Ergin Sander’e yazdığı mektubun “Evrenin büyük oyununda herkese roller dağıtılırken payıma harf aktarıcılık düştü.” (20 Temmuz 1964) cümlesiyle kendi yazarlığını özetleyen Necatigil, aynı mektupta ‘yazarlık’ bilgisi de verir: “Yazmak, durukluğu, oturmuşluğu, ıssızlığı bekler çokluk. Yazmak; biteviyelik bezginliğinin hem kabulüdür, hem de ona karşı isyan. Sürüp gitmelere estetik bir protesto.” Onaran’a, “her şey bir vakti bekler” diyen Necatigil, üniversite öğrencisi Yüksel Önem’e şiir için “Belki vakti gelmemiştir, eşref saat uzaktır henüz ve beklemek gerekir.” (12.11.1959) önerisinde bulunur. Kamuran Şipal’e, “Dövülecek demirlerimiz varsa hemen dövmeliyiz.” (15/16.9.1966) uyarısını doğrularcasına Necatigil, “Yıldızlara Bakmak” oyununu, “Aksaray’da (şimdi yıkılmış, eski) meyhaneler pasajının arkasındaki bir esnaf kahvesinde bir öğle sonrası yazmış” olduğunu da Birsel’e anlatır.
Necatigil’in, mektuplarında yakındığı bir konu da edebiyat ortamının olumsuzluklarıdır. Edebiyatın gündeminden düşmeyecek adam kayırmalar, ilgisizlikler, aymazlıklar, yayın evi sahiplerinin fırsatçılığı… Pazarkaya’nın emek ürünü antolojisi için yazdığı tanıtım yazısının yeterli olmadığını bilen Necatigil, bu yetersizliğine bile sevinir neredeyse: “Yalnız gene bir avuntum var: Edebiyat dünyamız hele son zamanlarda öyle çorak ülke ki bu kadarı da yapılmasa haykırışların bile yankısını duymak imkânsız.” (2.11.1971)
Akbal’a yazdığı mektupta, “Edebiyat âlemimiz ne kadar sönük.” (8.6.1951) şikâyetini “Varlık” dergisiyle hafifleten Necatigil, yıllar sonra iyice belirginleşecek popüler kültür kuşatmasına o yıllarda dikkat çekmiştir. Samim Kocagöz’e yazdığı mektupta, kitaplarının arka kapaklarına “eleştirmenlerden övgü satırları aktarmadık” mütevazılığının artık itibarı kalmadığıyla sonrakilerin reklam peşinde koştuklarından yakınır. Aynı mektubun şu cümlelerini ortamın bugünkü durum için aktarıyorum: “Evet bir gerçek: Haddinden fazla alçakgönüllü olmanın kayıpları sonra anlaşılıyor ve acısı kalbe çöküyor. Boyuna hatırlatmak gerek kendimizi! Eskiden ‘arsızlık’ diye düşünüyordum, şimdi hak veriyorum, cidden bir değeri olup da bunun bilinmesini isteyenlere. Çünkü parazitler, yüzsüzler, herkesin ayrı bir yeri olan meydanı, tek başlarına kaplamak, kapatmak sevdasındalar.” (19 Şubat 1976)
Mektuplar boyunca yakınmalarını okuduğum şair Necatigil, “katlanmak zor hayata” dese de yaşamayı çokça seviyor. Şiirlerindeki naiflik, incelik olarak sinmiş onun yaşamına. Öğretmenliğinde, dostlarıyla ilişkilerinde, edebiyat ortamındaki yayın çalışmalarında kimseleri üzmek istemediği her sözünden belli. Kars’tan yazdığı Alangu’yu, yanına gelirse çift örgülü yün atkısını yanına alması için uyarır çünkü bıyıklar dışarda kaldığında “kütük gibi donar ve dibinden kesmek” gerekir.
Yaşar Nabi, yayımladığı Çevre kitabından istediği kadar almasını söyler şaire ancak o, “ben sıkılıyorum” der. Bir günlüğüne evden ayrılacak, uçak için gidiş-dönüş bileti almış baba Necatigil, eşini tatile göndermişken çocukları yalnız bırakmamak için “bir sürü ayarlama” yapar. Yarına yenisini yazmayacağı için kan damlamış kâğıda yazdığı mektubu gönderir dostuna. Pazarkaya ailesine zahmet verecek diye Frankfurt Kitap Fuarı’na gitmez.
Genç yazar Selim İleri, dergi yazısında onun şiirini övünce şair Necatigil, “yanılmış olmasın, sevgisine sonradan pişmanlık duymasın diye” İleri’nin, şiirine “özel bir yakınlık duyması karşısında küçülüyor” olduğunu söyler. Bakar mısınız hassasiyete!
Mektuplar kitabından bir belgesel çıkar ya ben, Necatigil’in cümlesiyle bitireyim: “Belli olsaydı önceden, yaşamak yaşamak olmazdı.”
Hasan Öztürk kimdir?
Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu.
Yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisindeki yazılarıyla başlayan Hasan Öztürk, sonraki yıllarda; -bir iki yazısıyla adı geçenler sayılmazsa- Milli Kültür, Türk Edebiyatı, Türkiye Günlüğü, Polemik, Liberal Düşünce, Dergâh, Arka Kapak adlı dergiler ile K24, Gazete Duvar ve Aksi Sanat adlı sanal ortamlarda yazdı.
Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa sürelik (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı "kitap kültürü" dergisini yönetti ve dergide yazdı.
2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında, Roman Kahramanları ve Kitap-lık dergileriyle T24 Haftalık ve Sanat Kritik adlı sanal ortamlarda aralıklarla yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017), Üç Duraklı Yolculuk (2021) ile İktidarın Gölgesi ve Roman (2022) adlı kitapları yayımlandı.
Hasan Öztürk'ün ilk yedi kitabını konu edinen "Hasan Öztürk'ün Eleştirel Denemeciliği" (Zeynep Şule Şahin, Ahi Evran Üniversitesi, Kırşehir 2023) adlı yüksek lisans tezi hazırlanmıştır.
|