26 Mayıs 2024
İnsanın Hikâyesi adlı kitabı baştan sona okumayı geç de olsa başardım, kendimi mutlu sayıyorum. James C. Davis'in Türkiye İş Bankası Yayınları arasında çıkan kitabını Türkçeye Barış Bıçakçı çevirmiş. Vaktiyle bazı bölümlerine bakabildiğim kitabı, Eylül 2022'deki yirminci baskısında okuyabildim. Kapak fotoğrafını bazı dostlarımla paylaştığım bu başvuru kitabının bizdeki ilk baskısı Haziran 2007'de yapılmış. (İş Bankası, sitesinde kitabı yirminci baskılı kapağıyla tanıtırken baskının "yılı" bilgisini 2007 olarak veriyor.) On beş yılda yirmi baskı, bu tür kitaplar için övünülmesi gereken sayısal veridir bu. Yokluğunun, ilgilisinde ciddi bir eksiklik sayılması gereken bu temel kitabın yeni baskısı yapıldı mı bilemiyorum ancak ulaşması gereken yeni okur kitlesi için kitabın bundan böyle de basılacağını düşünüyorum.
İnsanın Hikâyesi'nin açılışındaki, "ilk göçer insan topluluklarının yerleşik yaşama geçişlerini ve kentler kuruşlarını, komşularını fethedişlerini, dinleri biçimlendirişlerini, kim olduklarını ve yıldızların arasında nerede yaşadıklarını öğrenişlerini, bazı iyi ve çok fazla kötü şey yapışlarını, gelişmelerini ve uzaya gidişlerini" anlatacağını söyleyen açıklaması nedeniyle kitabın, "Taş devrinden Bugüne Tarihimiz" üst başlığını anmasak da olur bence. Bunca yıldır çok kereler basılan kitap hakkında kim bilir ne çok söz söylenmiştir, araştırıp bakmadım. Bildiğim bazılarına, bilmediğim çoklarını ekleyen kitabı okurken kitap boyunca dikkatimi çeken özellikle "güç/iktidar" vurgusu oldu diyebilirim. İzini sürdüğüm bu konuyla ilgili bazı ayrıntıları paylaşmak istedim, o kadar. Paylaşımlarımı paylaşanalar da çıkar belki, kim bilir.
İnsanın Hikâyesi kitabının "Taş Devrinden Bugüne" uzayan süreçteki iktidar görüntülerini yazmaya karar verince yazımın başlığına "güç" mü yoksa "iktidar" sözcüğünü mü seçmeliyim diye tereddüt ettim doğrusu. Neyse ki bu seçimde Elias Canetti kolaylaştırdı işimi. Kitle ve İktidar (1998; çev. Gülşat Aygen) kitabının, "iktidarın unsurları" bölümündeki "güç ve iktidar" kısmının; "İktidar daha geneldir ve güçten daha geniş bir uzam üzerinde işler; iktidar çok daha fazlasını içerir, ama daha az dinamiktir. İktidar daha törenseldir, hatta belirli bir sabır ölçüsü varıdır." cümleleriyle devamındaki "kediyle fare arasındaki ilişki" örneği, yazımın başlığını belirlememde yardımcı oldu ve "iktidar" sözcüğünü seçtim diyebilirim.
Davis, insanın hayli uzun bir süreçteki hikâyesini yazarken "iktidar" ekseninde görüş beyan etmiş pek çok düşünürün tezlerine esin kaynağı bireysel ve toplumsal dayanakları da göstermiş oluyor. Yaşamın her alanında karşımıza çıkan iktidar, içinde var olduğumuz toplum ve birlikte yaşadığımız hemcinslerimizle ilişkilerimizi belirlemekle de önemlidir. Görünüşte bize yukarıdan hükmedici sayarak sıkça eleştirdiğimiz iktidar gücü, çok zaman her birimizin de türlü gerekçelerle emrine girmeyi onayladığımız bir cazibe merkezidir. İnsanın Hikâyesi kitabında "homo erectus" (dik insan) oluşumuzdan "homo sapiens" (akıllı insan) olma sürecine kadarki serüvenimize tanık olurken Etienne de La Boéité'nin "Boyunduruk altında bir milyon insanın kendinden daha üstün bir gücün zorlamasıyla değil de, sanki tek bir kişinin adıyla büyülenerek sefilce hizmet etmesini görmek öylesine olağan bir şey ki, buna şaşmaktan çok üzülmek gerekir." (Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, 2011; çev. Mehmet Ali Ağaoğulları) uyarısını da göz ardı etmedim. İnsanın Hikâyesi'nin yalnızca "iktidar" duraklarına uğruyorum.
Hikâyesi, "evrimleşmesi" ve "yeryüzünün doldurulması" ile başlamış insan, daha ilk adımında, başka canlılar(hayvanlar)dan farkını gösteriyor: "Avcılar hendeğe inip, henüz ölmemiş bizonları öldürüyor. İşleri bittiğinde 190 bizon ölü yatıyor. Ardından avcılar bizonları kesip parçalıyor. Böylece kendilerine ziyafet çekmek ve kurutup daha sonra yemek için tonlarca (büyük olasılıkla tüketebileceklerinden çok daha fazla) etleri oluyor."
Irmak boylarında toplandığımız Mezopotamya coğrafyasında, ilişkileriyle uygarlığı oluşturan şehirlerde "büyük insan" olarak da adlandırılan "şef" ünvanlı kişiler türemiş. Taptıkları pek çok tanrıyı mutlu etmeye çalışan Sümerlilerin din önderi de sayılan bu "büyük insan" kişileri, "sıcak havadaki titrek parıltısı kilometrelerce uzaktan görülebilir" olan piramit biçimindeki Ziggurat adlı yüksekçe kulelerde yaşarmış. İsa'dan iki bin beş yüz yıl önce 137 metre yüksekliğinde bir Ziggurat… Bazıları ortalama bir otomobil ağırlığındaki iki milyon tane taş bloktan yapılmış bu kule, "görenlere hükümdarın gücünü" hatırlatsın diye yaptırılmış. İktidarın itibari için Ziggurat: çalışanlarına eziyet ve yaşayanlarının sefası için… Çok ilginç, Sümer ülkesinde "büyük insan" olmuş kişinin, "savaşlarda kazandığı zaferlerle ilgili böbürlenmelerini binaların üzerine kaydedecek yazıcıları" varmış. Gazete, televizyon, sosyal medya vb. olmadığı kadim zamanlarda hayli ilginç bir yöntem. Yüksekteki kendini seçtirmiş, övgü yazısını yüksek binalara yazdırıyor, aşağısındaki halkı görsün ve övünsün diye, lahavle!
"Yalnızca bir kral olarak değil, dini bir önder olarak da hizmet verecek ve Kudüs'ü hem siyasi hem ruhani başkent yapacak" kral Davut, "20 karısı ve cariyesi" ile yaşarken "Kitab-ı Mukaddes Süleyman'ın 700 karısı (bunlardan biri firavunun kızıydı) ve 300 cariyesi olduğunu" söylüyormuş. Bu Kudüs şehrinde "kireçtaşı, sedir ağacı, tunç ve altından görkemli bir tapınak, diğer bir deyişle 'Rabbin Evi' inşa" edilmiştir. Torgny Lindgren'in, burada yayımlanan bir yazımda anlattığım Bet-Şeba (1998) romanında akla ziyan ayrıntılarına yer verdiği bu baba-oğul iktidarında, "Çoğunluğu yoksul ve tutumlu olan halk, fildişi bir tahtta oturan, altın kaplarla içki içen, maymun ve tavus kuşu besleyen bir kralları olduğunu fark etmişti. Bu kral ağır vergiler yüklüyor, tapınak inşaatı için bir sürü erkeği zorla taş ocağına veya kereste kesmeye yolluyordu." İki sözcük gelsin şimdi aklımıza: "ders" ve "tekerrür".
Eski uygarlıklar benzeri, "bir ırmağın kıyısında" doğmuş Çin ülkesinde "Çiftçiler köylerde tavanı sazdan kulübelerde yaşarken, hükümdarlar, onların aileleri, hizmetkârlar, zanaatkârlar, din görevlileri ve bazı askerler kalın duvarlarla çevrili kentlerde yaşıyor" imiş. Çin halkının "yeryüzündeki insanların dörtte birini" oluşturduğu zamanlarda Çin hükümdarı, "Bu kadar geniş toprakları yöneten birinin bir kraldan daha büyük olduğuna karar verdi, bu nedenle kendisinin hem bir tanrı hem de bir kahraman olduğunu bildiren yeni bir ünvan kullanmaya" başladı. Çin hükümdarı, fethettiği ülkelerin seçkinlerini, "devasa sarayını uzun uzun seyredebilsin" diye Vey ırmağının karşı kıyısındaki köşklere yerleştirir. Kendisiyle alay ettikleri gerekçesiyle binlerce insanı öldürten Çin hükümdarı Hunğ-vu, "hiçbir komutanın kendisinin geçmişte olduğu gibi, güçlü bir komutan olmaması için orduyu bölümlere ayırmak" yanında "eğitimli insanlardan nefret ediyor" olduğundan "devlet görevlilerini bambu sopalarla sıkça dövdürür" imiş. Her birimiz dün ile bugün karşılaştırması yapabiliriz.
Ütopya yazarı ve kavrama ad veren Thomas More'u, bilmeyenimiz yoktur. Zamanın İngiltere'sinde Katolik Kilisesi'nin yönetimini ele geçiren VIII. Henry, "uyruğundakilerin ikinci evliliğini onayladığına dair yemin etmesini emretmiş" iken yemin etmeyen More, "devlete ihanet" suçuyla yargılanmış kellesi uçurulmuş, kafası da "Londra Köprüsündeki bir kazığa" geçirilmiştir. Kelle uçurma konusunda, dini iktidarın gazabına uğrayan İslam düşünürü Sühreverdi de aynı akıbeti yaşamıştı, bilenleri bilir.
Zavallı Kopernik… Batlamyus'un, Dünya merkezli evrenine karşılık Güneş merkezli evreni savunarak dengeleri sarsmış Kopernik, yıllarca emek verdiği ancak "alay konusu olmaktan korktuğu için" yayımlatamadığı Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine kitabını 1543'te öldüğü gün görebilmiş. İtalya'da, Kopernik'i hapse tıkmak isteyen âlim (!) başpiskopos, düşünürün yetmiş yıl önce öldüğünü öğrenince "hayretler içinde kalmış" imiş. Kopernik'in devamcısı Galileo, "uyarıldıktan sonra neredeyse 20 yıl boyunca baş belası kaleminden uzak" kalarak evinde mahkûm yaşayacak, kilise iktidarının emriyle onun Konuşmalar kitabını kimse okuyamayacaktır. İktidarın emriyle kendisinden "hatalarını kabul" ve "itaatsizliğini itiraf" etmesi istenen Galileo, iktidara "diz çöktü ve istenileni yaptı" utançla.
Dünyanın her yerinde "çoğunluğun adına küçük bir azınlık karar veriyor" olduğu günlerde, "vergileri toplayan, yasaları koyan, insanları hırsız olarak damgalayan ve savaş ilan eden" kişiler nedense "genellikle bir hükümdar ve varlıklı toprak sahipleri" olanlardır. Fransız İhtilali öncesinde, Fransa'nın "borç içinde" yüzdüğü, alınan yeni borçlarla eski borçların ödendiği günlerde kral XVI. Louis, "kendisi, kraliçesi Marie-Antoniette ve küçük oğulları Paris'ten 30 kilometre uzaklıktaki Versailles'da" yaşıyorlardır ve onların "bir uçtan diğerine uzunluğu 500 metreden fazla" olan hayli "gösterişli" saraylarında, "bin kadar saray mensubu ve dört bin kadar hizmetçi" yaşamaktadır. Ekmek yerine patates, devrim ve sonrası…
Gavrilo Princip adlı on dokuz yaşındaki gencin Bosna'da "1914 yılının güneşli bir Temmuz günü" Avusturya-Macaristan arşidüküyle karısını öldürerek başlattığı, dokuz milyon insanın öldüğü ve bunun iki katının yaralandığı birinci büyük savaştan Almanya gururu hayli örselenmiş olarak çıkmıştı. Ne var ki sonraki yıllarda "Versailles'daki aşağılanmanın öcü" alınacak, "Adolf Hitler bağırdıkça, diğer ülkeleri küçümsedikçe ve tehdit ettikçe binlerce insan onu alkışlayacaktı." 1933'teki şansölye Hitler, ilk olarak dava arkadaşlarını öldürmekle işe başlar. Almanya'daki herkesin "Führer'i koşulsuz sevmesini ve kendi kişiliğini hiçe saymasını" isteyen liseden terk Hitler iktidarında on yaşındaki çocukların andı: "Önderimizi temsil eden bu soylu sancağın huzurunda, bütün çabamı ve gücümü ülkemizin kurtarıcısı Adolf Hitler'e adayacağıma ant içerim." İşte o ant içmişlerden binlerce öğrenci, "ellerinde meşalelerde Berlin Üniversitesi'nin yanındaki meydana" yürümüş, "Meşaleleri kullanarak dev bir kitap yığını ateşe vermiş, alevler gökyüzüne yükselirken ateşe kitap atmaya devam etmişler ve toplam 20.00 kitap yakmışlardı." Olayın tanığı Canetti'nin Körleşme romanını anımsayınız. Bir muhterisin iktidarının özeti: dövülenler, öldürülenler, kamplarda açlığa ve ölüme terk edilenler, kurşuna dizilenler, yakılanlar, insanlığından utandırılanlar…
Felsefi temellerini Marks ile Engels'in kurduğu düşüncenin coğrafyasında 1930'larda "çelik adam" demek olan "bütün Rusya'nın üzerine dev bir ayı gibi dikilmiş" ve "yaratılıştan paranoyak" Josef Stalin. Devrime yol açmış yol arkadaşlarını öldürmekle başlayan Stalin'in Rusya'sında "açlıktan ölmemek için köpekleri ve kedileri" yiyen, topraklarından ve insanlığından edilen "kulak" lakaplı köylüler vardır. İktidarında "230.000 kişinin idamını" onaylamış Stalin, "1937 yılının Aralık ayında tek bir günde 3.167 kişinin idamının onaylamış sonra da sinemaya gitmiş." Stalin'in "korku imparatorluğu" için Orlando Figes'in Karanlıkta Fısıldaşanlar (2011) kitabıyla Mihail Bulgakov'un Üstat ile Margarita romanına özellikle bakılmalıdır. Stalin, "Demek piçin sonu böyle oldu" demişti, sığınakta rezilce ölen Hitler için. O da, "Bir hayvan, ama muhteşem büyüklükte hayvan" diyordu Stalin hakkında. "İkisi de büyük yalanların, günah keçilerinin, çalışma kamplarının, rap rap yürüyen postalların, sansürün, kinin, nefretin, tasfiyelerin ve şiddetin yararlarını biliyordu. Biri ırk, diğeri sınıf üzerinden halk avcılığı yapıyordu ama her ikisi için de asıl önemlisi iktidar, insanların mutlak denetimiydi." Sonrasında, "60 milyon insanın ölümüne" sebep olmuş, "yüzlerce milyon" insanı da sakat bırakmış ikinci büyük savaşı da bu zalim ikiliyle anmalıyız.
1949 sonbaharında iç savaşı kazanarak Çin Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ilan eden Mao Zedung, "kendi bildiğini" okuyarak "Rus komünistlerinin yaptığı gibi iktidardaki ilk yıllarında korktukları ve nefret ettikleri herkesi ortadan kaldırmak"la işe başlar. Ölümün kol gezdiği ülkedeki tabloyu yine Mao açıklamış: "Aslında bir yanlışlık yok; bu insanlar öldürülmeliydi. Toplam kaç kişi öldürüldü? 700.000 kişi öldürüldü, o dönemden sonra en az 70.000 kişi daha öldürülmüş olabilir. Ama 80.000'i geçmez." Ülkenin hiç olmadığı kadar "birlik içinde" olduğu o günlerde, "görünmez bir baskı sanki insanları susmaya zorluyor"dur. 300.000 aydın kişi "sağcı" olmakla suçlanıp önce mesleklerinden sonra da hayatlarından edilmiş, ardından da "nasıl giyineceğinize, nerede yaşayacağınıza, nasıl geçineceğinize, kiminle evleneceğinize ve ne kadar pirinç yiyeceğinize" dair ve üstüne üstlük Mao'nun "çok sayıda metresi" varken eşinizle "ne sıklıkla sevişeceğiniz konusunda" iktidar yetkili kılınmıştır. (Kadın bolluğuyla yaşayan kral Davud ile oğlu Süleyman da halkına böyle cinsel bir sınırlama getirmiş miydi acaba?) Mao'nun 1957-1958'de başlattığı "Büyük Atılım" adlı ekonomik kalkınma döneminin, "1959 ile 1962 yılları arasında kıtlık yüzünde 20 milyon insan" ölmüştür Çin'de. Neyse ki "ülke ayaktakımının yönetimine geçmiş gibi görünürken ve bu yetmiyormuş gibi insanlar sokaklarda birbirleriyle savaşıyorken" ileri gelen ordu güçleri Mao ile görüşerek "duruma müdahale" etmişler, sonrası malum. Yönetim ve ayaktakımı!
İnsanın Hikâyesi kitabının "Uçurumun Kıyısında Yürüyoruz" başlıklı 23. bölümü (s. 413-35), İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yaşananlardan edindiği deneyimlerle nispeten durulan bir dünyayı anlatıyor ki yeni dönemden haberdar olmak adına bölümün okunmasında yarar var derim. Kitabın sonlarında, üzerinde durulması gereken iki güç var: yemek ve bilgisayar. "Bazılarımız Zengin Oluyor" (385-412) bölümünde, işten çıkarılmış ustabaşının iki oğlu Dick ve Mac kardeşlerin 1930'lu yılların sonlarında küçük lokantalarının ön camına "MCDONALD'S" yazmalarıyla başlayan bir yemek imparatorluğunun serüveni var. Hikâye artık dünyanın hikâyesi, okumakta yarar var. Açılış yazısında "Bütün duyduklarımıza ve söylediklerimize karşın dünya epey uzun bir süredir iyiye gidiyor." yazılı kitabın son bölümünün başlığı "İnanılmaz Şeyler Yapıyoruz." İki genç akademisyen John Mauchly ve Presper Eckert, savaşın hemen sonrasında, 1946'da, "2,5metre yüksekliğinde, 25 metre uzunluğunda" ve "ağırlığı sekiz otomobil ağırlığına eşit" olan bilgisayarlarını yaptıklarında dünyayı kuşatacak bir teknoloji imparatorluğu kurmuş oluyorlardı. Henüz yüzüncü yılına varmamışken bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler elbette göz kamaştırıyor, başımızı döndürüyor. Buna karşılık yeni bir iktidar gücü doğdu ve hiç olmazsa genç kuşak, bu teknoloji iktidarının baskısından kurtulsun isteniyor. Hikâyemizin içinde ne çok hikâye var.
Bu yazım, eklektik bir yazı oldu ve dört başı mamur bir yazı olmadı, bunu biliyorum. Bu durum, oldukça hacimli bir kitabın içinden yalnızca "iktidar" konusunu öne çıkardığım için olmuş da olabilir. Yinelememde yarar var: İnsanın Hikâyesi her birimizin öğreneceklerinin çokluğuyla bilinmesi gereken bir kitaptır. Burada anlattıklarım dışında özellikle yazıya ve sanata dair de öğrendiklerim oldu kitaptan. İki büyük dünya savaşını, bilimsel gelişmeleri ve karşı duruşları, politik manevraları da öğrendim kitaptan. Kitabı okurken George Orwell'ın 1984 romanında, iktidar(Big Brother)ın hayali düşmanlar için düzenlettiği nefret günlerini anımsadım lakin modern zamanlarda yaşadığımız gerçeklere bakınca pek gülemedim. Orwell'ın, haklarında nefret günü düzenlenen hayali düşmanlarını düşünürken Ziya Paşa'nın iki dizesi geldi aklıma: "Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim/ Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde" (Birçok acemi müneccim, gökte yeni yıldızlar keşfedeyim derken gaflete dalarak yollarının üzerindeki kuyuyu görmez.) Hiç olmazsa bu yazıyı yazarken elimin altındaki "otorite/iktidar" odaklı kitapları "turfa müneccim" benzeri okumak yerine, kafamı kaldırıp da şöyle bir çevreme baksam mı dedim içimden. Bertrand Russell'ın, toplum yaşamında "bir kuramın ortaya çıkışıyla onun uygulama alanında etkinlik kazanması arasında genellikle büyük bir ara" olduğunu varsayarak "günümüzü anlamak için oldukça eski zamanlara dönmek zorunluğu" tezini, James C. Davis'in hikâyemize dair bilgilerinin önemine işaret sayıyorum. İnsanın Hikâyesi, özeti olmayan hikâyemizdir. Yalnızca insan değil, insanlık da anlatacak hikâyesi olduğunda var ise bir yerinden eklenelim hikâyeye.
Hasan Öztürk kimdir? Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisindeki yazılarıyla başlayan Hasan Öztürk, sonraki yıllarda; -bir iki yazısıyla adı geçenler sayılmazsa- Milli Kültür, Türk Edebiyatı, Türkiye Günlüğü, Polemik, Liberal Düşünce, Dergâh, Arka Kapak adlı dergiler ile K24, Gazete Duvar ve Aksi Sanat adlı sanal ortamlarda yazdı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa sürelik (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı "kitap kültürü" dergisini yönetti ve dergide yazdı. 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında, Roman Kahramanları ve Kitap-lık dergileriyle T24 Haftalık ve Sanat Kritik adlı sanal ortamlarda aralıklarla yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017), Üç Duraklı Yolculuk (2021) ile İktidarın Gölgesi ve Roman (2022) adlı kitapları yayımlandı. Hasan Öztürk'ün ilk yedi kitabını konu edinen “Hasan Öztürk'ün Eleştirel Denemeciliği” (Zeynep Şule Şahin, Ahi Evran Üniversitesi, Kırşehir 2023) adlı yüksek lisans tezi hazırlanmıştır. |
Necatigil için ev, içinde yalnızca yaşanılan bir nesne mekân değildir. Onun için ev, bir tür kaledir öyle ki o, evin içinde yaşanan ve dışında kalan insan ilişkileriyle toplumsal yaşamı değerlendirir, yorumlar
"Bir keresinde Kuş Kısmak romanımla TRT Radyo 1 Gecenin İçinden programına katılacaktım ama romanımın içeriği nedeniyle sansürlendim
Edebiyat ortamında Aylak Adam ve Anayurt Oteli romanlarıyla kendisine özgü bir yer edinmiş az yazan Atılgan, bundan böyle çok okunur mu, üzerinde durulmaya değer. Atılgan, kendi okurluğuyla yazarlığını “Okuyacak bunca güzel kitap varken yazarak ne diye canımı sıkayım,” sözüyle anlatmıştı, bu içtenliği umarım kendisine olumlu geri dönüş olur
© Tüm hakları saklıdır.