28 Ağustos 2022

'Günah Keçisi': Mitolojide, sanatta ve toplumsal yaşamda 'arınma' sembolü

İsa'dan başlayıp 2022'ye gelinceye dek sayıca ve türce ne çok 'günah keçisi' tanığıdır dünyamız. Saymakla da bitmez insanın 'günah keçisi' arama gerekçeleri. İşin zoru, herhangi bir durumda kendimizin de suçlu olabileceğini düşünerek başkasını suçlamaktan vazgeçmeyi denemektir

İngiliz ressam William Holman Hunt (1827-1910)'un "Günah Keçisi" tablosundaki keçinin hüzünlü gözlerine baktıkça keçinin, çöldeki bilinmezliğe doğru, "Allah'ım Neydi Günahım" türküsüyle yürüdüğü hissine kapılırım nedense. Resimden edebiyata geçtiğimde, keçinin işlediği 'suç' ile aldığı 'ceza' arasında bağlantı kurarken ne çok kişi benzeri benim de Dostoyevski takılır aklıma Suç ve Ceza romanıyla. Dünyanın, bütün günahlarından ancak başka insanların günahlarını yüklenerek arınacağı düşüncesiyle boyacı Nikolay, bir tür 'günah keçisi' olmayı üstlenir romanda. Buna karşılık okur olarak kendi suç eylemini sorgulayan Raskolnikov ile insanın tarihindeki ilk 'suç' ve onun bedeli 'ceza' hakkında düşünmeye yöneliriz. İlk sorumlular Âdem ile Havva için yolumuz ister istemez 'cennet' durağına uzar.


Günah Keçisi - William Holman 1854

Belleklerimizi zorlayacak çokluktaki yazının konusudur Âdem ile Havva ikilisinin işlediği 'suç' ve onlara 'ceza' olarak verilen 'cennetten kovuluş' ancak bir resim, bu tarihsel başlangıç için önemlidir. İtalyan Rönesans döneminin büyük ressamı Michelangelo (1475-1574)'nun Sistina Şapeli'nin tavanına resmettiği "İlk Günah ve Cennetten Kovuluş" freski, bu dinî motifin özgün bir görsel örneğidir. Hikâye bellidir. Cennet bahçesindeki 'bilgi' ağacının meyvesinden yemek, ikiliye kesin kes 'yasak' edilmiştir. İtaatsizliği nedeniyle cennetten kovulan Şeytan (İblis), konuşan yılanın ağzıdır orada. Yılan, kıvrak diliyle Havva'yı ikna eder yasak meyve için, Havva da Âdem'i. Yılan, oldukça önemli bir gerekçe sunmuştur Havva'ya: "Tanrı biliyor ki o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız." Nitekim öyle de olmuştur, meyveyi yer yemez gözleri açılan Âdem ile Havva, ilk olarak çıplak olduklarını görmüş ve aceleyle örtünmeye çalışmışlardır. Verilen cezayla ikili cennetten kovulmuştur ancak kendilerine emredilen yasağın gerekçesi "öleceksiniz" buyruğu doğru çıkmamış, onlar ölmemişlerdir. Cennetten kovulma suçlusunun Yılan mı, Havva mı yoksa Âdem mi olduğu konusundaki belirsizlik, 'günah keçisi' ritüelinin doğuşu olabilir, öyle ya bu ilk 'suç' birisine yıkılacaktır. Tufan günü eşeğin kuyruğuna tutunarak da olsa gemiye binmeyi başaran İblis, tufan sonrasının günahından sorumludur.

İlk günahın cezasıyla kovuluş, olduğu yerde kalmayıp dünyanın kültürünü besleyen zengin bir mitolojik kaynağa dönüşür zamanla. Kesilen dal benzeri iki uç verir otoriteye itaatsizlik sonrası cezalandırma: günah keçisi yaratma ve düşmanı şeytanlaştırma. Toplumsal yaşamda karşılığını sıkça bulan her iki gelişme, sosyal bilimlerin çalışma alanlarına konu edilirken bir yandan da sanat eserlerine yansır, çoklukla da edebiyatın yaratıcı metinlerine. Kutsal kitaplarla didaktik metinlerin çokça yer ayırdığı, aklî ölçülere vurulamayan bu yaşam tarzı ve sonrasındaki kovuluş süreci, edebiyatın kurmaca metinleri okunmaksızın kavranamaz gibidir. Bu ayrıcalık, yaratıcı sanatın öteyi görebilen ve bize de gösterebilen olmasıyladır.

Tekmil bir liste çıkarmak, sözü edilen bilinmezi sınırlamaktır ancak âlemin malumudur yol kılavuz ister yine de. Kayıp Cennet (John Milton), tartışmasız başat metindir bu ilk mekân ve düşüş için. "Âdem ile Havva" (Ahmet Hamdi Tanpınar) öyküsü, kaburga kemiğinden çıkışın mitolojik hikâyesidir. (Nazan Bekiroğlu) ile Kayıp Taşlar (Asuman Bayrak), okuru o mutluluk diyarının trajedisine götüren romanlardır. Âdem ile Havva'nın Güncesi (Mark Twain), bir aşkın hikâyesi olarak da okunabilir. Liste uzar gider ancak yazının konusu bu değil, ben de işin üstesinden gelebileceklerden değilim. Bu yazımda sözünü etmek istediğim, sosyal psikolojinin önemli kavramlarından 'günah keçisi' sembolünün değişik yansımalarını gördüğüm iki öyküdür sadece. "Yuşka" (Andrey Platonov) ve "Beyaz Mantolu Adam" (Oğuz Atay) öykülerine, burada yayımlanan, "Ey kadın, kalemin yoksa yazmaya dilin de olmasın konuşmaya! Bedenin var ya…" başlıklı yazımdaki "Yatık Emine" (Refik Halit Karay) ve "Çıkarma" (Maksim Gorki) adlı öyküler de eklenmiş olsun.

Sosyal bilim alanlarında çalışanların edebiyatın kurmaca metinlerine mesafeli duruşlarının giderek yakınlaşmaya döndüğüne tanık olmayı kendi adıma sevindirici buluyorum. Gorki'nin, adı geçen öyküsündeki, "Ben, mecazi olarak gerçeğin aşağılandığı, küçük düşürüldüğü bir olayı anlatmadım; üzülerek belirteyim ki mecazi anlamda değildir bu anlattıklarım." cümlesinin güveniyle sosyoloji profesörü Vincenzo Ruggiero'nun şu sözlerini mütevazı bir davet sayıyorum: "Kurmaca okumak daha çok ağır iş yükünden kaçmayı ya da bölüm yöneticilerini özellikle yorucu bir araştırma projesinden sonra ve yoğun sömestreler arasında, iş yapmadan oturup dinlenecekleri bir molaya ihtiyaçları olduğu konusunda ikna etmeyi başaran şanslı akademisyenlere verilen bir ayrıcalıktır." (Edebiyat ve Suç, 2009; çev. Berna Kılınçer; Kitabın, "Manzoni ve Meşru Eziyet" bölümü, bu yazımla okunsun isterim.)

Kabahat (suç) kürk olsa kimse üstüne almaz, sözünün evrensel gerçekliğine karşı çıkanımız yoktur. İşleyeni belli bir suçu, türlü nedenlerle başkasının üzerine yıkmanın bireysel ve toplumsal biçimlerinden söz edebiliriz. Suçumuzu, kişisel becerimizle bir başkasının üzerine yıkarak yasal cezadan kurtulmuş olsak bile rahatlama ya da arınma yoktur bunun sonunda, tam aksine giderek büyüyen vicdanî bir cezayı taşırız içimizde. Toplumsal işleyişte ise suçlar çoklukla müşterek işlenir lakin suçun faturası 'günah keçisi' kişiye ya da belirli kişilere ödetilir. Bilinmek ve görülmek istemeyen otorite, aynı biçimde eleştirilmek de istemez bu nedenle güçlünün suçunu üstelenecek bir güçsüz bulunmalıdır her zaman, bulunur da. Birbirlerine üstünlük için büyüğün büyüğü heykellerle Paskalya adasını yaşanmaz kılan kabile reislerinin, suçun faturasını adaya gemilerle gelen farelere kesmesi, ilginç bir örnektir.  Bürokrasiye dikkat ediniz, 'başarı' varsa bunu duyurmak, birinci kişinin yetkisindedir oysa yenilgi ya da olumsuzluk olduğunda her kademe, bir altındakine yıkmaya çalışır bu hezimeti.

"Yuşka" (Dönüş, 2013; çev. G. Çetao Kızılırmak) ve "Beyaz Mantolu Adam" ( Korkuyu Beklerken, 1996) öykülerinde, insanın var oluş kaygısı yanında bir de topluluğun kendi aralarından zayıf birini ötekileştirerek rahatlama çabasına tanık oluruz. Her iki öykünün bilgisiz kalabalığı, güçsüz kişiyi topluluk dışına çıkarmakla psikolojik bir rahatlamayı seçerler ki bu dışlamanın biçimi ve uğursuzun akıbeti, değişik kültürlerdeki arınmayı simgeleyen dinî içerikli 'günah keçisi' ritüelinin çağdaş versiyonudur. Önce dışlama/ tecrid, ardından gelen ise yok oluştur. Anlaşılan o ki kadim zamanlardan modern çağa, tanık olduğumuz toplumsal pratik aynıdır: Başkasını suçla! René Girard, "Eğer bizler kişisel ve kolektif günah keçilerini ustaca ve kurnazca keşfetmek konusunda birbirimizle yarışıyorsak, ya on dördüncü yüzyıl nasıldı?" (Günah Keçisi, 2005; çev. Işık Ergüden) sormakla yerden göğe kadar haklıdır.

Yuşka, demirci ustasının yanında oldukça düşük ücretle çalışan birisidir. Ustasının dairesindeki mutfakta kalan Yuşka, yemek ihtiyaçlarını orada karşılasa da çay, şeker ve kıyafet gibi 'lüks' ihtiyaçlarını kendisi almak zorundadır. Maaşının azlığı nedeniyle kıyafetini pek değiştiremeyen Yuşka, çay ve şeker de alamaz. İhtiyarın evden işe, işten eve gidişleri öylesine düzenlidir ki çevredeki aileler onu bir tür saat bilir ve zamanlarını ona göre ayarlarlar. Bütün bunlara karşılık, hemen herkes hor görür Yuşka'yı. Çocuklar ve yetişkinler olmadık hararetler eder, tartaklar ihtiyarı ancak o, hiçbir karşılık vermez sataşanlara. Canlı olup olmadığına, gerçekten var olup olmadığına, neden konuşmadığına dair sorularla sıkça rahatsız edilen Yuşka, "anlamadan beni seviyorlar" diye düşünür. Her yaz, bir süreliğine ayrılıp uzaklara giden Yuşka, sataşmalara dayanamayıp da "size ne zararım varmış" deyince aldığı bir yumruk darbesiyle yere yıkılır ve orada ölür. Onu rahatsız edenlerle çevredekilerin hepsi gelir cenazesine. Bütün kötülüklere katlanan Yuşka'nın yokluğunda, "kin ve alaylarını kendi aralarında tüketiyor" olacaklar için yaşam giderek kötüleşmeye başlamıştır artık.

Kalabalığın ortasında yapayalnız kalan Beyaz Mantolu Adam, dilenmeyi bile beceremez, kayda değmez küçük işler yapar. Konuşmadığından, çevresindekilerin alay konusudur. Dilencilikten topladığı paralarla bir kadın mantosu alıp giyer ikinci el satıcıdan ve cansız mankenlik de yapar bir giysi dükkânında. Turist, sağır, esrarkeş,  cüzzamlı, sahtekâr, tımarhane kaçkını gibi yaftalar yapıştırılır ona. Bir ara kafasına atılan topla yere yıkılır, çocukların ve yetişkinlerin türlü hakaretlerine maruz kalsa da karşılık vermez onlara. Çevresini hiddetlendiren de onun bu tepkisizliğidir. Sonunda denize giren Beyaz Mantolu Adam, boyunu aşacak derinliğe kadar yürür denizde ve ardından suda kaybolur.

Andrey Platonov ile Oğuz Atay, toplumsal arınma çabasının toplumdakileri de kurtarmadığına vurgu yaparlar sonunda. Platonov, genç bir doktor kızı göndererek Yuşka'yı aratır oralarda çünkü Yuşka, adeta yememiş içmemiş, onu okutmuştur. Oğuz Atay, denizde kaybolan Beyaz Mantolu Adam için "uzun bıyıklı" genci telaşlandırarak koşturur arkasından ancak nafiledir bu son koşu. Topluluk kafesindeki insanın varlığını sorgulayan bu iki öyküye, önceki yazımın 'günah keçisi' iki kadınını da ekleyelim, karşımıza çıkan tablo şudur: Toplumsal arınmanın gereği 'günah keçisi' seçilmek ve yok sayılmak nedense güçsüz kişinin payına düşendir. Gerçek yaşamda böyle olduğundan kurmaca metinlere de böyle yansımış, güçlüyü ve otoriteyi kurtarma operasyonu. Bu senaryo, tartışmasız, bütün toplumlarda her dönem böyle kurgulanmıştır. Ortega y Gasset, "Topluluk, evet, insani bir şeydir; ama, insansız insanlıktır, ruhsuz insanlık, tinsiz insanlık, insanlığından çıkmış insanlık." (İnsan ve Herkes, 2011; çev. Neyyire Gül Işık) derken yanlış mı söylemiş oluyordu yani…

Türkçede, "başkalarını suçlamanın tarihi" alt başlığıyla yayımlanan Günah Keçisi (2020; çev. Gizem Kastamonulu) kitabında Charlie Campbell, ayrıntılı açıklamalar getirir, çöle salınan günahkâr 'keçi' konusuna. Akla ziyan, şaşılacak bilgileri barındıran kitap, 'okumuş' her kişinin evinde/ elinde olsun isterim. Tevrat'ın "Levililer Kitabı"nda, Kefaret Günü ayinlerinde seçilen iki erkek keçiden birisi tanrıya kurban edilirken diğerine de toplumun günahları yüklenerek ıssız çöle doğru sürülüyormuş. Akıbeti ölmek veya öldürülmek olan bu keçinin boynuzlarındaki püskülün parlaklığının gün geçtikçe solması, toplumun günahlarından arındığına işaret sayılıyormuş. Benzer bir toplumsal arınma pratiği Antik Yunan kültüründe, keçi yerine insan seçilerek uygulanıyormuş. Seçilen bir kadın ve bir erkek, şehir içinde kırbaçlanıp dolaştırıldıktan sonra şehir dışına çıkartılıyor, muhtemelen de ölüyorlardır. Komşu Roma devletindeki uygulama, beyaz değneklere dövülen erkekle devam etmiş. Her yıl tekrarlanan bu gösteriyle bir yıl boyunca günahlarından arınmış toplum huzur içinde yaşıyormuş. Doğu dünyasında 'arınma'nın biçimsel bazı değişiklikleri vardır, o kadar. Başucu kitabında konuya felsefi derinlikle yaklaşan Girard, benzer uygulamanın Tibet ve Babil toplumu için de geçerli olduğunu yazıyor. Tibet sokaklarında oturarak gelip geçenlerin günahlarını topladıktan sonra yalnız başına yaşaması için şehir dışında bir mağaraya gönderilen kişiyle Babil'deki festivallerde sokaklarda insanların günahlarını toplamak için dolaştırılan suçluların şehir dışına çıkartıldıktan sonraki kaderleri öldürülmektir. Sonuç: Günahlardan arınma adına toplumu/ otoriteyi kurtarmak için hazırda 'günah keçisi' bekletmek gerekir. Modern dünyanın devrimlerinin hemen sonrasına dikkat ediniz.

Hiç olmazsa İsa'dan, yani 0'dan başlayıp 2022'ye gelinceye dek sayıca ve türce ne çok 'günah keçisi' tanığıdır dünyamız. Richard Kearney, "kayaya bağlanan Prometheus, Bakkhalar tarafından parçalanan Dionysos, kılıçtan geçirilen İphigenia, Romulus tarafından öldürülen Remus" (Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar, 2012; çev. Barış Özkul) için akla ilk gelenler der. Saymakla da bitmez insanın 'günah keçisi' arama gerekçeleri. İşin zoru, herhangi bir durumda kendimizin de suçlu olabileceğini düşünerek başkasını suçlamaktan vazgeçmeyi denemektir. Bu tarihsel süreçte Ortaçağ Avrupa'sının cadı avı saçmalıklarına dönersek başımız döner elbette, dönmeyelim o kadar eskiye. Görünen o ki modern dünyanın toplumları, yukarının 'ilahî' cezalarından kurtulmak için 'günah keçisi' yaratmıyor artık. Bugünkü kaygı, 'dünyalık' iktidarı korumak uğruna her biri gönüllü sayısız 'günah keçisi' bulmak, olmadıysa hayali düşmanlar yaratıp tez vakitte günahı yüklenecek hormonlu keçiler türetmektir. Modern zamanlarda, bütün günahları ellerini başına koyduğu keçiye yükleyerek onu ölüme gönderip toplumunu arındırmayı başarmış ne çok Harun var dünyada. Bu arınma modeli için dünya atlasından ülke aramaya gerek yok, kendi coğrafyamız çok gelir bize.

Son söz Campbell'ın: "Kendini kandırma kapasitemiz göz önüne alındığında sürekli suçlayacak birileri aramamız çok da şaşırtıcı olmamalı."

Hasan Öztürk kimdir?

Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı'da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978). 

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitapeksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku'K24ve 'Gazete Duvaradlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı. 

Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü' dergisini yönetti ve dergide yazdı. 

Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalıkve 'Aksi Sanatsanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır. 

Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır

Yazarın Diğer Yazıları

45 yıl sonra Behçet Necatigil: “Mektuplar hiçbir zaman yüzde yüz halisane olamıyor”

Necatigil için ev, içinde yalnızca yaşanılan bir nesne mekân değildir. Onun için ev, bir tür kaledir öyle ki o, evin içinde yaşanan ve dışında kalan insan ilişkileriyle toplumsal yaşamı değerlendirir, yorumlar

Murat Akan, ‘Sansar, Baykuş ve Tomson’ romanını anlattı: Cinlerin, perilerin cirit attığı masalsı ortam kaybolup gitmesin istedim

"Bir keresinde Kuş Kısmak romanımla TRT Radyo 1 Gecenin İçinden programına katılacaktım ama romanımın içeriği nedeniyle sansürlendim

1959’dan günümüze Yusuf Atılgan üzerine yazılar kitabı ve eleştiride ‘özür’ beyanı

Edebiyat ortamında Aylak Adam ve Anayurt Oteli romanlarıyla kendisine özgü bir yer edinmiş az yazan Atılgan, bundan böyle çok okunur mu, üzerinde durulmaya değer. Atılgan, kendi okurluğuyla yazarlığını “Okuyacak bunca güzel kitap varken yazarak ne diye canımı sıkayım,” sözüyle anlatmıştı, bu içtenliği umarım kendisine olumlu geri dönüş olur

"
"