Ahmet Altan,
sevgili kardeşim;
Seni gerçekten özledim.
Duydum ki yine bir şeyler yazmışsın.
Yakında İngilizce, Almanca yayınlanacakmış.
Aslansın!
Mutlaka güzel yazmışındır.
Bak sen, Çetin abinin deyişiyle, "bir avuç gökyüzü"nden yoksun da olsan yazıyorsun.
Diktatör, ne yaparsa yapsın, sözcükleri hapsedemiyor.
Evet öyle.
Diktatörün tüm zorbalığına, bütün müstebitliğine, kaba saba despotluğuna rağmen sözcükler özgürce uçuşuyor.
Ahmet kardeşim;
Zindanda, dört duvar arasında da olsan yazıyorsun.
Biliyorum yazdıkça da özgürleşiyorsun.
Elbette farkındayım.
Yazmak seni özgürleştiriyor.
Ama ben özgür değilim.
Kendimi özgür hissetmiyorum.
Birkaç gün önce Zaman gazetesi yazarlarının davasını izledim Çağlayan'da.
Şahin Alpay, Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan, Mustafa Ünal, Mümtazer Türköne, İhsan Dağı, Orhan Kemal Cengiz, Lale Kemal, Nuriye Akman...
Güzel savunmalar dinledim.
Mustafa Ünal dedi ki:
Gazetecilerden, yazarlardan, düşünce ve fikirden bu kadar korkunun sebebi nedir?
Ortada suç falan yok.
Dosya bomboş.
İddianame çürük.
Mütalaa ondan da fecaat...
Hukuku katleden bir dava…
Adaletin canına okuyan bir dava…
Hepsi öyle değil mi davaların.
Hukuku katleden, adaletin canına okuyan davalar değil mi?
Mario Vargas Llosa diyordu ki; yazıyorum, çünkü mutlu değilim.
Yazmak benim için mutsuzluğa karşı bir mücadele yolu...
Sevgili kardeşim;
Canım sıkkın bugünlerde.
Çağlayan'da iki uzun gün geçirdim geçen hafta.
Sonra, bir köşede gece vakti oturdum yazı yazdım.
Belki ilgi çeker diye.
Belki okunur diye.
Ne ilgi çekti, ne okundu.
Ne de bu dava ertesi gün gazetelerde, medyada tek satır haber oldu.
Ne yazık ki olmadı.
Hukukun, adaletin, ifade özgürlüğünün canını okuyan bir davanın iki günlük duruşması medyada yok edildi, görülmedi.
Ne kadar hazin.
Ne diye yazıyorum ki diye isyan ettim kendi kendime...
Sevgili Ahmet;
Geçen hafta sonu İngiliz Financial Times gazetesinde Mario Vargas Llosa'yla yapılmış bir sohbet okudum (FT Weekend, 5/6 Mayıs 2018).
Bir yerinde şöyle diyordu:
Yazıyorum, çünkü mutlu değilim.
Yazmak benim için mutsuzluğa karşı bir mücadele yolu.
Aslında, yazarken ölmeyi umut ediyorum.
Yazmak benim hayatım.
Ahmetcim;
Yazmak galiba hepimizi ayakta tutuyor.
Yazmak, öyle sanıyorum ki, beni de özgürleştiriyor.
Ama bazen bugünlerdeki gibi kendimi çok çaresiz hissediyorum.
Sizler içeridesiniz.
Sen, Nazlı, Mehmet, Osman, Enis, sevgili Selahattin, Ayla, Gültan, Fırat, Aysel, Figen...
Ve daha birçokları...
Siz zindanda özgürlüğünüzden yoksun bunca zamandır yatarken, ben de kendimi suçlu hissediyorum.
Elimden bir şey gelmediği için böyle hissediyorum...
Biliyorum,
sen bu mektubu da okumayazsın, çünkü internet yasak senin oralarda; boş ver...
Sevgili Ahmet kardeşim;
Bu satırları pazartesi akşamı oturdum yalnız başıma, kendi başıma çabuk çabuk yazıyorum.
Belki işe yarar bir şey yaptığımı sandığım için yazıyorum.
Ya da bir başka dünyadayım.
Sanki bir başka gezegende yaşıyorum.
İki satır yazı yazdığı için, bir iktidarı iki satır eleştirdiği için ömür boyu hapse mahkum edilen insanların dünyasında yaşıyorum çünkü...
Ve bundan utanç duyuyorum.
Çevremdeki hayatın bütün bu haksızlıklar, hukuksuzluklar, bütün bu rezillikler yokmuş gibi böylesine ilgisizlik içinde devam ediyor olması beni boğuyor.
Sevgili Ahmet;
Ama biliyorum, sen de bu mektubu okumayacaksın, çünkü internet yasak senin oralarda...
Boş ver.
İnşallah yine bir rakı masasının etrafında buluşup gürültülü birlikteliğimize kavuşuruz.
Kendine iyi bak sevgili kardeşim.