23 Mayıs 2024

Venedik’te ütopyalar yarışıyor!

Benim ütopyam var mı? Yoksa hep hiç gerçekleşmeyecek hayallerin peşindeki nafile koşularla nefes nefese geçen bir hayat mı benim ki?..

Venedik'te aldım bu notları.
Harry's Bar'ın o köşesinde,
yaşlı hatıralarla oturup
bir yazı bekleyecektim.
Ama olmadı,
yazım İstanbul'a kaldı.
Öğle vakti barın kapısını açtım,
tıklım tıklım doluydu.
Hemingway'in barının
o köşesine ilk defa
1984 yılında oturmuştum.

Grande Canal'da, Harry's Bar'da Hemginway'le...

Yıllar ne çabuk akıp gidiyor.
O barda, o akşamı anımsıyorum.
Çoktan bir başka diyara uğurladığımız
Peter Galliner ev sahibi...
Uluslararası Basın Enstitüsü
Genel Sekreteri’ydi,
ben de Yürütme Kurulu üyesi.
Kültürle, ifade özgürlüğüyle ilgili
bir konferans için Venedik’teydik.
Ben de bir konuşma yapmıştım.
Konusu, 12 Eylül askeri yönetimi
zamanlarında radyo-tv tekeline sahip
TRT'de "yasaklanan sözcükler"e dairdi.
Sözcüklerin özgürce uçuşamadığı
bir dönemi bu yasaklarla
anlatmaya çalışmıştım.
Konuşmamın ilgi çektiğini ise
akşam Harry’s Bar’da fark etmiştim.
Alman kültür dünyasının
"Edebiyat Papası"
Marcel Reich-Ranicki’yle
yasaklar üzerine sohbet etmiştik.
Frankfurter Algemeine Zeitung
gazetesinin kültür-edebiyat bölümünü
yöneten Reich-Ranicki,
o yasakları kendi hayatında yaşamıştı.
Marcel Reich-Ranicki
bir Polonya Yahudisi’ydi.
Hitler ordularının Polonya işgalini
Varşova Gettosu’nda yaşamış,
ailesini Treblinka’da,
gaz odalarında kaybetmişti.
Komünist de olmuş, sonra soğumuştu.
O gece Harry’s Bar’da benimle özgürlük
ve insan hakları üzerine konuşmuş,
Türkiye’yi, askeri yönetimi merak etmişti.
Sonraki yıllarda
kendisini izlemeye çalışmıştım.
1990’lı yıllarda çıkan
Mein Leben (Hayatım)
isimli kitabını bir solukta okumuştum,
ne hayatlar var diye diye..

Günlüğümü karıştırıyorum.
Venedik, 2013 yılı Eylül ayı,

Venedik Bienali'nin duvarlarında İsrail protestoları,
Filistin'e özgürlük sloganları

Notlarımın arasında,
ya hayallerim tükenirse,
diye bir cümle...
Sabahın erken saatleri.
Turistlerden olabilecek en uzak bir yerde
ama yine kanala açılan
daracık bir ara sokakta,
kiliseye bitişik bir kaldırım kahvesi.
Kimsecikler yok, etraf tenha.
Bilgisayarımı açtım,
günün ilk kahvesiyle
yazıyı bekliyorum.
Sabah sabah hüzünlü bir keman sesi...
Kilisenin önünde
saçı sakalı birbirine karışmış
pejmürde bir adam,
başında kasketi,
ayakta dikilmiş keman çalıyor,
kemanının kutusunu da önüne açmış...
Cıvıl cıvıl iki kız çocuğu,
on on iki yaşlarında,
şarkı söyleyerek neşe içinde
önümden geçerken
benimle de eğleniyorlar,
İçim ısınıyor.
Bazen sözcükleri bulmakta zorlanıyorum.
Çok çabuk geçen yılların ürünü olabilir mi?..
Annesi bağırdı,
oğlan çocuğu topuyla eve girdi
istemeye istemeye...
Oysa benim ilgimden memnundu.
Ben kendisini izledikçe,
topa daha sert voleler çakıyordu.
İnsanoğlu böyledir, ilgi bekler.
Ayaklarımın arasında güvercinler dolaşıyor.
Kilisenin çanları...
Kaç kez geldim,
hiç değişmiyor Venedik...
Çekiciliğini de kaybetmiyor.
Yaşayan bir müzenin içinde,
tarihle flört edercesine
bir duyguyla gezip duruyorum
her seferinde...
Venedik Bienali’nin girişinde
136 kattan oluşan
hayali müze hoş geldiniz diyor.
Sanatçı Marino Auriti’nin
1955’teki bir ütopyası
bu yılki bienalin esin kaynağı olmuş...
Venedik’te zaman geçiren herkes,
öyle sanıyorum ki, hayaller kurar.
Bu şehir insanın hayallerini besler.
Kimi geçmişe, kimi geleceğe doğru
yolculuğa çıkar.
Ben de öyle...
Benim hayallerim nedir?
Bir kitap, bir kitap daha...
Ya hayallerim tükenirse?..
Ya geleceğe dair hayaller kuramayacağım
günler gelip çatarsa?..
Ya da geleceğim sadece geçmişten
ibaret kalırsa?..
Ya etrafıma, Amin Maalouf’un
Uzak Limanlar” romanındaki
kahramanına söylettiği gibi,

Hayır kızım,
beklediğim yarınlar
hiç gelmedi,

demeye başlarsam?..
Ne tuhaf heykeller!
Kocaman kocaman.
Gri, kurşuni, çamurdan gibi.
Yüzler belli belirsiz.
İnsanın içini kasvetle daraltıyor,
hüzün veriyor.
Ama düşündürüyor,
bu heykeller neden bu kadar kurşuni,
neden bu kadar gri, melankolik diye..
Kim bilir belki de heykeltıraşın
uzun hayatında yaşadığı acılardır
bu kasvetli duyguların altında yatan...

Göç acıları, savaş acıları, kadın ve LGBT hakları bu yılki Venedik Bienali'ne damgasını vuruyor

Adı, Hans Josephsohn, Kaliningrad,
eski adıyla Königsberg doğumlu.
1920'de doğmuş, 2012'de ölmüş.
Doğu Prusya’dayken Hitler’den kaçıyor.
Floransa’da okurken faşizm yüzünden
yine tası tarağı toplayıp gidiyor,
İsviçre’ye kapağı atıp
bir daha da yerinden
ölene kadar hiç kıpırdamıyor.
Bienal haberine başlık atmış:

Venedik’te ütopyalar yarışıyor!

Benim ütopyam var mı?
Ya da hiç oldu mu?
Yoksa hep hiç gerçekleşmeyecek
hayallerin peşindeki nafile koşularla
nefes nefese geçen bir hayat mı benim ki?..
Hatırlıyorum, Bodrum'da, Türkbükü’ndeki
o lokantadaki adamı.
1990’larda ne zaman karşılaşsak,

Hasan Bey, lütfen biraz demokrasi!

diye tatlı tatlı kafa bulurdu benimle...
Güzel bir sürpriz!
Bienalin girişinde,
Arsenale’de Yüksel Arslan’ın
eserlerinden bir yumak,
Marks’ın koca kafası...
Selçuk Demirel tanıştırmıştı beni
Yüksel Arslan'la, Paris’te bir akşam yemeği
yemiştik St.Germain’de...
Arjantin pavyonunda Evita Peron.
12 Eylül günlerinin
karanlık Ankara’sında
ne çok dinlemiştik,
Don’t Cry For Me Argentina şarkısını...
Venedik Bienali’nde
güzel bir sürpriz daha:
Ali Kazma’nın Rezistans’ı...
Çarpıcı, düşündürücü
bir video enstelasyonu...
Özellikle Türk bayrağının önünde
vücut yarıştırma müsabakası yapanlarla,
jüri üyelerinin o beşuş ve mesrur
yüz ifadeleri, kim bilir belki de,
milliyetçiliğin boşluğunu da anlatan
bir fotoğraf karesi...
Ali Kazma her bir videosunu,

Resistance salutes #occupygezi

başlığı altında Gezi Direnişi’ne
ithaf etmiş...

Gülsün Karamustafa'nın Venedik Bienali'nin Türkiye Pavyonu'ndaki eseri...

Yine bir Venedik Günlüğü...
Tarih, 17 Eylül 1995.
Palazzo Labia’da bir konferans.
Büyük Kanal’ın üstündeki Labia Sarayı
1600’lerin başında
zengin bir Katalan tüccar
tarafından inşa ettirilmiş.
Zenginliği o kadar dillere destanmış ki,
sarayındaki her ziyafet sonrasında
som altından tabak bıçak takımları
büyük bir tantanayla kanala atılırmış...
Ama bir söylentiye göre
ertesi sabah balıkçı ağlarıyla
altın sofra takımları toplanırmış...
Tavanlar, duvarlar, yerler
öylesine işlenmiş ki
insan gözlerini alamıyor.
Renk cümbüşü resimler,
freskler, duvar halıları,
mermere can vermiş ustalık örnekleri...
Hiç böyle bir yerde konferans yapılır mı?
Böylesine süzme bir sanatsal zenginliğin
içinde insan her daim etrafı seyre dalabiliyor.
Konsantre olmak güç...
Konuşma sırası, Bernard Kouchner’de.
Cumhurbaşkanı Mitterrand döneminde
bir süre İnsan Hakları Bakanlığı koltuğunda oturmuştu Fransa’da.
İnsanî Hareket Derneği Başkanlığı
yapan Kouchner’in tebliği,
Hoşgörüsüzlük: Yeni Demirperde!
başlığını taşıyor.
Fransız siyaset adamı sözü
Cezayir’e getiriyor.
Hitler’in de seçim sandığından çıktığını,
fakat sonra diktasını kurduğuna işaret ediyor.
Ve soruyor:

“Aynı şey Cezayir’de olabilir miydi?”

Sorunun tarzı ve soruluş üslubu öyle ki,
İslamcı Cephe’yi seçim yoluyla
iktidara gelmekten alıkoyan
Cezayir ordusunun "darbesi"ni
diplomatik bir dille onaylıyor.
İnsan hakları emperyalizmi
kavramını işliyor.
İnsan haklarını korumak için
gerektiğinde askerî müdahalede
bulunmak üzere Birleşmiş Milletler
şemsiyesi altında “Beyaz miğferli
insan hakları ordusu”nun
kurulabileceğinden söz ediyor.
Hava sıcak. Açık pencerelerden
bir gondolcunun akordeon eşliğindeki
gür ve neşeli sesi
konferans salonunda patlayınca,
herkesi gülme krizi tutuyor.
Sarayın önündeki taş meydan cıvıl cıvıl.
Gencecik kızlar gitarcının çevresinde
halka olmuş dans ediyor.
Genç adam gitarını çalıyor.
Ağzındaki mızıkayı üflüyor.
Ayağına tef benzeri bir çalgıyı bağlamış,
onunla da tempo tutuyor.
Dört kol çengi!
Çevreye dalga dalga neşe yayıyor,
yaşama sevinci aşılıyor.
Böylesine güzelliklerin ortasında insanlar birbirlerine ne diye,
hangi akla hizmet acı çektirirler?
Canavarlaşırlar?
Bu sorular, birkaç kanal ötede
ancak tek bir kişinin güçbela geçebileceği genişlikteki sokaktan
Avrupa’nın en eski "Yahudi gettosu"na
girerken insanın aklına takılıyor.
İspanya’dan kaçan Yahudiler
buraya ilk defa XV. yüzyılın
sonunda gelmişler. İkinci Dünya Savaşı öncesi
elli bin civarındaymış
Venedik gettosunun nüfusu.
Sonra Hitler'in gaz odaları...
Şimdi sayıları beş yüz bile değil.

Meksikalı sanatçı Teresa Margolles'in, Venezuela- Kolombiya sınırını
geçerken ölen bir işiçinin kurumuş kanıyla yaptığı eser

Getto ahalisinin acı öyküsü
meydandaki ulu çınarın dibindeki
kırmızı tuğladan bir duvarın
üstüne işlenmiş. Yaşanan acı,
simsiyah bir kabartmayla tasvir edilmiş.
Simsiyah vagonlar...
Etrafında insanı irkilten miğferleriyle
Hitler’in askerleri...
İte kaka, balık istifi doldurulan
simsiyah vagonlar...
Lokomotifin bacasından yükselen simsiyah duman...
Gaz odalarından çıkan dumanlar gibi...
Yarım yüzyıl önce binlerce Yahudi’nin
ölüm yolculuğu burada böyle başlamış.
Kabartmanın altında bir not:

Hiçbir şey sizin ölümünüzü
hafızalarımızdan silemez.
Sizin mezarınız,
bizim hafızalarımızdır.

Altında “Venedik halkı” imzası var.
Kim bilir, belki de bu anıt
Venedikli’nin kendi vicdanıyla
hesaplaşmasının bir ürünüdür.
Getto'nun meydanında
çocuklar top oynuyor.
Hava o kadar güzel ki.
Venedik’in güzelliği
insanın nefesini öylesine kesiyor ki.
Yarım yüzyıl önce de bu güzellikler vardı.
Çocuklar yine cıvıl cıvıl oynuyor,
taş avluda güvercinler yine oynaşıyordu
güneşin altında.
Ama Hitler’in askerleri
insanları kara trenlere doldurup
ölüm kamplarına gönderebiliyordu.
Venedik’te böylesine güzelliklerin içinde
cehennemi yaratıyor, yaşatıyorlardı.
Ne adına?
Irk, milliyet, ideoloji, dil, din
adına mı?
İnsanlıktan daha üstün
“değerler” olabilir miydi ki?..
Nazizm'den bu yana yarım yüzyıl geçti.
Venedik gettosu bugün,
1995’in eylül ayında
neşeli turistlerin mekânı artık.
Ama Venedik’e kuş uçuşu mesafede,
Adriyatik Denizi’nin öbür yakasında
Bosna cehenneminin ateşleri
yanmaya devam ediyor.
Bir ay önce o topraklarda
iki hafta dolaştım.
Bihaç’ı, Mostar’ı gördüm.
İgman Dağı’ndan Saraybosna’ya indim.
Avrupa’nın göbeğinde cehennem ateşinin
nasıl hala yandığını gözlerimle gördüm.
Milliyetçiliğin, ırkçılığın barbarlığına,
kâbusuna tanık oldum.
Yaşlı kıta hâlâ tam akıllanabilmiş değil.
Eski bir komünist olan
Venedik’in Belediye Başkanı
Cacciari’nin konuşması ilginç:

Hoşgörü kavramını
sloganlaştırmanın
altında yatan tehlike...

Belediye Başkanı, içi boşalan
güzel kavramların pratikte hiçbir işe
yaramayacağını anlatıyor.
Büyük Kanal’da, Rialto Köprüsü’nün dibindeki
şirin bir kahvede,
bir bardak Chianti şarabının eşliğinde
ertesi günkü yazım için not alıyorum.
Konuşanı çok ama düşüneni az
bir Türkiye’de yaşıyoruz.
Konuşan Türkiye
ama “düşünen Türkiye” değil!
Torna tezgâhından çıkmış gibi
“tek tip” düşünenin ağır bastığı
bir Türkiye bu...
Farklı düşüneni, aykırı düşüneni
sevmeyen bir Türkiye bu...
Aykırı düşüneni, farklı düşüneni
hâlâ cezalandırabilen
bir Türkiye bu...
Herkesin “devlet gibi”
düşünmesini isteyen bir Türkiye bu...
Herkesin “kendisi gibi”
düşünmesini isteyen insanların
yaşadığı bir Türkiye bu...
Farklılıktan korkan,
farklılığın renk ve yaratıcılık
olduğundan habersiz
bir Türkiye’de yaşıyoruz hâlâ...
Düşüncenin karşısına
düşünceyle değil küfürle,
sopayla, cezayla çıkılıyor bu ülkede hâlâ...
Stefanos Yerasimos’un
"Milliyetler ve Sınıflar" isimli
kitabındaki şu cümle ilginç:

Kendini ortaya koymak için
bulunan en kestirme yolun,
ötekinden
nefret etmek olduğu gerçeği...

Bundan nasıl sakınacağız ?
Barış içinde yaşayabilmek,
böylesine bir nefretin
hayatımızdan çıkmasına bağlı.
Bu nefret halen geçerliğini koruyor.
Etnik, dinsel, düşünsel alanlarda
kendini ortaya koymak için
en kestirme yolun ötekinden
nefret etmek olduğu gerçeği
hayatımızdan hiç eksik olmuyor.
Kimi Türklüğünü, kimi Kürtlüğünü...
Kimi Sünnîliğini, kimi Alevîliğini...
Kimi laikliğini, kimi anti-laikliğini...
Kimi inancını, kimi inançsızlığını...
Her biri kendini ortaya koymak için
ötekini yok sayma sevdasında.
Öylesine bir kör inanç,
öylesine bir bağnazlık ki bu,
faturasını çok acı biçimde
yaşamaya devam ediyoruz.
Büyük Kanal’da gondollar geçiyor.
Rialto Köprüsü gün batarken,
akşamın ilk ışıklarıyla
masalsı bir havaya bürünüyor.
Bu pastel renkler, bu romantik ortam
beni bile şair yapabilir.
Venedik'ten 29 yıl öncesinin notları...

Ayşem'le Rialto Köprüsü'nden bir Venedik hatırası

Geçen hafta yine Venedik'teydim.
İstanbul Modern'den bir grupla,
Venedik Bienali'ni gezdik Ayşem'le.
Memnundum halimden,
zira bu güzel, müstesna şehir
bana hayallerimin
hala tükenmediğini anlattı.
O akşamı hiç unutamayacağım.
Birden bardaktan boşanırcasına
yağmur bastırdı,
sanki gök delinmişti.
Kanallar ufak ufak taşmaya,
San Marco Meydanı'nı
su basmaya başladı. Ayşem'le
bir yandan kahkahalarla gülüyor,
arada birbirimize bağırıyor,
bir yandan da bileklerimize kadar
suda bata çıka yürümeye çabalıyorduk.
Ne güzeldi, Venedik'i
böyle yaşamak da varmış...
Göç acıları, savaş, kadın
ve LGBT haklarının
damgasını vurduğu pavyonları
geziyoruz.
Ve Gülsün Karamustafa'nın,

Oyuk ve Kırık Dökük:
Bir Dünya Hali

adını taşıyan çarpıcı yapıtının önünde,
yine Selen Özata'nın heyecanlı,
keyifli açıklamalarını dinliyoruz.
Venedik günlerimiz yine çok güzeldi.

Hasan Cemal kimdir?

Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 

1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 

28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. 

Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. 

Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: 

Tank Sesiyle Uyanmak (1986)

Demokrasi Korkusu (1986)

Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) 

Özal Hikâyesi (1989)

Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999)

Kürtler (2003)

Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005)

Türkiye'nin Asker Sorunu (2010)

Barışa Emanet Olun (2011)

1915: Ermeni Soykırımı (2012)

Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014)

Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014)

- Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018)

- Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Futbol kaçıkları Almanya'da!

Hadi maça maça, futbol şenliği başladı. Bizim milli takım da Almanya'da, üstelik "seyirci üstünlüğü" de bizde... Neden 2008'de Viyana'da kıl payı kaçırdığımız tarihi Berlin'de yazmayalım?

Prag: Özgürlük adına Jan Hus'a selam çakarken…

“Kim ki kendi geçmişiyle hesaplaşmaktan korkar, o asıl gelecek olandan korkmalıdır. Yalanlar bizi yalanlardan kurtarmaz!”

Zamane diktatörleri... Etki ajanları...

Elimde bir kitap, "Şubat 1933, Edebiyatın Kara Kışı..." Düşünüyorum, demokrasi ve özgürlük hasreti hiç dinmeyecek mi?...