10 Haziran 2024

Prag: Özgürlük adına Jan Hus'a selam çakarken…

“Kim ki kendi geçmişiyle hesaplaşmaktan korkar, o asıl gelecek olandan korkmalıdır. Yalanlar bizi yalanlardan kurtarmaz!”

Jan Hus'a doğru yürüyorum.
Ne kadar heybetli bir anıt.
Otoriteye itiraz...
Otoriteye direniş...
On beşinci yüzyılda Katolik Kilisesi'ne
kafa tutan, din öyle değil
böyle yaşanmalı diye
bayrak açan bir din adamı...
Din düşmanı ilan edilir.
Tarih, 6 Temmuz 1415.
Meydanda bir kazığa bağlanır
ve yakılır Jan Hus.
Meydandan yükselen alevler
Ortaçağ karanlığını aydınlatır,
geleceğin özgürlük ateşini yakar.
Jan Hus anıtının
çevresinde dolaşıyorum.
Kimbilir kendisini o zamanlar
ne kadar yalnız hissetmiştir,
yaşadığı zindanlarda
ne kadar acı çekmiştir.
Dimdik duruyor.

Prag'da Jan Hus anıtı, sabah vakti…
Prag'da Jan Hus anıtı, sabah vakti…

Prag'da Jan Hus anıtı, gece vakti...

Özgürlük adına
Jan Hus'a selam çakarken
aklıma geliyor,
kilisenin yaktığı bir başka din adamı.
Tarih, 16 Şubat 1600.
Roma'da Campo de Fiori Meydanı.
Papaz Giordano Bruno
şafakla birlikte
Engizisyon muhafızları tarafından
sürüklene sürüklene getirilir.
Meydanın ortasındaki
odun yığınınındaki
tahta direğe bağlanır.
Bir cellat, elinde kocaman keskin
bir kıskaçla yaklaşır.
Giordano Bruno'nun dilini koparırken
meydanı dolduran kalabalık
kendinden geçmişçesine haykırır.
O sırada bir keşiş,
meşaleyle tutuşturur odun yığınını...
Suçu neydi Giordano Bruno'nun?
Tıpkı Jan Hus gibi
kendi zamanının ötesinde yaşamak!


Roma'da, Campo de Fiori Meydanı, 
Giordano Bruno heykeli

Kiliseye, Hıristiyan şeriatına
karşı çıkmıştı.
Akla aykırılıkları
sorgulamaya kalkışmıştı.
Dini ve felsefi özgürlük demişti.
Dogmadan değil,
akıldan yana çıkmıştı.
Böylece aklın özgürleşmesine,
eleştirel düşünceye, laikliğe,
bilime giden yolun açılmasına
katkıda bulunmuştu.
Ama yakıldı!
Fakat yükselen alevler
dünyayı aydınlattı.
Hıristiyan Ortaçağı'nın karanlığı,
Brunolar'ın, Jan Hus'ların
yürekli çabalarıyla aydınlığa dönüştü.
Önü açıldı insanlığın.
Jan Hus Anıtı'nı seyrederken
Roma'daki Çiçek Tarlası Meydanı
gözümün önüne geliyor.
Giordano Bruno'nun heykelinden
güvercinler hiç eksik olmaz.
Jan Hus'unki de öyle...
Merdivenlerinde sarmaş dolaş gençler oturur.
Jan Hus'unki de öyle...
Aklın özgür olması için,
tutsaklıktan kurtulması için
tarih boyu ne acılar
çekildiğinin çarpıcı simgeleridir
bu anıtlar, bu meydanlar...
Wenceslas Meydanı'nda
yürüyoruz Ayşe'mle...


Wenceslas'da yürüyoruz Ayşe'mle,
Vaclav Havel'in 1989'da Kadife
Devrimi'ni ateşlediği meydanda...

Yıl 1968.
Prag Baharı'nı çiğneyen
Sovyet tanklarının
kulak tırmalayıcı palet sesleri
kulağımıza çalınıyor.

Jan Palach,
21 yaşındaki üniversite öğrencisi,
Sovyet işgali karşısında
sinmiş insanları
özgürlük adına


Jan Palach, 21 yaşında, kendini yakıyor özgürlük için...

harekete geçirmek için
kendini yakıyor meydanda...
1989 yılı kasım ayı.
Wenceslas Meydanı dalgalanıyor.
Özgürlük özgürlük!
Halk ayaklanmış, tarih yazıyor
Wenceslas Meydanı'nda...
İhtilalin karargâhı ise
böylesi işler için
farklı bir mekân, bir tiyatro:
Sihirli Fener Tiyatrosu!
Bir devrim bir tiyatrodan yönetiliyor!
Kuliste büyük bir heyecan dalgası kabarıyor.
Filozoflar, tarihçiler, gazeteciler,
yazarlar, sanatçılar...
Hepsi hummalı bir çalışma içinde...
Başlarında da bir oyun yazarı,
bir düşünür:
Vaclav Havel.


Vaclav Havel, 1989'da Wenceslas Meydanı'nda
Kadife Devrimi ateşliyor

Vaclav Havel, 10 Aralık 1989'da,
Wenceslas Meydanı'ndan
halkın özgürlükçü ruhuna sesleniyor:

Gerçek ve sevgi,
yalan ve nefrete
her zaman
üstün gelecek!

Kendi ülkemde de
özgürlük çığlıklarıyla duvarların yıkıldığı,
demokrasi ve hukukun
kapımızı çaldığı zamanların
özlemini iliklerime kadar hissediyorum
Havel'in 1989'da yönettiği
oyunun adına gelince:
Kadife Devrim.
Bu oyun geçmişte yazdığı
ve yönettiği soyut oyunlardan farklı.
Çünkü hayatın içinde,
Kafka‘nın melankolik şehri Prag’da
oynanan oyunu halkın kendisi oynuyor.
Elbette daha önemlisi,
kırk yıllık totaliter bir diktayı çökerten
bir oyun olması...

Havel'i düşünüyorum
Wenceslas Meydanı'nda yürürken...
Bir zamanlar kafamdaki bazı "yalanlar"dan
kurtulmaya çalışırken
bana yardımı dokunmuştu.
Vaclav Havel, "yalanda yaşamaya
isyan ederek" ülkesinde
Kadife Devrim yolunu açarken,
ben de "yalanda yaşama"nın
anlamını ondan öğrenmiştim.
1999’da çıkan Kimse Kızmasın
Kendimi Yazdım isimli kitabımda
kendi kendimle hesaplaşırken
yanımda Havel vardı.
Vaclav Havel’le ilk kez New York’ta
tesadüfen tanışmıştım.
Manhattan’daki bir kitapçının
rafları arasında gezinirken
karısına hapishaneden
yazdığı mektupları buldum:
Letters to Olga.
Mektupları akıl ve duygu doluydu.
Kendi ülkesinde Stalinci bir rejimin
hışmına uğramış,
1979’la 1982 arasında hapis yatmıştı.
Yirmi yıl boyunca yazdıklarının
yayımlanmasına izin verilmemişti.
Ama teslim olmamıştı diktaya.
1948'de Sovyet tanklarıyla
Çekoslovakya’yı istila eden
totaliter rejimin dayanağı olan
ideolojiyi hiç sevmezdi Vaclav Havel:

Bu ideoloji kendi bütünlüğü içinde
laikleşmiş bir din olarak nitelenebilir.
Bu ideolojide her türlü sorunun
hazır cevapları vardır.
Bir bölümünü kabul etmekle
yetinmek olmaz.
Bir kere de kabul ettin mi,
hayatın derinden etkilenir.
Ama çok caziptir de.
Özellikle aylaklar için
baş sokulabilecek bir yuvadır.
Olduğu gibi kabul ettiğin anda,
hayat yeni bir anlam kazanır.
Bütün gizler, o güne kadar cevapsız kalmış sorular,
kaygı ve yalnızlık duygusu
ansızın kaybolur. Ama insan,
kirası düşük bu ev için kendi yaşamında
olağanüstü yüksek bir bedel öder,
kendi aklından vazgeçer.
Çünkü bu ideolojinin en önemli yanı,
insanın kendi vicdanıyla aklını
bir yüksek otoriteye teslim etmesidir. (*)

Cumhuriyet'te Vaclav Havel
yazılarım çıkınca İlhan Selçuk'la
tartışmıştık, "Hasan,
Cumhuriyet'in sayfalarını
Havel  gibi Popper gibi
karşı devrimcilere açma"
demişti İlhan Abi...  
Şöyle der Vaclav Havel:

Bir manav, vitrinin üstüne,
soğanların, havuçların arasına
ne diye "Ey bütün dünyanın işçileri,
birleşin!" diye yazma gereğini
duysun ki? Niye yapsın ki bunu?
Gerçekten dünyanın bütün işçileri
arasında birlik olması fikriyle
gerçekten ilgili olduğu için mi ?
Öyle sanıyorum ki,
dükkân sahiplerinin
ezici çoğunluğu vitrinlerine
koydukları sloganlara
inanmıyorlardı. Bu sloganlar
onların gerçek duygularını yansıtmıyordu.
Ama yıllardır yapılagelen bir şey olduğu için
yapılmaya devam ediliyordu.

Daha önemlisi, bu sloganları
asmayı reddetseler başları belaya
girebilirdi. Bu da "toplumla uyum içinde"
nispeten huzurlu bir hayat
sürdürmeyi garanti eden
binlerce ayrıntıdan biriydi.
Bu sistemde bürokratik devlet mekanizmasına,
halkçı hükümet adı takılır.

İşçi sınıfı, işçi sınıfı adına köleleştirilir.
Bireyin ayaklar altına alınması,
onun nihai kurtuluşu olarak ilan edilir.
Askeri işgal, kardeşlik dayanışması olarak lanse edilir.
Anlatım özgürlüğünün yokluğu,
en üst dereceden özgürlük olarak
nitelenir. Gülünç seçimler, demokrasinin gerçekleşmiş
en güzel örneği olarak sunulur.
Bağımsız düşüncenin yasaklanması, dünya görüşlerinin
en bilimseli olarak anlatılır.
Çünkü rejim,
kendi yalanlarının tutsağıdır. (**)

Vaclav Havel'in
devrim zamanlarında bile uğradığı
Reduta isimli caz kulübüne
gidiyoruz Ayşem'le.

Duvarda bir fotoğraf:
Başkan Clinton saksafon çalıyor
Reduta'da, yıl 1994.
Çek Cumhurbaşkanı Havel de
izliyor, yüzünde bir gülümsemeyle...
Cafe Slavia'ya uğruyorum,
koca Nazım Hikmet'e
bir selam sarkıtıyorum


Cafe Slavia'da Nazım Hikmet'e selam!

Ve Havel’in bir sözüyle
noktalıyorum Prag yazımı:

Kim ki kendi geçmişiyle
hesaplaşmaktan korkar,
o asıl gelecek olandan
korkmalıdır.
Yalanlar bizi yalanlardan kurtarmaz! (***)

Son söz:
Hatıralar hayattır!


* Vaclav Havel, Living In Truth, Faber and Faber, 
London-Boston.
** Vaclav Havel, Uzaktan Soruşturma,
Afa Yayınları, İstanbul.
*** Time, 6 Ağustos 1990

Hasan Cemal kimdir?

Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 

1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 

28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. 

Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. 

Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: 

Tank Sesiyle Uyanmak (1986)

Demokrasi Korkusu (1986)

Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) 

Özal Hikâyesi (1989)

Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999)

Kürtler (2003)

Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005)

Türkiye'nin Asker Sorunu (2010)

Barışa Emanet Olun (2011)

1915: Ermeni Soykırımı (2012)

Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014)

Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014)

- Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018)

- Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var

Yazarın Diğer Yazıları

Futbol kaçıkları Dortmund'da çıldırdı, ilk maçta Gürcistan'ı fena yendik! Berlin'e Berlin'e, finale finale!

Bekle bizi Portekiz, sıra sende. Bizi Ronaldo falan kesmez, bizim Arda'mız, Kerem'imiz, Mert'imiz var, geliyoruz, tarih yazmaya...

Futbol kaçıkları Almanya'da!

Hadi maça maça, futbol şenliği başladı. Bizim milli takım da Almanya'da, üstelik "seyirci üstünlüğü" de bizde... Neden 2008'de Viyana'da kıl payı kaçırdığımız tarihi Berlin'de yazmayalım?

Zamane diktatörleri... Etki ajanları...

Elimde bir kitap, "Şubat 1933, Edebiyatın Kara Kışı..." Düşünüyorum, demokrasi ve özgürlük hasreti hiç dinmeyecek mi?...