"Siyasetçiler, ülkeyi yönetenler kendi işini,
gazeteci milleti de gazeteciliğini yapsın,
birbirlerinin işlerine karışmasınlar"
diye yazmıştım 2013’te bir gün.
Devrin tek adamı da bir meydandan,
"Batsın senin gazeteciliğin"
diye gürleyince, gazetenin patronu
beni kapının önüne koymuştu.
Neden?
Devlet korkusu...
Siyasal iktidarın kendisine ya da kendi iş
çıkarlarına zarar verebileceğinden
kaynaklanan korku... Bu 'devlet korkusu’,
100 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca
Damokles’in Kılıcı gibi tepemizde
sallandı durdu. Bu korku, Türkiye’de
'gerçek demokrasi’yi geciktirdi,
demokrasiyi uzun yıllar 'ikinci sınıflığa’
mahkûm etti.
Bazen Cumhuriyet’i korumak adına...
Bazen devletin bekası adına...
Bazen ülkenin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü adına...
Bazen bölünme korkusu adına...
Bazen dış düşmanla mücadele adına...
Bazen terörle mücadele adına...
Bunlara benzer gerekçelerle demokrasinin,
hukuk ve özgürlüklerin kolu kanadı kırıldı.
Seçimle, halkın oyuyla gelen organlar karşısında
devlet her zaman çok daha güçlü oldu.
100 yıl önce Cumhuriyet’i kuran asker-sivil
kadrolar, 'seçilmişler’ üzerindeki egemenliklerini
hiç elden bırakmak istemediler. 'Sivil
siyasetçiler’i beğenmediler, onlara güvenmediler,
onları başıbozuk takım olarak gördüler.
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat
gibi zaman zaman yaptıkları askeri darbe
ve müdahalelerle sivilleri kendi istedikleri
yola getirmeyi bir vatan görevi bellediler.
Buna karşılık sivil siyaset erbabı da,
seçilmişler olarak kendi aralarında ortak bir
demokrasi platformu oluşturamadılar,
demokrasi ve hukukun temel ilkelerinde
uzlaşamadılar. Aralarında böyle bir uzlaşma
olmayınca, 'asker-sivil vesayeti’ne boyun
eğdiler. Kendilerine tepeden, 'askeri darbe
anayasaları’yla çizilen 'kırmızı çizgiler’
içinde siyaset yapmayı da demokrasi sandılar.
Türkiye böylece yüzyılın sonuna doğru
'bir uçtan öbür uca’ savruldu.
Ve Cumhuriyet’i kuranların, asker-sivil
kadroların en çok korktukları şey başlarına
geldi. Sivil siyasete fren koyacağız derken,
2000’li yıllara doğru Türkiye’de yapısal
sorunların çözümsüz kalmasından doğan
öyle bir iktidar boşluğu yarattılar ki,
o boşluğu yüzü İslam’a dönük, 'İslamcı
siyaset geleneği’nden gelen siyasal güçler
doldurdu. Türkiye Batı’dan Doğu’ya kaymaya,
sırtını Batı’ya dönmeye, 'laik Cumhuriyet’ten
kopmaya yöneldi.
Türkiye’de askeri darbeler, müdahaleler
yerini 2000’lerde 'siyasal İslamcılığa açılan
sivil bir dikta’ya bıraktı.
Oysa, 100 yıl önce Cumhuriyet kendisine hedef
olarak demokrasiyi koymuştu. Olmadı.
Cumhuriyet demokrasiyle taçlanamadı.
Demokrasilerin olmazsa olmaz koşulu
özgür ve bağımsız basın-medya da
gerçekleşmedi, özlem olarak kaldı.
Bu yüzden, 100 yıllık Cumhuriyet macerasının
53 yılını gazeteci olarak yaşamış olan
79 yaşındaki HC bugün mutsuz.
Kendi iç âleminde hüsran duygusu ağır basıyor.
Bütün bu yıllar elbette siyah-beyaz değildi.
İnişli çıkışlıydı. Bazen tünelin ucundaki ışık yandı,
bazen kapkaranlık oldu her taraf.
Bazen çok güzel gazetecilik örneklerinin yaşandığı
dönemlerden de geçtik. Ancak, mesleğini hakkıyla
yapmak isteyen gazeteciye mahkeme kapıları,
hapishane kapıları her zaman açık kaldı.
Devlet şiddeti onların peşini hiç bırakmadı.
'Faili meçhul cinayetler’e de kurban gittiler.
İşsizliğe de yoksulluğa da talim ettiler.
Bu memlekette, devlet gerçeğin peşinden koşan
gazeteci milletine çok hoyrat davrandı.
Durum bugün geçmişe göre çok daha kötü.
Tüm iktidar dizginlerini elinde toplayan,
yasamayı, yürütmeyi, yargıyı tekeline alan
tek adam rejimi, medya alanında da
biat medyası yarattı.
Türkiye’de medya Saray’ın talimatlarıyla
şekillenme yoluna sokuldu.
Manşetler atılmadan, yorumlar yazılmadan
önce 'Saray ne der, Saray ne düşünüyor’
sorusu belirleyici hâle geldi.
Sonunda biat medyası çöktü mü?..
Saray’ın devlet eliyle, kamu ihalesi
ve kredilerle önünde diz çöktürdüğü
biat medyası sadece gazetecilik değil,
maddi açıdan da sıfırı tüketmiş durumda.
Katar’daki son Dünya Kupası’nı sadece
TRT izledi. Televizyon kanallarından,
gazetelerden kimseler yoktu.
Benim de kaç kez izlediğim Dünya Kupaları,
Avrupa Şampiyonaları bir film şeridi gibi
gözümün önünden geçerken,
kendi kendime ne kadar hazin
diye mırıldandım.
Sözü uzatmak gerekmiyor:
Gazeteciliğin hâlleri bugün
askeri darbe dönemlerinden de kötü...
Evet öyle.
Özgür ve bağımsız medyanın yolu,
gerçek demokrasiden geçer.
Demokrasiyi demokrasi yapan temel
kurumlar, güçler ayrılığı, yargı
bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü
yerli yerine oturmadan, gazeteci
milleti de özgür ve bağımsız
medyasına kavuşamaz.
O yüzden biz gazetecilerin de hep birlikte
"demokrasinin ipine sarılmamız şart!"
Medyayı 'tek adam rejimi’nin
biat medyası olmaktan kurtarmak istiyorsak,
Saray kâtibi değil de gerçekten
gazeteci olmak istiyorsak,
o zaman hep birlikte, dayanışma içinde
demokrasi mücadelesine koyulmak,
katılmak zorundayız. Çünkü tek adam
rejimi gitmeden özgür
ve bağımsız medya gelmez.
'Tek adam rejimi’ni halkın oyuyla
göndermeden kendi mesleğimizi,
gazeteciliği yeniden inşa edemeyiz,
ayaklarının üstüne kaldıramayız.
Yeni bir medya inşa etmek için de,
en başta bir özeleştiri mekanizması
kurmak zorundayız. Gazeteci milleti
olarak kendimizi bir özeleştiri süzgecinden
geçirmeliyiz. Çünkü bizim de
yanlışlarımız, günahlarımız var.
Demokrasi konusunda var, özgür
ve bağımsız medya konusunda var.
Demokrasi kültürü nedir, ne değildir
sorusunun üzerinde fazla durmadık.
Güç odakları ile fazla oynaşmanın,
siyasal iktidarla, devletle, siyaset erbabıyla,
askerle, istihbaratla, iş dünyasıyla fazla
içli dışlı olmanın, hem gazeteciliğe
hem demokrasiye zarar verdiğini
bilemedik, göremedik.
Mesafeleri ayarlayamadık!
Mesafeler tam ayarlanamayınca,
güç odakları tarafından kullanılma
durumları ortaya çıktı.
'Mesafe’yi kendi patronlarımıza
karşı da koyamadık. Patronun her dediğine
'evet’ demenin, gazetecilik açısından
yol açtığı olumsuzlukların da pek öyle
farkında olmadık. Kendi mesleğimizin,
gazeteciliğin temel ilkelerini kendi
patronlarımıza karşı da korumak zorunda
olduğumuzu bilemedik, göremedik.
Gazetecilik diye bir meslek olduğunu,
bunun bazı temel ilkelere dayandığını
galiba pek öyle fazla önemsemedik.
Ya da mesleğimize doğru dürüst
sahip çıkmadık.
Gazetecilik mesleğinin çıtasını yükseltmek de
önümüzdeki dönemde
yeni bir medya yaratmak da
'demokrasi kültürü’nden yeterince
nasiplenmekten geçiyor.
Bu kültürü doğru dürüst edinmeden,
özgür ve bağımsız medya hayaldir.
Laf fazla uzadı.
Eyy gazeteci milleti!
Titre ve kendine dön!
Özgür ve bağımsız medya,
en başta senin işin,
başkasının değil.
* Bu yazı T24 Yıllık’ta yayımlandı.
Hasan Cemal kimdir?
Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi.
1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi.
28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı.
Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu.
Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle:
- Tank Sesiyle Uyanmak (1986)
- Demokrasi Korkusu (1986)
- Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987)
- Özal Hikâyesi (1989)
- Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999)
- Kürtler (2004)
- Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005)
- Türkiye'nin Asker Sorunu (2010)
- Barışa Emanet Olun (2011)
- 1915: Ermeni Soykırımı (2012)
- Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014)
- Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014)
- Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018)
- Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var.
|