13 Şubat 2024

Çok şiirli, kederli, çok lezzetli: Füruzan ve öyküleri

Füruzan eşsiz bir yazardı. Yarattığı şiir öykülerinin adlarına da sinmiştir. O güzel adlı öyküler, Türkçe durdukça duracak

Füruzan...

Ankara’dayız, Bilgi Yayınevinin, defalarca yazdığım bodrum kattaki ofisindeyiz, editör Attila İlhan’ın odasındayız. Koridorda birtakım sesler oluşuyor. Derken kapıdan içeri bembeyaz kürkler giyinmiş, başında yine beyaz kürk kalpak olan nefis bir kadın giriyor. Sadece kadınlar içeri girince ayağa kalkan Attila İlhan koltuğundan doğruluyor, çok karışık ve o zaman siyah saçları ve biraz da ürkütücü bakışlarıyla (Şiirinde öyle diyordu, "Gözlerini görseydiniz korkardınız/polisten kaçıyordu derdiniz") kadına bakıyor ve "Nasılsınız karlar Prensesi Zinia hazretleri" diyor: "Sizinle Vladivostok’ta mı karşılaşmıştık, yoksa Çelyabinsk’te mi, beni hatırlamadınız mı, ben Prens Mışkin..."

Hayretle izliyorum, Füruzan olduğunu derhal anladığım kadın da oynamaya başlıyor, Attila abi elini öpünce, "Hatırlamaz olur muyum, ne votkalar içmiştik" diyor. İlhan, "Ne semaverler, ne çaylar, ağzımızdan çıkan buhar büyük ağaçlar halinde donardı, unuttunuz mu?..." Oyun devam ediyor. Bakıyorum, Füruzan’ın yanındaki eşi gülümsüyor ama asabi bir gülüş o, biraz rahatsız olmuş gibi. İlhan’ın son cümlesi kendi dramını anlatıyor, "Şimdi Angora’da kendimizi ve anılarımızı tüketiyoruz..." Sonra, aradan epey zaman geçtikten sonra, İlhan’ın bir şiiri yayınlanıyor, şimdi Böyle Bir Sevmek isimli kitabındaki şiiri; "Kar kasidesi".  Şiir, ‘Prenses Zinia’ya...’ ithaf edilmiş. Ben anlıyorum ve soruyorum, "O mu?" diyorum, "Evet" diyor, "O"; gözlerini kısarak.

İlk kez 1973 gibi gördüğüm Füruzan’la öylece tanışıyorum.[1] Onlar işlerini konuşacaklar, izin isteyip ayrılıyorum. Yıllar sonra Füruzan’la çok dost olacağız. Edebiyatçılıklarımız bir yana, ikimiz de sinema delisi ve festival kuşuyuz. Füruzan, festivalin neredeyse tüm filmlerini izliyor. Ben de fena değilim. Çıkınca Kaktüs barda oturuyoruz. Film-edebiyat sarmalında konuşarak kendimizi yitirebiliriz ama öteki filmin yaklaşan seansı ancak bir kahve içmemize olanak veriyor. En son 2020 yılında Tüyap Kitap Fuarının galasında görüşüyoruz. Buluşalım diyoruz ama Kovit hiçbir şeye izin vermiyor. Haberlerini yakın dostum ve editörü Murat Yalçın’dan alıyorum. Nihayet...

Füruzan

İlerlemiş yaşına rağmen daha geçen yıl bir öykü kitabı çıkaran Füruzan’ın yitimi, Türk edebiyatındaki son modern klasiğin bu dünyadan göçmesi anlamına gelir. Günümüz edebiyatında neredeyse her gün bir roman ya da öykü kitabı yayınlanıyorsa da özellikle öykünün 1980 sonrasındaki açılımlar içinde önemi, özellikle de anlamı, niceliğiyle mukayese edilecek düzeyde değil. Bugün, yayınlanan bir öykü, hayatımızda yer edip bize bir edebiyat olayı yaşandığı izlenimini vermiyor. Oysa Sait Faik’le birlikte başlayan, Oktay Akbal’la devam eden büyük öykü yatağı, çok güçlü adlar ürettikten sonra, son örneğini Demir Özlü’yle vererek çok genişledi ama derinliğini yitirdi. Başka bir açıdan bakılırsa öykü, günümüz dünyasının görsel kültür etkisi altındaki bilincine daha uygundur. Kısa, vurucu, çarpıcı ve maksadınızı hızla anlatan, insana bir çimdik ya da çentik atan edebiyat metnidir öykü. Hayır, bugün öyle değil, çok öykü var ama etkisi tartışmalı.

Oysa 1970’lerin hemen başında önce Parasız Yatılı isimli kitabını, çoğunu, gelişmesinde çok büyük pay sahibi Memet Fuat’ın çıkardığı Yeni Dergi’de teker teker yayınlanmış öykülerini bir araya getirerek yayınlayınca ve hemen ertesinde Kuşatma’yı çıkarınca, edebiyat dünyası ‘Füruzan Olayı’[2] ile yüz yüze geldiğini anladı.

Füruzan, daima, Türkçe ayakta durdukça büyük bir öykücü olma niteliğini, kimliğini koruyacak. Ece Ayhan yalçın zekâsı, kıl kaçırmayan gözlemciliğiyle o büyük şair, "Parasız yatılılar hiçbir sınava geç kalmazlar" demişti. Sonra Füruzan’la yaptığı muhteşem söyleşide, iki önemli saptamada bulunuyordu.[3] Parasız Yatılı’da ölüm olmayan öykü yok diyordu. Doğrudur. Füruzan’ın iç acıtan şiirinin ve insanlık coğrafyasına hakimiyetinin ana özelliği budur. İkincisi, "İlkokula takunyaya başlayan çocuklar da seni unutmayacaklar Füruzan" diyordu, o da ‘benim için büyük övünç olur’ cevabını veriyordu.

Ece Ayhan-Füruzan

İlk iki kitaptan sonra çıkan Benim Sinemalarım, Füruzan’ın gerçekten bir olay olduğunu ilgili çevreye belletiyordu. Sonra Füruzan, Türk edebiyatındaki geleneği bozmadı, öykülerinin peşinde, yine zamanında çok meşhur olan, bir darb-ı mesele dönüşen adıyla, 47’liler isimli romanını yayınladı. Öykülerinden farklıydı romanı ve şu andığım yazımda, zihnimde dolaştırdığım düşüncemi nihayet dile getirmiştim, Füruzan’ın öyküleri roman, romanı öykü tadındadır. Daha sonraki yıllarda zannederim sadece Gül Mevsimidir, bildiğimiz Füruzan’ın lezzetini veriyordu. Diğer yapıtları, öyküdeki başka arayışlarının uzantısıydı. Onlar da güzeldi ama bugün Füruzan denince hemen herkes 1970’leri kasıp kavuran, okuyan herkeste derin bir hüzün, müthiş bir dil zevki, çok büyük bir duyarlılık ve ince bir keder bırakan o öyküleri anımsıyor.

Füruzan, tam da şu tanımladığım niteliklerin yazarıydı. Her zaman içe dönük bir yanı vardı. Çocukluğunu çok zor koşullarda geçirmişti ve eğitim görmemişti. Çocukluğunda ve ilk gençliğinde yakından tanıdığı yoksul, çaresiz, çile çeken bir çevreyi, dönemin koşullarına uygun şekilde öykülerine taşıdı. Kalabalık bir insan panoraması ortaya koyduysa da Füruzan, esas olarak, çaresiz genç kızların ve kadınların yazarıdır. Öykülerinde anlattığı İstanbul’un yoksul mahallerini insan bir taşra kentinin anlatımından alacağı lezzetle okur ve bunun tersi de doğrudur, taşrayı anlattığı bazı öyküleri, geleneksel taşra öyküsünün boyutlarını hemen aşar ve büyük kentin karmaşasını, uğultusunu izleyene yansıtır. Her şeye rağmen bir büyük kent yazarıdır. Büyük kentin küçük insanlarıdır ilgisini çeken. Sadece kıyıda kenarda kalmış insanlar değil, konumunu, sınıfını yitirmiş burjuvalar da öykülerindedir. Ve erkekler. Bıçkın da olsa kırık, kırgın, yalnız, savrulmuş adamlar örer öykülerini, onlar da bir hayat aramaktadır, onlar da yitik insanlardır. Kısacası: anlatılan insanının kederiyle okuyan insanın hüznüdür Füruzan’da etkileşen.

Füruzan’ın öyküleri, 1980’den sonra yayınladıkları da içinde olarak, dönemin izini taşır. Türkiye’nin 1960’ların hemen ilk yıllarından başlayarak yöneldiği yeni politik kültür, hele 1968 sonrasında, edebiyatçılara, yapıtlarındaki toplumsal boyutun insan boyutunu aşmasını adeta dayatıyordu. Dönemin edebiyat tartışmaları bütünüyle bu ikilemi ele almıştır. Füruzan, küçük çevre insanını, yoksulları, acı çekenleri yazarken çok dikkat çekici bir insan damarı yakalıyordu. Onu eşsiz kılan iki unsurdan birisi buydu, insan macerası. Küçük harflerle yazıyordu, asla bağırmıyordu, sesini yükseltmiyordu ve öylece de insanın dersinin altına işleyen, yüreğinin derinliklerine inen bir topoloji meydana getiriyordu. Orhan Kemal’de, örneğin, izlenen taşradan farklı olarak, Füruzan, taşrayı büyük ve çok soylu bir edebiyatın unsuru olarak anlattı. Asıl başarısını burada aramak gerekir.

Füruzan’ı bu derecede vazgeçilmez bir öykücü yapan ve 50 yıl sonra da onu Türk edebiyatının en gözde öykücülerinden biri konumunda tutan diğer öge dili ve şiiriydi. Öteden beri bir inancım vardır. Amerikan öykücülüğü Hemingway’den sonra neredeyse mekanik, daktilonun sesini okurun rahatlıkla duyduğu, akılcı, olaya odaklanmış, insanı da o perspektifte ele alan bir öykü yazdı. O öykücülük dalga dalga dünyaya yayıldı. Tespitim, Hemingway’in insanın içine işleyen öyküler yazmadığı anlamına gelmez. Aksine ‘Temiz, İyi Aydınlatılmış Bir Yer’ öyküsü insanı yüreğinden yakalar ama şiir dilde değildir. Edimdedir, öykünün bütünündedir. Tabir yerindeyse, tiyatrosundadır, sahnesindedir. Bu Chandler’da da böyledir, Cheever’da da.

Öte yanda, bir sis feneri gibi duran Çehov ise baştan başa şiirdir. Tıpkı, İlhan Berk’in zamanında düzenlediği Aşk Elçisi isimli antolojisine çok yerinde, çok haklı olarak bir öyküsünü ‘şiir’ diye aldığı Sait Faik’te olduğu gibi. Türkçedeki öykücülüğün gerçek sesi odur, şiirdir. Oktay Akbal ve Selim İleri o anlayışı kendi üslupçulukları içinde geliştirmişlerdir ama bu gerçeğin dışında değillerdir.

Füruzan, son derecede kendisine özgü bir duyarlılıkla ve kadın duyarlılığını da derinlemesine kuşatarak, kavrayarak ve devreye alarak şiirselliği gidebildiği son yere kadar götürür. Sait Faik’teki kadar ışıltılı, baş döndürücü, Akbal’daki kadar içe dönek ve karamsar değildir, Nezihe Meriç’ten bazı izler taşısa da bu öykülerin okuru kıskıvrak bağlayan yanı büyük şiirleridir. Sessiz ve mükemmel bir Türkçe bu öykülerde insan hallerini ve insanın içi sıra akıp giden, yaşadığı (ve yaşayamadığı) dünyasını, bilinç durumunu öylesine bir sükunetle ve hüzünle anlatır ki, insan şiirin başka ne olabileceğini kendisine sorar. Şiir her zaman ve son kertede hüzündür. Ama Füruzan’da şiirden insana değil, insandan şiire giden bir kederdir söz konusu olan. İnsan, Füruzan’da öykünün kendisidir, o insanın kırık şiiridir dilin poetikasını yaratan. Bu yanıyla da gerçekten biriciktir.

Sinematografik bir öykü yazmakta direndi Füruzan, sonuna kadar. Son öykülerinde de bu özelliği sabittir. Nitekim, öyküsüne ‘yedirdiği’ sinemayla yetinmedi ve öykülerinin filmini çekti, onu çok iyi anlayan büyük sanatçı Gülsün Karamustafa’yla birlikte. Öyküsünü meydana getiren kişileri, olayları, besbelli, o kadar içinden yaşıyordu ki, öyküye nazaran hayatın daha doğrudan aktarıldığı bir alan olan oyuna dönüştürüyordu. Öykülerinin hayatla kurduğu bağı daha iyi, daha güçlü şekilde gösteren başka bir kanıt bulunamaz. Ece Ayhan’ın değindiğim ölüm saptaması da gelir buraya bağlanır.

Füruzan eşsiz bir yazardı. Yarattığı şiir öykülerinin adlarına da sinmiştir. O güzel adlı öyküler, Türkçe durdukça duracak. Edebiyatın olay olduğu yıllarda ona o olay niteliğini kazandıracak ölçüde insanların sevdiği bir yazar oldu. Sevilen yazar, hele Füruzan gibi yüksek edebiyatın içindeyse, o ülkenin zevkini, zevk bilincini oluşturur. Zevkin oluşumu da dönüşümü de bir sosyolojik dönüşümdür. Füruzan, kararlılıkla üstüne gitti ve onu başardı. Öylece de edebiyatın köşe taşlarından biri oldu. Füruzan’ın öyküsü bugün de edebiyat bilincinin mihenk taşıdır. Daima da öyle kalacaktır.

Güle güle Füruzan.


[1] O anıyı ve daha da önemlisi Füruzan’ın 197o’lerin başında yazıp yayınladığı kitaplarının dönem içindeki konumunu anlattığım yazım şudur: Hasan Bülent Kahraman, ‘Elli Yıl Sonra ve Her Zaman Füruzan’, Kitap-lık. Mart-Nisan 2021.

[2] Bu kavramı ilk kez Mehmet Doğan kullanmıştır: ‘Füruzan Olayı’, Yeni Dergi. Mayıs 1972, No. 92.

[3] Söyleşiye şu linkten ulaşılabilir: https://pasaj69.org/parasiz-yatilidan-parasiz-yatiliya-dair-sorular-ece-ayhan-furuzan/.

Yazarın Diğer Yazıları

Açık Radyo’nun kesilen sözü

Devlet her defasında biraz daha güçlü ya da nispi bazı gerilemelerinin ardından bir şekilde kendisini büsbütün sağlamlaştırıp yeniden doğuyor ve eskisinden daha fazla tecebbürle içli dışlı oluyor. Devletin minimal noktaya taşınması ütopyası ise hep parantez içinde kalıyor. O parantezin adlarından biri Açık Radyo’dur

Üç parantez arası bir CHP

Türkiye, siyasetten daha büyük bir ülkedir ama siyaset de yaşadığımız sorunlardan çıkmakta kullanacağımız tek araçtır. Böyle bir hamle aynı zamanda Türkiye'nin sivilleşmesi ve devlet ötesi bir muhakeme ve pratik geliştirmesi bakımından da hayatidir. 21. yüzyılın Türkiye'sini başka türlü kurmanın imkanı yok

Yeni CHP ve üç çelişki alanı

“Böckenförde paradoksu yoğunlaşmış yeni burjuvazi/yerel burjuvazi riskiyle birleşince ortaya çıkan olağanüstü ve o ölçüde engelleyici darboğazı CHP aşabilir. CHP’nin geleceğini ideolojik, politik ve ekonomik alanlarda atacağı adımlar belirleyecek.”

"
"