26 Şubat 2025

Avrupa, Avrupa’ya düşman

Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı göçmen sayısının yanında çok küçük bir sayıdaki göçmen kitlesi Avrupa’nın kınında duran kılıcını çekmesine sebep oldu, o da hızla kendi sonunu getirdi. Artık ‘hümanizma’ yani esas itibariyle bir başka kültürün ürününü alıp, içerip onu dönüştürüp yeniden üretmek anlamına gelen edim söz konusu değil

İnsanlık tarihinin en göz alıcı kültürlerinden biri Avrupa kültürüdür. Bu tarih bizzat Avrupa’nın kabulüyle 2500 yıllık bir geçmişe dayanır. Antik Yunan’dan başlatılan kültür, Mezopotamya uygarlığını Judaizm üstünden benimser. Sonunda ortaya Yahudi-Hristiyan temelli bir sentez çıkar. Kökenleri bunlardır ama kültürün kendisi o kökenleri aşacak bir görkemdedir. Bir dönemde yaşandığı ve maalesef çok olumsuz sonuçlar üreten Avrupa-merkezci anlayışa yeniden düşmenin anlamı elbette yok. Fakat bugün yeryüzünde kültür denen birikimin büyük kesitini, paydasını bu kaynakta aramak yanlış değil. Marx veya Stendhal, Michelangelo veya Beethoven, Dostoyevski ya da Mallarmé Avrupa’dır ve bu gerçeğin neresini yontmak mümkündür?

Yine de Avrupa bir dönemini kapatmış görünüyor. Sunset Bulvarı filmindeki yaşlı, eski prima donna gibi kendi hayalleriyle avunuyor. Ekonomisi, demografisi ve hepsinden önemlisi geleceğiyle Avrupa ciddi bir yoksulluk içinde. Emperyal düşler kuran Amerika’nın püf demesiyle Avrupa kendi içinde çırpınmaya başladı. ABD’siz bir Avrupa’nın nasıl olacağı, Transatlantik İlişkilerinin bir kanadı kesildikten sonra Avrupa’nın nasıl ilerleyeceği başlı başına bir sorun. Teknolojik ilerleme açısından da kaynak geliştirme olanakları bakımından da tıkanıp kalmış bir Avrupa söz konusu. Nereden gelindi buraya? Acaba bu sonuç Avrupa düşüncesinin iflasıyla eş anlamlı mıdır?

* * * 

Avrupa’nın, Avrupa düşüncesinin ne olduğunu daha geniş ve büyük düşünen klasisist felsefecilerden okumak gerekir. Eskimiş gibi görünseler de onların bakış açısı çok daha geniş, irdelemeleri daha derindir. Görüşlerine katılmasam bile Spengler’in yerini tutacak veya Gibbon’la, Bruckhardt’la yarışacak pek bir güncel yazar yok. Gerard Delanty, onlar kadar önemli bir yazar değil. Hiç değil. Yine de Avrupa konusunda düşündü ve yazdı. Avrupa’nın İcadı adlı kitabında, adından anlaşılacağı üzere, Avrupa’nın ‘icat edilmiş’ bir kavram olduğunu belirtti. Delanty’nin kitabını yazdığı dönemde bu ‘icat’ kavramı revaçtaydı. Hobsbawn ‘geleneğin icadı’ndan söz ediyordu, Perry Anderson da ‘Hayali cemaatler’den. Delanty, 1995’te yazdığı bu kitapla kalmadı, Avrupa konusunda düşünmeyi sürdürdü, ardından Avrupa’yı Yeniden Düşünmek’i (Rethinking Europe, 2005), kaleme aldı, onu da Avrupa’nın Mirası (European Heritage, 2009) izledi.

Fazla ‘sofistike’ olmayan ve biraz da bilineni tekrar eden bu yazarın dile getirdiği görüşlerin arka planında bir fon yer alıyor. Yetiştiği yılların, 1980’lerin ikinci yarısıyla 1990’ların ikinci yarısı, arayışlarından etkilenen o fonu kozmopolitanizm ve çoğulculuk oluşturuyor. Bu iki kavramı Delanty Avrupa’nın mirası olarak sunuyordu. Kuşkusuz, etkileyici bir tanımdı. Avrupa, bugün dizleri üstüne çökerken bu iki kavramı ne kadar anımsıyor derseniz sorunun cevabı kuşkulu veya sisli olmaktan çok olumsuza yakındır. Hayır, Avrupa, çoğulculuk ve kozmopolitanizm mirasını anımsamıyor. Anımsamadığı içindir ki, birkaç yüz bin göçmenle birlikte tüm yapısını dönüştürmeyi ve kendi değerlerini inkâr etmeyi tercih etti, öylelikle de sonunu hazırladı. Yukarıda söylediğim gibi, nereden nereye gelindiğine, Avrupa düşüncesinin, şimdi yitirilen değerlerin neler olduğuna ve onların neden bugünkü çıkmazla ilişkilerinin bulunduğuna bakmak gerek.

* * * 

Bir Avrupa düşüncesi, bir ortak Avrupa hayali, bir Avrupa mirası elbette var/dı. Avrupa düşüncesinin tamamen filhellenik bir anlayıştan yola çıktığını söylemek kabil. Avrupa düşüncesi, Orta Çağı kasıp kavurmuş Aristoteles felsefe ve mantığına mukabil, Constantinopollü yani İstanbullu Georgios Gemistus Plethon’nun 1438-39’da Platon’u Batı'ya tanıtmasından bu yana (ki adını kendisi hayranı olduğu Platon’un adı olarak almıştır) bu iki felsefeci aracılığıyla ve Shakespeare’i bile doğrudan etkilemiş (o etki Freud’a kadar uzanır) Yunan tragedyaları üstünden gelir. 1848-1914 arasında bu etki o kadar yüksektir ki, dönemi ele aldığı kitabını J. W. Burrow, Aklın Krizi diye koymaktan kaçınmamıştır. O etkiden Avrupa sanat tarihini antik Yunan sanatıyla bütünleştiren Winckelmann doğdu.

Helenistik çağların katkısından sonra gelen büyük dalga Orta Çağlar ve Bizans birikimidir. Bizans dediğimiz, Doğu Roma'dır. Her iki kavramın belkemiğini de Hristiyanlık meydana getiriyor. Batı, birikimini silip yeniden kurgulayacak kadar cesur veya akılsız olmadığı için Hristiyanlıkla Yahudiliğin büyük tarihini, Yunan kültürüyle ardından gelen Latin kültürünü birleştirmekte beis görmemiş, aksine onunla övünmüştür. Bugün Batı'nın müzelerini dolduran ‘yapıtlar’ olsun, sokaklarını dolduran mimari olsun bu sentezin ürünüdür.

* * * 

Bilhassa Goethe’ye gelindiğinde yeni bir bireşimin arayışı ortaya çıkar. Doğuyla batının bileştirilmesi çabasını Avrupa düşüncesi kâğıt üstünde benimsemiş, ama bir gerçeklik ve pratik olarak asla kabul etmemiştir. Avrupa’nın bilmediğimiz bir tarihten başlayarak kendi tarihi ve ‘benliğiyle’ övünmesi, kendisini evrensel gerçeği elinde bulunduran bilinç olarak görmesi, o sentezi bir olguya dönüştürmemiştir. Greko-Romen ve Judaik kültüre dönük atıflar ve kabuller, günü geldiğinde Doğu Roma kavramının bile reddini sağlar. ‘Bizans’ kavramı, tarihin Doğu Roma gerçeğinden koparılması maksadıyla, ilk kez 1557 yılında Hieronymus Wolf tarafından Corpus Historiæ Byzantinæ kitabıyla birlikte ‘icat edilmiş’tir. Tarih içinde yer almaz. Doğu, Avrupa için ‘olmayan’, sadece tahayyül edilen bir realitedir.

O kadar böyledir ki, şimdi üstünde büyük bir literatürün yükseldiği oryantalizm çok garip burgular içerir. Birincisi, Batı, kendi dışındaki ülkelere Rönesans’ı doğuran ve biçimlendiren hümanizm kavramına rağmen sömürgecilik/kolonyalizm üstünden yaklaşmıştır. Türkiye’deki büyük Avrupa hayranlarının bu gerçeği hiç dile getirmediğine geçerken değinelim. Kolonyalizmin tek bir nedeni vardır. Batı kendisini, antik Roma’nın Hıristiyan olduğu günden sonra ‘modern’, kendi dışında kalanları ise Pagan olarak nitelendiriyordu. Paganlık, yani bir tür ‘yaban’lık, antik Yunan kültüründe Barbar deyimiyle karşılanıyordu.

Unutmayalım MÖ 4. yüzyılda yaşamış İsokrates, Perslere karşı büyük bir fütuhatı öneriyordu. O tarihin zamanla hangi mendereslerle geliştiğini bilenler bilir. Batı'nın Yunan Bağımsızlık Savaşı'nı desteklerken yazdıkları ortadadır.) Batı dışındaki kültürlerin ‘modernleştirilmesi’ gerekirdi. Sömürgeciler, bu fikirden hareketle kendilerine ‘modernleştiriciler’ demekten çekinmedi. Batı kendisini daima merkez kabul etti. Bu ‘eurocentrism/Avrupa maerkezcilik’ dünyayı dışlamanın, ikincilleştirmenin aracı oldu. Avrupa, dünyayı kafasında geliştirdiği ‘stereotiplerle’ dışlıyordu.

* * * 

Sömürgecilik, söz konusu ‘stereotipleştirmenin’ bir başka sonucudur veya uzantısıdır. Sömürgeleştirmesine, sömürgeci olarak içine girmesine rağmen, Batı bilinci, Doğu'yu kendi hakikatiyle görmemiştir. Stendhal’în kullandığı, ama ilk kez Danton’un dile getirdiği söylenen la vérité, l’âpre vérité  ‘gerçek, acı gerçek’ budur. İçindeyken dahi Avrupa, Doğu'yu ‘hayal’ etmiştir. Hayal sınırsızdır. Size sınırsız bir özgürlük tanır. Batı da o sınırsızlığı Doğu'ya olumsuz nitelikler yüklemekte bulur. O çok beğendiğimiz, dostumuz kabul ettiğimiz (tabii ki, öyledir) Pierre Loti’nin La Rochelle’deki evine gidip İstanbul’dan götürdüğü parçalarla nasıl bir ‘dekor’ yarattığını görenler söylediklerimi daha iyi anlayacaktır. İstanbul’da yaşamasına rağmen evinde kurduğu ‘oriyent’ tamamen hayal ürünüydü. Bizzat ve bilfiil İstanbul’dayken de zaten Loti, Aziyad’ı yazıyordu. Fiilinde dahi, olmayan bir tarihin peşindeydi.

Bu tahayyül Batı'yı Doğu karşısında hırçınlaştırdı. Hatta, akıl dışı bir noktaya itti. 1914-18 arasındaki Orta Doğu meselesi budur. Öyle olduğu gibi Anadolu’nun Yunanlara işgal ettirilmesi de aynı kapıya açılır. Hatta, Lord Elgin’in Atina’da Akropol tepesinde bulunan Parthenon’un frizlerini söküp, çalıp British Museum’a götürmesi de aynı anlayışın uzantısıdır. (Bizden götürülenlere artık bir şey söylemiyorum.) Yağma mantığı Avrupa’nın temelini meydana getirir. Onu ‘Avrupa kibri’ diye nitelendirmekte beis yok. Bütün Yunan tragedyalarının özünde o korkunç ‘hubris’ kavramı yer alır. Avrupa onu çok iyi bilir fakat, bilgisi gerçeğini ortadan kaldırmaya yetmiyor.

* * * 

Bu birikimin üstüne oturan iki Avrupa olgusundan daha söz etmek gerekir. Birincisi, aklın sınırsız hakimiyeti, ikincisi, o akılla bambaşka bir anlam kazanan modernleşmedir. Bugün Avrupa’nın yaşadığı tüm sıkıntıları bu iki ögenin meydana getirdiği bileşkede bulmak kabil. Modern Avrupa Descartes’la ve onun cogito (düşünmek) ile sum’u (olmak/oluş/var olmak) birleştirmesi neticesinde başladı: Düşünüyorsam varım, düşünce varlıktır, varlık düşüncedir. İyi ve güzel. Güzel ve iyi. Batı, ratio’nun, aklın, usun üstünlüğünü modernlik olarak nitelendirdi. Weber, Batı'nın belli bir düzey taşıdığı, mükemmeliyete eriştirdiği hiçbir şeyi Batı'nın bulmadığını söylüyordu meşhur kitabının girişinde. Ne muhasebe sitemini ne pentatonik ses sitemini ne de başka bir şeyi Batı icat etmişti ama onları alıp en yüksek kusursuzluk mertebesine taşımıştı. Aklın işlevinden bahsediyor Weber ve modernlik tamı tamına budur.

Ne var ki, Avrupa, modernizmi, sahip olduğu kibrin bir aracı olarak kullandı. Vurguladığım şekilde modernleşmeyi kendi ayrıcalığının ve kendi dışındaki dünyayı ötekileştirmenin bir aracı olarak değerlendirdi. Bu anlayış Avrupa’nın kendi kökenlerine, kültürüne ve tarihine, bilincine ait olmayan, onu benimsemeyen her kültürü, topluluğu ve ülkeyi dışlamayı, hor görmeyi ve tahkir etmeyi, daha ileri giderek işgal etmeyi ve sömürmeyi mübah saymasına yol açmıştır. Avrupa’nın muhteşem bir uygarlık yarattıktan sonra yaşadığı felaketin en büyük amili bu anlayışıdır. Bugün de Avrupa aynı muhakemenin sınırları içindedir.

* * * 

Başa döneyim. İnsanlık tarihinin en görkemli kültürlerinden birini üretmiş ve her şeye rağmen ‘modern insan’ı yaratmış, oluşturmuş Avrupa’nın dizleri üstüne çöktüğü artık yadsınamaz bir gerçek. Ama aynı Avrupa’nın şu dile getirdiğim nedenlerden ötürü faşizan bir damarının bulunduğu ve o damarın hayli işlek olduğu da bir gerçek. 1933-1945 arası ayrı bir dönem, zaman zaman hortlayan gizli faşizmler ayrı birer ‘mit’ olarak bu faşizm serüveni dile getirir. Çok yakın bir tarihte iktidara getirilen ırkçı partiler öykünün devam ettiğini gösteriyor. Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı göçmen sayısının yanında çok küçük bir sayıdaki göçmen kitlesi Avrupa’nın kınında duran kılıcını çekmesine sebep oldu, o da hızla kendi sonunu getirdi. Artık ‘hümanizma’ yani esas itibariyle bir başka kültürün ürününü alıp, içerip onu dönüştürüp yeniden üretmek anlamına gelen edim söz konusu değil. Olmadığı gibi, bir dönem çok kullanılan transkültürel yaklaşım, çoklukültücü (multiculturalist) anlayış, çoğulcu kültür (plural culture) modeli de bundan sonra çok uzun bir süre işlemeyecek. Hele kozmopolitanizm artık bilinmeyen bir tarih boyunca unutulacak.

* * * 

Nedeni çok açık: Avrupa, kendisini muhteşem bir proje olan Avrupa Birliği projesini yozlaştırarak mahvetti. Tamamen ‘eurokrasinin’ elinde kalan ve yolsuzluklara, ülke iflaslarına, her türden gayrı meşru ilişkiye batan bu yönetim, özünü yitirdi. Beethoven’ın 9. Senfoni'sinin koral bölümünü oluşturan, AB’nin resmi marşı kabul ettiği Schillerin sözlerinde hayat bulan anlayış, yerini dar ufuklu bir bürokrasinin çıkmazına terk etti. O kadar ki, Avrupa müzeleri çalınarak, hırsızlanarak dört duvarı arasına saklanmış parçaları yerlerine iade etmekten kaçındı, vermemek için onlara direndi. Muhteşem Halikarnas Balıkçısı, bin yaşındaki Balıkçımız, daha o tarihlerde İngiltere Kraliçesine yazdığı mektupta ‘Şimdi British Museum’da bulunan Halikarnassos Mozolesi Arşipel’in mavisine yakışır, müzenizin karanlık duvarları arasına değil’ sözü hala sürgünde, hala öksüz ve yetim olan o çok etkileyici yapıtın kulaklarında çınlıyor. Aynı şey Bergama Tapınağı için geçerli değil mi? Avrupa’nın bu ölçüde içine kapandığı bir dünyada dışına vereceği ne olabilir?

Yine de karamsar olmamak gerekir. Dağıtıldığını söylediğim geleneğin parçaları yerli yerinde duruyor. Tarihi boyunca kendi içinde savaşan, Yüz Yıl Savaşlarıyla, Napolyon Savaşlarıyla, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıyla yerle bir olan Avrupa, daha önce hukukun üstünlüğü, insan hakları ve esasen anayasal yurttaşlık demek olan sözleşme geleneği ile o çıkmazlardan kurtulmasını bildi. Bir kere daha onu başaracaktır. Nüfusu yaşlı, ekonomisi dar ama geleneği büyüktür ve kültür birikimi her zaman her şeyden daha önemlidir. Yeter ki, o kültürü içine kapanmak için değil, evrenselleşmek için kullansın.

Ama bir de Ukrayna Savaşı var...

        

Yazarın Diğer Yazıları

Açık Radyo’nun kesilen sözü

Devlet her defasında biraz daha güçlü ya da nispi bazı gerilemelerinin ardından bir şekilde kendisini büsbütün sağlamlaştırıp yeniden doğuyor ve eskisinden daha fazla tecebbürle içli dışlı oluyor. Devletin minimal noktaya taşınması ütopyası ise hep parantez içinde kalıyor. O parantezin adlarından biri Açık Radyo’dur

Üç parantez arası bir CHP

Türkiye, siyasetten daha büyük bir ülkedir ama siyaset de yaşadığımız sorunlardan çıkmakta kullanacağımız tek araçtır. Böyle bir hamle aynı zamanda Türkiye'nin sivilleşmesi ve devlet ötesi bir muhakeme ve pratik geliştirmesi bakımından da hayatidir. 21. yüzyılın Türkiye'sini başka türlü kurmanın imkanı yok

Yeni CHP ve üç çelişki alanı

“Böckenförde paradoksu yoğunlaşmış yeni burjuvazi/yerel burjuvazi riskiyle birleşince ortaya çıkan olağanüstü ve o ölçüde engelleyici darboğazı CHP aşabilir. CHP’nin geleceğini ideolojik, politik ve ekonomik alanlarda atacağı adımlar belirleyecek.”

"
"