22 Aralık 2024

Tambur mu tanbur mu?

İnsan herhangi bir alanda ne kadar ustalaşırsa ustalaşsın, karşı görüşleri dinlemeyi bıraktığı anda körelmeye mahkumdur

Fotoğraf: Şükrü Çakmaktaş

Geçenlerde başıma tuhaf bir olay geldi. Bir harf yüzünden dışlandım...

Büyük çaplı bir müzik projesini hayata geçirmek üzere bir tambur sanatçısı ile çalışmaya ihtiyacım vardı. Gittiğim şehirde aradığım nitelikleri taşıyan sadece iki isim olduğu söylendi bana. İkisi de bir üniversitede öğretim görevlisi, sazlarına hâkim ve kibar gençler.

İlki -adına Tamburi A diyelim- ile anlaşmış, projenin provaları başlamadan konuşulacak teknik konuları yazışarak görüşüyorduk. Her şey iyi gidiyordu. Ben WhatsApp üzerinden çalgısının sınırları konusunda kendisine sorular soruyor, ondan gelen bilgileri dikkate alarak müziğimi güncelliyordum. Derken bir istekte bulundu: Çalgısının adının etkinlikle ilgili duyurularda "tanbur" şekilde yazılması gerektiğini söyledi. Ben de bu fikre katılmadığımı gerekçelendirerek açıkladım. Özetle: Kelimenin orijinal hali tanbur olsa bile -ki bu konuda çelişen kaynaklar var- bunun dilimizdeki pek çok kelime gibi dönüşüme uğramış olduğunu, bugün Türk Dil Kurumu tarafından "tambur" şeklinin kabul edildiğini, eğer bu çalgıya tanbur demek istiyorsak, istikrarlı olmak adına pembe'ye de "penbe" dememiz gerektiğini, bunun bir tür geriye gidiş olacağını ifade ettim. Bunları ifade ederken empoze edici bir dil değil, bunun kişisel görüşüm olduğunu belirten, tartışmaya açık bir dil kullandım.

Bunun üzerine, bu konuda zaten bilgi sahibi olduğunu, hatta bu konuda bir makale üzerinde çalışmakta olduğunu, TDK'ya kelimenin değiştirilmesi için başvuruda bulunduğunu, benim "tavrımdan" ise rahatsız olduğunu, dolayısıyla benimle çalışamayacağını söyleyerek konuyu bıçak gibi kestirip attı. Mesajının üzerinden bir dakika bile geçmeden mesajla özür diledim, kırıcı bir şey söylediysem bunu konuşabileceğimizi yazdım. Ona attığım mesajı tekrar gözden geçirdim ve orada görüşümü ifade ediş şeklimde saygısız veya küçümseyici bir şey bulmadım. Bunu da kendisine yazdım. Orada benim göremediğim, saygısız bir ifade varsa, kendisinin işaret etmesini rica ettim. Ayrıca onun için bu kadar önemliyse, çalgının adını "tanbur" olarak yazabileceğimizi söyledim. Ancak bir daha kendisinden cevap alamadım. O ana kadar mesajlarıma çabuk dönen, yardımcı olan, tambur tekniği konusundaki bilgilerini sorgulamaksızın kabul ederken beni adam yerine koyan bu genç akademisyen, bu konuda farklı bir görüşü dillendirdiğim anda beni arkasına bakmadan defterden sildi.

Sizce sorun nerede? Farklı düşünmek suç mu? Fikrini söylemek mi suç? Fikrini gerekçelendirmek mi?

Tamburi B'yi aradım, benimle çalışmak ister mi, diye sordum. A'nın kendisine konuyu aktardığını, A'nın 15 yıllık arkadaşı olması nedeniyle benimle çalışamayacağını söyledi. Ona "Bence A bana haksızlık ediyor. Onunla olan yazışmamı aktarabilirim, kendiniz görün, içinde yanlış bir şey var mı, yok mu" dedim. O yazıyı okumak istemediğini söyledi. 15 yıllık arkadaşlıklarından dolayı, bu konuyu irdelememeyi ve bulaşmamayı seçti. A'nın tambur sazına kendini adamış, bu konuda ihtisas yapmış birisi olduğunu ekledi.

Ne anladım bundan? Şu sonucu çıkardım: Bu gençlerin dünyaya bakış açılarında akademisyenlikle, yani bilimle bağdaşmayan bir şey var. Sorgulamaya kapalılar. Fikirler söz konusu olduğunda kimin haklı olduğunu, fikrin içeriğine bakarak değil, fikrin kimden geldiğine ve kime doğrultulduğuna bakarak karar veriyorlar. A diyor ki: "Ben tanbur üstadıyım, sen değilsin. O halde tanbur hakkında her konuyu, etimolojisini bile senden iyi bilirim. Bu konuda aksi yönde görüş bildirmek senin haddin değil." B de diyor ki: "Arkadaşımla görüş ayrılığına düşme riskini göze alamam. Beni böyle bir riske götürebilecek fikirleri tartışmaksızın, baştan reddederim."

Bu çatışmayı değerlendirirken, Atatürk'ü büyük kılan özelliklerinden biri olan fikirlere yaklaşımını hatırladım. Kurtuluş Savaşı'nda omuz omuza çarpıştığı çok değerli yol arkadaşları, konu devletin yönetim şeklinin değişmesine geldiğinde "ben ve ailem padişahın ekmeğini yedik. Ona sırt çeviremem" derler. Vahdettin'in vatana ihaneti bile bu sadakatlerini sarsamamıştır. Atatürk bu tutumu sergileyen arkadaşlarıyla yolunu ayırır. Çünkü o kimin haklı olduğuna fikrin sahibine veya muhatabına değil, fikrin içeriğine bakarak karar veriyordu. Birçok şeyi kaybetme pahasına, genç Cumhuriyet’in geleceğini düşünerek doğru olanı seçti.

İnsan herhangi bir alanda ne kadar ustalaşırsa ustalaşsın, karşı görüşleri dinlemeyi bıraktığı anda körelmeye mahkumdur. Bizim mesleğimiz Doğu'da da Batı'da da yüzyıllarca usta-çırak ilişkisiyle yaşamış; çırağın ustanın her sözünü sorgulamaksızın kabul etmesine dayalı bir düzenle yürümüştür. Bu nedenle söz konusu katı bakış açısına bugün halen rastlamak mümkün.

Aslında konu burada tambur-tanbur meselesi değil. Ben haksız da olabilirim. Haksızsam benimle tartışılsın, bana mahrum olduğum bilgiler aktarılsın isterim. Bu, insana değer vermenin gereğidir. Bir akademisyen, meslektaşına değer veriyorsa, hatta akademisyeni geçtim, insan insana değer veriyorsa, karşısındakiyle saygı çerçevesinde tartışır. Bu tartışma açık fikirlilikle, ön yargıdan uzak yapılırsa, taraflardan birinin yeni bilgiler veya yeni bir bakış açısı kazanarak fikrini değiştirmesi bile mümkündür. Tartışmak uygarlıktır. Çocuğun ebeveynine, öğrencinin öğretmenine sorgulamaksızın itaat ettiği, insanın insanla fikirleri tartışamadığı bir dünyada uygarlık ilerleyemez.


Buyrun, "tanbur"un etimolojik kökeni hakkında iki ayrı kaynak:

https://tr.wikipedia.org/wiki/Tambur

http://aksozluk.org/tambur

Bu da "penbe"nin kökeni hakkında: https://tr.wikipedia.org/wiki/Pembe

Hakan Ali Toker kimdir?

Hakan Ali Toker, 1976 doğumlu, Mersinlidir. İlk adını kullanmaktadır. Piyano çalmaya ve beste yapmaya küçük yaşta başladı. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı çello bölümünde kısa bir başlangıç yapıp, ardından ortaokul, lise ve lisan eğitiminin bir bölümünü Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi'nde okuduktan sonra ABD'de Indiana Üniversitesi Müzik Fakültesi Piyano ve Bestecilik dallarından mezun oldu.

Klasik eğitiminin yanı sıra Caz, Türk müziği ve klasik doğaçlama alanlarında kendi kendini yetiştirdi. Piyanonun yanı sıra kanun, akordeon, klavsen ve org çalmayı öğrendi.

Bugüne kadar 29 ülkede konserler verdi, pek çok yerli ve yabancı eleştirmenin övgülerini aldı. 17 yaşında katıldığı İstanbul Festivali'nde yılın en genç sanatçısıydı. Aynı yıl Ukrayna'da düzenlenen Virtüözler Festivali'nde yer alan ilk Türk sanatçıydı.

2011'de Türk makamlarına göre akortlanmış piyanoyla ilk Türk müziği resitalini veren piyanist oldu. 2022'de yazıp 33 müzisyenle birlikte CRR'de seslendirdiği "Türk Rapsodisi"yle ilk kez tüm çalgılarda makamsal mikrotonalitenin duyulduğu bir senfonik konsere imza atmış oldu.

Türkiye'de "Yaşayan Değerlerimiz" (2013), ABD'de "Yılın Yorumcusu" (2019) gibi ödüllere layık görüldü. Hırvatistan'da "Hırvat-Türk Dostluk" nişanıyla onurlandırıldı.

Hem yorumcu hem besteci olarak, hem klasik Batı müziği hem de caz ve Türk müziği alanlarında eserler veren sanatçının, bu müzik türlerini bazen ayrı ayrı ele aldığı, bazen de sentezlediği pek çok bestesi, düzenlemesi ve albümü vardır.

Yazarın Diğer Yazıları

Çiçek Kız Valsi'nin öyküsü...

Aşkın geçerli veya gerçek olması için karşınızdakinin "gerçek" bir insan olması, onu tanımanız, onunla bir şeyler paylaşmış olmanız gerekmez. İnsan kafasında yarattığı bir hayale dahi âşık olsa, yaşadığı, gerçek aşktır!

"
"