90’lı yılların sonunda, 2000’lerin başında ABD’nin Indiana eyaletinde küçük, şirin ve rengarenk bir kültür vahası olan Bloomington şehrinde macera dolu 20’li yaşlarımın tadını çıkarıyordum. Bloomington'u Bloomington yapan, mezun olduğum Indiana Üniversitesi'ydi. Dünyanın en iyi ve en ünlü müzik fakültelerinden birine sahipti. Dünyanın dört bir yanından başarılı öğrencilerin gelip kaynaştığı, kültürel anlamda son derece besleyici bir ortamdı -halen de öyledir eminim-. Müzik fakültesinin en iyi kalitede konser piyanoları ve kayıt imkanlarıyla donanmış birkaç konser salonu vardı. Opera binamız ayrıydı. Okul bünyesinde öğrencilerden oluşan, pek çok profesyonel orkestraya denk düzeyde 4 senfoni orkestrası, nice koro ve müzik topluluğuyla yılda ortalama 1000 konser olurdu. Yıl boyu devam eden dev bir festival gibi! Çalma, söyleme gerektiren tüm sınavlarımızı halka açık konser şeklinde verirdik. Hocalarımızla birlikte arkadaşlarımız ve şehirden insanlar gelirdi dinlemeye. Hepsi ücretsiz!
İşte bu konserlerde salonun hep aynı tarafında, hep aynı koltukta oturan yaşlı bir beyefendi vardı. İkiye ayırdığı uzun beyaz sakallarından ve beyaz saçlarından 70'li yaşlarda olduğu anlaşılıyordu. Özellikle Auer salonunda neredeyse her konserde görürdük onu. Yalnız gelir, yalnız oturur, sonuna kadar ilgiyle izlerdi.
Gel zaman git zaman kendisiyle tanıştık, zira konser sonrası biz genç sanatçıları tebrik etmeyi de ihmal etmezdi. Ben ve bir grup arkadaşım fakültede karşılaştıkça kendisiyle sohbet etmeye başladık. Adı Gerald A. Deatsman’dı. Anılar ve fikirlerle dolu, egzantrik ve bir o kadar zarif bir insandı. Tam bir tonton dede gibi, bizi her gördüğünde ceketinin yan cebinden şeker çıkarıp verirdi. Bazen de bir yerlerden bulduğu, mesela çöpten bulup "A, bu güzel ve sağlam Mozart rozetini kim neden atmış?" deyip temizlediği ufak tefek hediyeleri bizim için aylarca saklar, karşılaştığımızda verirdi. Bir seferinde üzerinde "Decadence" yazan içi boş ama şık bir kadın iç çamaşırı kutusu bulmuş, benim için saklamıştı.*
Meğersem o da bizim okuldan mezun bir piyanistmiş! Ancak piyano üzerine bir kariyer yapmamıştı. Okulu bitirdikten sonra genç yaşta uzun süren ve bünyesini alt üst eden bir hastalıkla boğuşmuş, ölümden dönmüş, piyanist olmaktan ümidi kesmiş ve çeşitli işlerde çalışmıştı. Dünyayı gezmişti. Diğer bazı eyaletlerde yaşadıktan sonra Indiana'ya dönmüş ve emekli olana kadar Indiana Üniversitesi'nin Öğrenci Birliği binasında resepsiyonist olarak çalışmıştı. Hiç evlenmemişti. Bize anlattığına göre 3 kadına teklif etmiş, reddedilmiş ve bir daha denememişti.
Bir süre sonra bazılarımız arada sırada onu evinde ziyaret eder olduk. Yalnız yaşıyordu. Lojman tipi bir binada yer alan küçücük dairesi bir antikacı dükkanına benziyordu. Her taraf dünyanın dört bir yanından gelen süs eşyalarıyla doluydu. Mumlar, şamdanlar, lambalar, kartpostallar… Özgürlük abidesi gibi tek elinde abajur taşıyan, antik tarzda yapılmış çıplak bir kadın heykelinin üzerini şık bir şekilde bir bezle örtmüş, elbise yapmıştı. Sonradan anladım ki dindar bir Hıristiyandı, ancak dinini kendisine saklıyordu. Hiç bir sohbetimizde dini konulara girmez, lafın arasına Allah'lı peygamberli deyişler sokmazdı.
Her uğradığımda, o tıklım tıklım salonun sunak gibi düzenlenmiş bir köşesinde en çok dikkatimi çeken şey klavikorduydu. Varlığını kitaplardan öğrendiğim, o güne kadar hiç yakından görüp deneme şansım olmayan kadim bir müzik aleti. Piyanonun dedesi! Piyanodan önce klavsen vardı (15.-18. yüzyıllar), ondan önce de klavikord (Orta Çağ). Bu kadar nadir bir çalgı ancak Bay Deatsman gibi nev'i şahsına münhasır bir adamın evinde bulunabilirdi. Yıllar önce kit halinde almış, büyük emek vererek kendisi yapmıştı. "Kendi klavikordunu kendin yap" kiti! Bay Deatsman klavikordunu belli ki pek çalmıyordu. Üzeri piyano şeklinde müzik kutularıyla dolu olurdu hep. Onları kaldırıp kapağını açıp ahşap tuşlarında gezindiğimde pervasızca akortsuz sesler beni karşılardı. Ben de bu çalgıda o akorda uygun komik ve saçma doğaçlamalar yapardım.
Bir yıl arkadaşlarla toplandık ve birimizin evinde Bay Deatsman'a bir doğum günü partisi düzenledik. Yemekler yaptık. Ben fırında şekerpare bile yaptım! Gidip onu evinden aldık, getirdik, hep beraber yedik, içtik, müzik yaptık, güzel zaman geçirdik. Bay Deatsman şekerpareme bayılmıştı! Artan dört taneyi paketledim, eve götürmesi için verdim. Gecenin sonunda "Bu, hayatımın en güzel doğum günüydü!" dedi bize, "Bundan güzeli mümkün değil! O nedenle kutladığım son doğum günü olmasına karar verdim. Bir daha doğum günü kutlamayacağım. Bu şekerpareleri buzluğuma atacağım ve bundan sonraki dört doğum günüm boyunca her yıl bir tanesini çözdürüp yiyeceğim". "Olur mu, Bay Deatsman! Doğum günlerinizi neden evde yalnız başınıza geçiresiniz? Biz her yıl size parti yaparız, ben her yıl size taze şekerpare yaparım!" dedim. "Olmaz" dedi, "Bu partinin üzerine başka parti olmaz." Israr ettim: "İlla gelecek yıl da parti yapacağız!" Diretti: "Anca bensiz yaparsınız".
... ve gerçekten dediği gibi oldu. Ertesi yıl o güzel insan artık aramızda yoktu. Arkadaşlarla toplandık, onsuz, onun anısına parti yaptık.
Bay Deatsman'a ve Klavikorduna ne oldu?
Bizim tanıdığımız Bay Deatsman'da o bahsettiği gençliğinde geçirdiği ağır hastalıklardan iz yoktu. Gayet dinçti. Kendi yoğurdunu yapar, sağlıklı beslenir, evde spor yapardı. Bir keresinde arkadaşlardan biriyle şınav çekme yarışı yapmış ve en çok savı çekerek kazanmıştı! Ne var ki, bana sorarsanız, artık bu hayatı yapayalnız yaşamak ona yetmişti. Ya gitmeye kendisi karar verdi, ya da gidişinin yakın olduğunu sezinledi. Vefatından birkaç ay önce beni yanına çağırdı, bana bir sürü gömlek ve çamaşır verdi. "Gardrobum iyi giysilerle doluyken ölmek istemiyorum. Bunlar senin işini görsün" dedi. Bu sözleri hasta yatağında bir adamdan duymayı beklersiniz, ama dediğim gibi, o görünürde sapasağlamdı. Sonra bana klavikordunu verdi. "Bu çalgıya ne kadar ilgi duyduğunu biliyorum. Ona iyi bakacağını da biliyorum. Türlü arızaları var. Onları onarmak sana düşüyor. Bu nedenle bak, üstüne yazdım: Yapım: Carl Fudge. Montaj: Gerald Arthur Deatsman. Restorasyon: Hakan Ali Toker".
Bu çok özel bir hediyeydi. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim. Aldım, götürdüm eve. Birkaç gün sonra onun ölüm haberini aldık. Sabahleyin lavabonun önünde traş olurken kalbi duruvermiş, bina görevlisi bulmuş. Öğrendiğim akşam konserim vardı. Klavikordu da götürdüm, onun anısına bir parça doğaçladım.
Sonra bir arkadaşımla beraber onun dairesine gittik. Uzakta yaşayan bir yeğeni dışında pek kimi kimsesi yoktu. O gelmiş, evinden önemli gördüğü bazı eşyaları alıp gitmiş, bir kısmını çöpe atmış, bir kısmını da ihtiyaç sahiplerine dağıtılmak üzere evinde bırakmıştı. Hiç bir şeyi ziyan etmeme konusunda Bay Deatsman'la ortak bir dünya görüşümüz vardı. Arkadaşımla birlikte binanın önündeki koca çöp konteynerine daldık ve "o olsa bunun atılmasını asla istemezdi" dediğimiz ne varsa kurtardık, götürüp dağıttık. Zaten her şey poşetlenmiş, hiç bir şey bulaşmadan, tertemiz atılmıştı.
2006'da Amerika'daki renkli yaşamımı terk etmeden önce onun öğrencilik yıllarında yaptığı bir piyano kaydı geçti elime. Scarlatti'nin bir sonatı ve Mussorgsky'nin "Bir Sergiden Tablolar" adlı eserinin yarısı. Türkiye'ye dönerken yanımda getirdim, tabii klavikordla birlikte.
Klavikordu birkaç konserde, radyo ve televizyon programında çaldımsa da, sesinin çok cılız, tuşlarınınsa hantal olması nedeniyle istediğim verimi alamayarak rafa kaldırdım. En son 2020'de pandemiden hemen önce İstanbul Pera Müzesi'nde çaldığım konserden bir kesiti buradan izleyebilirsiniz.
*Decadence: İngilizce aşırı rahatına düşkünlük, zevke, sefaya dalma eğilimi. Aynı zamanda Re majör tonunda kadans anlamına gelen bir müzik terimi olan D-cadence'e benzediği için saklamıştı. Bunu özellikle bana vermesinde ise benim klasik müzikteki doğaçlama geleneğiyle uğraşıyor olmamın rolü vardı; zira kadans teriminin bu gelenekle de bağlantısı var. Bay Deatsman bana özellikle düşkündü. Doğaçlama resitallerimi büyük ilgiyle izler, coşkuyla kutlar, bana şiirlerle övgüler düzerdi.
Hakan Ali Toker kimdir?
Hakan Ali Toker, 1976 doğumlu, Mersinlidir. İlk adını kullanmaktadır. Piyano çalmaya ve beste yapmaya küçük yaşta başladı. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı çello bölümünde kısa bir başlangıç yapıp, ardından ortaokul, lise ve lisan eğitiminin bir bölümünü Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi'nde okuduktan sonra ABD'de Indiana Üniversitesi Müzik Fakültesi Piyano ve Bestecilik dallarından mezun oldu.
Klasik eğitiminin yanı sıra Caz, Türk müziği ve klasik doğaçlama alanlarında kendi kendini yetiştirdi. Piyanonun yanı sıra kanun, akordeon, klavsen ve org çalmayı öğrendi.
Bugüne kadar 29 ülkede konserler verdi, pek çok yerli ve yabancı eleştirmenin övgülerini aldı. 17 yaşında katıldığı İstanbul Festivali'nde yılın en genç sanatçısıydı. Aynı yıl Ukrayna'da düzenlenen Virtüözler Festivali'nde yer alan ilk Türk sanatçıydı.
2011'de Türk makamlarına göre akortlanmış piyanoyla ilk Türk müziği resitalini veren piyanist oldu. 2022'de yazıp 33 müzisyenle birlikte CRR'de seslendirdiği "Türk Rapsodisi"yle ilk kez tüm çalgılarda makamsal mikrotonalitenin duyulduğu bir senfonik konsere imza atmış oldu.
Türkiye'de "Yaşayan Değerlerimiz" (2013), ABD'de "Yılın Yorumcusu" (2019) gibi ödüllere layık görüldü. Hırvatistan'da "Hırvat-Türk Dostluk" nişanıyla onurlandırıldı.
Hem yorumcu hem besteci olarak, hem klasik Batı müziği hem de caz ve Türk müziği alanlarında eserler veren sanatçının, bu müzik türlerini bazen ayrı ayrı ele aldığı, bazen de sentezlediği pek çok bestesi, düzenlemesi ve albümü vardır.
|