12 Ocak 2025

Aşk için müzik (3): Dünyanın en muhteşem müziği

Tanrıçama ihanet etmek, kalbimde başkalarına yer açmak ve normal bir insan gibi yaşamak dışında çarem yoktu. Önce bunu onursuzluk olarak niteledim. Tanrıçaya ihanet edip ömrümün sonuna kadar şerefsiz bir adam olarak yaşayacaktım!

Yeşil gözlü, güler yüzlü, sarıya yakın kumral saçlı, hoş sesli, tatlı mı tatlı bir kızdı. 12-13 yaşlarındaydık. Mersin’de yüzme kursunda tanıştık. O da benim gibi piyano dersi alıyordu. Onunkisi hobiydi, benimkisi tutku. O hayatını Mersin’de sürdürecekti, bense o yazın bitiminde bir daha dönmemek üzere memleketimi terk edecek, İstanbul’a konservatuvarda okumaya gidecektim.

Âşık oldum. Onu etkilemek için ne yapacağımı şaşırdım! Yeni yeni yapmakta olduğum bestelerimin notalarını yüzme dersine giderken havuz çantama koyuyor, önünde çantada havlumu arar gibi yaparken “A! Bu nota defterinin burada ne işi var?” diyerek çıkarıyor; karşılığında ondan “Bunları sen mi yazdın? Analar neler doğuruyor, vay!” diye iltifatlar alıyordum.

Yaz bitti ve İstanbul'a gitme vaktim geldi. Onunla temasta kalmak, mektuplaşmak istiyordum ama bir türlü adresini sormaya cesaret edemedim! “Nerede oturuyorsunuz?” diye sorduğumda “kilisenin o taraflarda” şeklinde genel bir cevap almış, başka da bir şey soramamıştım. O halde gittim İstanbul’a, onu bir daha görüp göremeyeceğimi bilemeden.

Aşkı ve hasreti içimde büyüdü, boyumdan büyük bir destana dönüştü! Yeşilçam filmleri ve Türk sanat müziğinin etkisiyle patolojik derecede romantik bir hayat felsefesi geliştirdim ve onu bu felsefenin merkezine yerleştirdim. O benim tanrıçamdı! Çocukluğumun çizgi roman kahramanı Barbar Conan’ın taptığı, yeri bilinmeyen uzak bir diyarda varlığını sürdüren ulaşılmaz tanrıça gibi. 12 yaşımda karar verdim: Onu ölene dek sevecektim ve arayacaktım. Bir gün bulursam ona aşkımı itiraf edecek ve eşim olmasını teklif edecektim. Kabul ederse ömrümün sonuna dek onunla beraber, dünyanın en mutlu erkeği olarak yaşayacaktım. Reddederse de ömrümün sonuna dek ona sadık, dünyanın en mutsuz erkeği olarak yaşayacaktım. Başka birini sevmem mümkün değildi; çünkü aşk kutsaldı, o benim ebedi tanrıçamdı! Başkasıyla beraber olmak tanrıçaya ihanetti, günahtı!

Peki onu bulursam ona aşkımı nasıl ifade edecektim? Bir tanrıçanın benim gibi değersiz bir ölümlüyü beğenmesi ve kabul etmesi için ne yapmam gerekiyordu? Tabii ki Ferhat’ın dağı delmesine denk büyük bir iş başarmalıydım! Dünyanın en muhteşem müziğini yazmalıydım ona! Bir senfoni kadar uzun ve kapsamlı olmalıydı. O kadar güzel ve dokunaklı olmalıydı ki, ben bu eseri ona çaldıktan sonra hislerimi anlayıp, müziğin etkisiyle bana âşık olmalı ve ben bir şey sormadan bana “evet!” demeliydi. Zira reddedilme korkum öyle şiddetliydi ki, ona aşkımı sözle ifade etmem mümkün değildi.

Arayış

Bir buçuk yıl onu aradım. Çok aktif arayamadım, çünkü çocuk denecek yaştaydım ve Türkiye'nin diğer ucunda okula gidiyordum. Ancak kış ve yaz tatillerinde Mersin'e geldikçe ailemle gittiğim her yerde gözlerim onu arıyor, her fırsatta kilisenin olduğu mahalleye gidip apartmanların kapı zillerindeki isimlere bakıyordum. Onu bulamadan İstanbul'a her dönüşüm büyük bir hüsrandı. Onu bir daha görememe ihtimali beni kahrediyordu. Gece gündüz acı çekiyordum. Kimselere de derdimi açmıyordum -filmlerde ve şarkılarda da öyledir ya-! Okuldaki arkadaşlarım bu halimi görüp nedenini sorduklarında "Bir gün Mersin açıklarında bir kayanın üzerine oturmuş bir deniz kızı gördüm. Ona âşık oldum. Suya atladı, kayboldu. Bir daha göremedim. Onu seviyorum. Onu arıyorum" diyordum. Bu masalı o kadar uzun zaman sürdürdüm ki, deli olduğuma inandılar.

Bir buçuk yılın sonunda bir kış tatilinde Mersin'de sinemada karşılaştık. Hemen adresini aldım ve yazışmaya başladık. Dünyalar benim oldu!

Şimdi sıra onu dünyanın en muhteşem müziğiyle kendime aşık etmeye gelmişti. Tek atımlık şansım vardı, çok dikkatli kullanmalıydım! O besteyi İstanbul'da geçirdiğim ilk kış acı içinde kıvranırken yazmaya başlamıştım. Henüz müzik bilgim çok sınırlıydı. Ancak hızla kendimi aşma çabasındaydım. Okulun verdiği bilgileri yalayıp yutuyor; üstüne bir besteciden özel dersler alıyor, sınıf arkadaşlarımın 5-6 sınıf sonra göreceği bilgileri ediniyor, bununla da yetinmeyip boş zamanlarımda üstüne kendim bir şeyler koymaya çalışıyordum. Chopin'in, Rahmaninof'un seviyemin çok üzerindeki piyano parçalarını tekrar tekrar dinliyor, melodramatik duyguları en etkili şekilde ifade eden, hayran olduğum ses dokularını anlamak için çırpınıyor, onlara öykünen doğaçlamalar yapıyordum. O acemi halimle piyano için 1 numaralı fantezimi yazdım. Haykıran, tutku dolu bir müzik! Yeterli bulmadım. Müzik bilgim ilerledikçe yazdığımı beğenmiyor, orasını, burasını değiştirip düzeltiyordum. Nihayet fanteziyinin yanına başka parçalar ekleyip, bunu çok bölümlü bir süite dönüştürmeye karar verdim. Yazılması yıllar sürecekti! İçime sinen boyuta ve seviyeye ulaştığında bunu tanrıçama takdim edecek ve nefesimi tutup cevabını bekleyecektim. O zamana kadar çalışmaya devam!

Büyük itiraf

Aradan yıllar geçti. Ben okul değiştirdim, Ankara'ya geldim. O süre zarfında "muhteşem" süit fikri dönüşüme uğradı; onun için irili ufaklı, bağımsız parçalar besteledim ve tatillerde Mersin'e gittikçe onu evinde ziyaret edip bunları ona piyanoda çaldım, notasını verdim. Sonra üniversite okumaya o da Ankara'ya geldi. O zaman hamlemi yapmaya karar verdim. Bir parkta buluştuk. Onun için yaptığım son bestenin notasını verdim. Bir piyanoda oturup çalmadım bile. O zamana kadar yeterince müzikle belli etmiştim hislerimi. Karşılığında kibar teşekkürler ve yeteneğime övgüler dışında bir şey almamışıtm. Yıllardır her seferinde onu arayan, yazan, buluşma teklif eden bendim. Bana kötü davranmıyordu ama bana özel bir ilgi duymadığı da belliydi. Aslında hiç umudum yoktu ama küçük de olsa bir şansım olabileceğine ilişkin kendimi kandırıyordum. Yıllar içinde bu platonik aşk ile kavrula kavrula hayalperest, egzantrik ve bunalımlı bir gence dönüşmüştüm. Gülümsemeyi unutmuştum. Konuşurken insanların yüzüne bakamayan bir tiptim. Benim kadar problemli biri değilse, bir genç kıza cazip gelebilecek bir yanım yoktu. Yan yana oturduğumuz bankta karşımdaki çam ağacına bakarak ona aşkımı itiraf ettim. "Ben seni bir arkadaş olarak görüyorum. Zaten bir erkek arkadaşım var." dedi. "Senin kölen olurum" dedim. "Köle istemiyorum" dedi. "Seni ömrümün sonuna kadar bekleyeceğim. Yıllar geçse bile bir gün fikrini değiştirirsen gel, seni bekliyor olacağım" dedim. "Öyle söyleme" dedi, "sen çok iyi bir çocuksun. Mutlaka karşına başka insanlar çıkacaktır". "Hayır" dedim, "seni bekleyeceğim"...

Böylece hayatımda bir dönem kapandı, bir yenisi başladı. Artık belirsizlik yoktu, hüküm kesindi: 17 yaşında kendimi ömür boyu yalnızlığa mahkum etmiştim. Acı dayanılmaz boyuta ulaştı. 16. katta oturuyorduk. Atlayıp kurtulsam mı diye düşündüm ama yapamadım. Şövalye mitlerine yaraşır hayat felsefemde aşkın yanında müzik de vardı. Müzik için yaratıldığıma inanıyordum. Sadece bir tanrıça için değil, insanlık için de elimden gelen en iyi müzikleri yaratmak kutsal bir görevdi benim için. O görevi bu denli acı içindeyken yerine getiremezdim. Tanrıçama ihanet etmek, kalbimde başkalarına yer açmak ve normal bir insan gibi yaşamak dışında çarem yoktu. Önce bunu onursuzluk olarak niteledim. Tanrıçaya ihanet edip ömrümün sonuna kadar şerefsiz bir adam olarak yaşayacaktım! Zamanla bu mazoşist bakış açımı da değiştirmem gerekecekti...

Onu unutmak iki yılımı aldı. O iki yılda acımı üç kez daha müziğe döktüm: önce tükenmiş, acınası bir kısık sesle -"Mektup" (1994)-, sonra daha üst perdelere doğru yükselen çaresiz bir feryatla -"Piyano ve Orkestra için Elegie (1994)"- sonra öfkeden kudurmuş halde piyanoya tekme tokat girişerek "Fantezi no. 2" (1995). 12 yaşında kalbimin dibine çuval iğnesiyle diktiğim güzelliği oradan spatulayla kazıyarak çıkartabildiğimde 19 yaşındaydım.

Onun için tüm yazdıklarım arka arkaya çalındığında bir konser programını dolduruyor. Son parça (Fantezi no. 2) önceki parçalardan izler taşıyor; dolayısıyla bir anlamda bu 7 yıllık duygu yolculuğunu özetleyerek noktayı koyuyor. Bu eserde tekrar tekrar ortaya çıkmaya çalışan melankolik ezgileri her seferinde kulak tırmalayan şiddetli dokular boğuyor; tıpkı en saf ve masum duygularımın kaçamadığım, bir noktadan sonra insanı çıldırtacak yoğunluğa ulaşan bir acıyla boğulduğu gibi.


Fantezi no.1 (1989)

Noktürn (1993)

Müzik Kutusu Melodileri (1993)

No. I, II, III

Deniz Kızı Valsi (1993)

Oyun Oynayan Deniz Kızları (1993)

Mektup (1994)

Elegie (1995)

Fantezi no.2 (1995)

Hakan Ali Toker kimdir?

Hakan Ali Toker, 1976 doğumlu, Mersinlidir. İlk adını kullanmaktadır. Piyano çalmaya ve beste yapmaya küçük yaşta başladı. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı çello bölümünde kısa bir başlangıç yapıp, ardından ortaokul, lise ve lisan eğitiminin bir bölümünü Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi'nde okuduktan sonra ABD'de Indiana Üniversitesi Müzik Fakültesi Piyano ve Bestecilik dallarından mezun oldu.

Klasik eğitiminin yanı sıra Caz, Türk müziği ve klasik doğaçlama alanlarında kendi kendini yetiştirdi. Piyanonun yanı sıra kanun, akordeon, klavsen ve org çalmayı öğrendi.

Bugüne kadar 29 ülkede konserler verdi, pek çok yerli ve yabancı eleştirmenin övgülerini aldı. 17 yaşında katıldığı İstanbul Festivali'nde yılın en genç sanatçısıydı. Aynı yıl Ukrayna'da düzenlenen Virtüözler Festivali'nde yer alan ilk Türk sanatçıydı.

2011'de Türk makamlarına göre akortlanmış piyanoyla ilk Türk müziği resitalini veren piyanist oldu. 2022'de yazıp 33 müzisyenle birlikte CRR'de seslendirdiği "Türk Rapsodisi"yle ilk kez tüm çalgılarda makamsal mikrotonalitenin duyulduğu bir senfonik konsere imza atmış oldu.

Türkiye'de "Yaşayan Değerlerimiz" (2013), ABD'de "Yılın Yorumcusu" (2019) gibi ödüllere layık görüldü. Hırvatistan'da "Hırvat-Türk Dostluk" nişanıyla onurlandırıldı.

Hem yorumcu hem besteci olarak, hem klasik Batı müziği hem de caz ve Türk müziği alanlarında eserler veren sanatçının, bu müzik türlerini bazen ayrı ayrı ele aldığı, bazen de sentezlediği pek çok bestesi, düzenlemesi ve albümü vardır.

Yazarın Diğer Yazıları

Müzik ve mizah

Tarih boyu ciddi müzik ustaları zaman zaman birbirlerinin eserleri üzerinde oynamalar yaparak, onları farklı kılıklara sokarak da müzikle mizah yapmışlardır

Yetenek mi emek mi?

Sanatına âşık olmadan, mecburiyetten, isteksizce çalışarak usta olmuş biri de yok. O yüzden, canı top oynamak isteyen top oynasın, piyano çalmak isteyen piyano çalsın

“Aşk için Müzik” serisi - 2

Bir Pichju için kişisel ve utanmaz valsler

"
"